Batının filozları, akıldan hareketle birbirinden ilginç sonuçlara varmışlardır. Bakın, J.J. Rousseau: “Tefekkür hali tabiata aykırı olup, insan soysuzlaşmış hayvandır” beyanında bulunurken, Montaigne ise; insan için hasta hayvan tanımlaması yapmıştır. Hakeza Marks’ta insanı proletarya sınıfının üyesi olarak kategorize edip kol ve kas gücünden ibaret görmüş. Derken her biri insanı adeta beygir gücünde hayvan ilan etmişlerdir.

Anlaşılan akıldan hareket eden birtakım batı aydınları kendi aralarında anlaşmışçasına koro halde insanı; hayvanın seviyesine indirmekte yarışmayı marifet sanmışlardır. Yine de haksızlık etmeyelim Avrupa’da Henry Linck, Alexis Carrel gibi müspet düşünen aydınlar da var.  Nitekim Henry Linck “Dine dönüş çağrısı” yapmış bir aydındır. Hakeza Dr. A. Carrel ise insanlara “Uyanın çağrısı” yapıp hürriyete davet etmeyi ihmal etmeyen bir bilge aydın.  Peki ya bizimkiler?  Malum, İslâm tâ baştan insanı “Eşref-i mahlûkat” ilan etmiş olması hasebiyle bu hususta Mevlana ve Yunus bizim en güzide mütefekkirlerimize misal teşkil ederler. Zaten onların “Ne olursan ol yine gel” ve “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” çağrısı sayesinde insanlık gerçek hürriyetin ne demek olduğunu kavrar hale gelebiliyor. 

Besbelli ki, bir takım filozoflar beşeriyete hayvan gözüyle bakmakta ısrarlılar.  Yetmedi ahlâksızlığı, özgürlük diye takdim ediyorlar. Oysa ahlaktan mahrum hürriyet, hürriyet değil düpedüz nefsin azıya alınmasına yönelik bir hürriyet tanımıdır. Maalesef bazı aklı evveller toplumca kabul görmüş etik kuralların tarih boyunca değişmeksizin geleceğe uzandığını bilmedikleri için habire özgürlüğün sınırsız olduğundan dem vururlar. Hadi bundan vazgeçtik diyelim, bide bize küçümser edayla ‘neymiş o değişmeyen normlar’ diye sual etmezler mi. Tabii ki bu suale kayıtsız kalamayız. Onlar için her daim verilecek cevabımız var elbet. Ve cevaben; “Hiç kuşkusuz bizim değişmeyen normlarımız toplumun temel dinamiklerini oluşturan iffet, namus, ahlak, inanç gibi değerlerdir. Bu yüzden sınırsız özgürlük bizim için mukaddes değerlerin içini boşaltmaktan başka hiçbir bir anlam ifade etmeyen bir maskeli balondur”  deriz.

Evet, Batı aklın egemenliğini kurdu da ne oldu, bu sefer de inanç aklın kölesi oluverdi. Tâ ki ruh susuz kalmaya başladı, işte o zaman kölelikten daha vahim bir sonuçla karşı karşıya kaldıklarının farkına vardılar. Ve tekrardan sil baştan arayışa koyuldular. Gerçekten de düşünce ve ruhunu esir eden her kim olursa olsun şahsiyetinden eser kalmayacağı muhakkak. Bakın, İslâmiyet’te insan Allah’a “abd” olmakla özgür bir kimliğe kavuşmakta. Hatta bu kimlik sayesinde kâinata meydanda okuyabiliyor. Bir başka ifadeyle iman insanı sultan ettiği gibi zulme karşı baş kaldırır da. İyi ki de bizi özgür kılan bir dine mensupmuşuz, aksi halde salt akılla eşyanın kölesi olacaktık. Anlaşılan o ki, hakikate ulaşmak vahye teslimiyetten geçmekte. Bundan öte vahyin soluğu insanı bir kelebek misali Mutlak hürriyete kanatlandırır da. Nasıl kanatlandırmasın ki, şu fani dünyada her şey değişir ama değişmeyen ve eskimeyen tek şey vahiydir. İşte bir kısım aydınların İslâm’da felsefe yoktur demesi vahyin her şeyi kuşatmasından dolayıdır. Aslında bu tespit doğru bir tespittir. Buna rağmen illa da felsefeden söz edilecekse Müslüman’ın felsefesi bellidir, o da Allah ve Resulünün hakikatleridir. Madem vahiy her şeyi kuşatmış durumda o halde felsefeyle oyalanıp boşuna bir ömrü törpülemeye gerek yok diyebiliriz. Kaldı ki birçok tabuların kökeni de felsefeye dayanmakta. Hakeza ideolojilerde öyledir. Neyse ki tarihi süreçte bize dayatılan felsefe, ideoloji ve tabular eski hızını kaybetmiş gözüküyor.

Hatta artık düşünceyi mahkûm etme döngüsü miadını tamamlamış diyebiliriz. Gönül isterdi ki her bir tabunun düşünce hürriyetinin önünde çok büyük engel olduğu gerçeği çok önceden fark edilebilseydi. Zaten erken fark edilmiş olsaydı bu gün gelinen aşama çok daha farklı olacaktı. Maalesef her şeye angaje olmak ya da tabulara mahkûm kalmak özgür düşüncenin gelişmesini geciktirmiştir. Zaten Cemil Meriç; “Tabular, tabular, tabular her adımda şuura dur emrini veren jandarma neferleridir” derken bu gerçeğe parmak basmak istemiştir. Belli ki tarihi süreç hem tabu inşa etme, hem de tabu yıkma serüveniyle geçmiş. Hele tarihin derinliklerine şöyle indiğimizde Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edildiğini görürüz. Ölüme mahkûm edildi de ne oldu,  sonuçta bugün o düşüncesiyle yaşıyor ya, bu yetmez mi. Tabular birer birer yıkıldıkça insanoğlu kendini çok daha hür hissedecek gibi. Gerçekten de statükocu zihniyetin bireyi ya da kurumları tabulaştırma yönündeki girişimleri özgürlüklerin hayat bulmasını engellediği gibi, bu arada toplumun inanç değerleri de bundan nasibini alıp çok büyük yara alabiliyor.

Hele toplumlar alternatifsiz kalmaya görsün, bir bakmışsın resmi tarih, resmi ideoloji herkesimin başucu kılavuzu olabiliyor. Öyle ki, toplum bu tek tip görüşlere mahkûm kalır da. Zavallı toplum bu durumda ne yapabilir ki, bir kere eline tutuşturmuşlar al oku diye,  o an başkaldırsa başına bin bir türlü dert açacağını biliyor, en iyisi mi susup şartların lehine dönüşeceği aydınlık günleri beklemekte çareyi arar. Zaten bir fikir toplum vicdanında kabul görmüyorsa anlayın ki o fikir, fikir değil tabudur. İşte bu noktada diyoruz ki; gerçek demokrasi fikir özgürlüğüne kota koymamaktan geçer. Kaldı ki fikirlerin serbestçe konuşulmasından endişe duyulması, ya da düşünceye karşı kota konulması hürriyetsizlik doğurmaktadır. Belli ki topluma dayatılan tek tip düşünceler katılımcı demokrasiye geçişte büyük sıkıntılara yol açmakta. Hatta bu tür dayatmalar geleceğimizi karartmaktadır. Artık tek tip düşünceyle yol alınamayacağını çok tip düşünceyle özgür ortamların yeşerebileceğini ve gelişebileceğini anlamamız gerekiyor. Bilindiği üzere Resûlullah (s.a.v.) insanlığa Medine sözleşmesiyle, farklı düşünce ve farklı kimliklere sahip topluluklarla beraber nasıl yaşanabileceğinin formülünü bizatihi kendi hayatında yaşayarak göstermiştir. Şöyle ki; Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’de gayri Müslimlerle bir arada yaşama ahdini gerçekleştirdiği zaman, Müslümanlar sayıca %10’a tekabül ediyordu. Müslümanlar bu durumda, diğer topluluklara nazaran azınlık sayılırdı.

İşte bu nokta da Resûlüllah (s.a.v.) azınlık durumunda iken çoğunluğun yanında nasıl yaşanılır, nasıl beşeri münasebetler kurulabileceğinin metotlarını Medine Vesikasıyla ispatlamış bile. Hakeza Mekke’nin fethi gerçekleştiğinde ise yüzde yüz Müslümanların hâkim olduğu iklim doğmuştur. Derken Peygamberimiz (s.a.v.) bu kez inananların kendi aralarında kardeşçe nasıl hayatlarını idare edilebileceklerinin metot ve uygulamalarını vahiy ışığında tatbik etmiştir. Kelimenin tam anlamıyla temsil noktasında Mekke yüzde yüz Müslümanların, Medine ise yüzde doksan farklı kimliklere sahip topluluklarla nasıl bir arada bulunmanın veya onlarla nasıl bir arada yaşanabileceğinin bir göstergesidir. O halde bu gerçeklerden hareketle günümüzde var olan birçok çeşitliliği sosyal hayata ve siyasete yansıtmaktan korkmamak gerekiyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus bütünü karşıt hale getirmeden bir arada karşılıklı saygı çerçevesinde yaşayabilme ortamını hazırlamayı başarabilmektir. Buna mecburuz da. Aksi takdirde dünyaya tek pencereden bakıp tekelci görüşlerin etkisinde kalmakla asıl o zaman kendi kendimizi “Sevr”e mahkûm etmiş oluruz. Dahası totaliter zihniyetin ekmeğine yağ sürüp değirmenine su taşımış oluruz da. Malum totaliter rejimlerin çoğulcu fikirlere özgürlük tanınmadığı artık bir sır değil, değim yerindeyse onların genlerinde yasak koyma geni her daim mevcut, bu hastalıklı genin kökü kazınmaz da. Madem öyle, bari onların değirmenine su taşımaktan uzak kalalım, uzak kalmak bile gerçek hürriyet yolu mücadelesine faydalı bir hizmet olacaktır. 

Bakın, Allah (c.c.); “Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması Allah’ın ayetlerinden” (Er-Rum 22) buyurmakta. Görüyorsunuz ferman yücelerden gelmekte, o halde Kur'an ışığında farklılıkları zenginlik olarak addetmeli. Nasıl addetmeyelim ki, bu ayetin ışığında tek hakikat benimkidir duygusundan kurtulmamız istenmekte. Bu sayede kendi dışımızdaki insanlarla empati kurarız da. Şurası muhakkak; İslâmiyet’in özgürlüklerle problemi yoktur, nasıl problem olsun ki, yüce dinimiz fikir hürriyetini irşâd vasıtası olarak görür. Bu yüzden gerçek özgürlük insan şahsiyetinin güçlenmesinde en etken unsur olur da.
 
Bir olmak, iri olmak ve diri olmak özgürlüğün kazandırdığı güzel hasletlerdir. Zaten birlikte olmak farklılıkların bir araya geldiği bir bütünlük demek. Dolayısıyla sosyal hayatta farklı düşüncelerin varlığını sürdürebilirlik gayretini gayet tabii bir faaliyet olarak görmek gerekir. Ancak bu tabii gayret içerisinde çoğunluğun azınlığa ya da tam tersi azınlığın çoğunluğa karşı tahakküm edip fikir dayatmaya kalkıştığında iş değişir, o zaman orada ne fikir özgürlüğünden ne de demokrasiden bahsedilebilir. Hürriyet ortamını kendi tabii mecrasında sağa sola yalpa yapmadan diri tutmak gerekir ki; aklı hür, vicdanı hür nesil doğabilsin. Aslında şimdiye kadar yaşanan sıkıntıların kaynağında gerçek hürriyetin toplumdan esirgenmesi yatmaktadır. Her ne kadar bazen topluma hürriyetin ucu gösterilmiş dönemlere denk gelsek te ne işe yarar ki, hemen saman alevi gibi yanıp sönmüştür. Demek ki problem özgürlükte değil, problem devletin birey karşısında kendini korumaya almasında, yani bireyin devlet karşısında güçsüz konuma düşürülmesinde. İşte bu yüzden Medine Vesikasında verilen mesajı iyi anlamak gerekir. Bakın Osmanlı bu mesajı iyi anlamış olduğu o kadar belli ki, farklı kimlikteki toplulukları 600 sene kardeşçe idare edebilmiştir.  Amerika’da ilk kuruluşunda Osmanlı uygulamalarını rehber edinmiştir. Malum ABD ile Osmanlı aynı kaderi paylaşan iki süper güç devletlerdir. Nitekim bugün Amerika tıpkı Osmanlıda olduğu gibi bağrında 167 din mensup yurttaşı taşımakta, bir o kadar da farklı dil ve lehçelere sahip toplulukları özgürlük meşalesiyle bir arada tutmaya çalışmaktadır. Ancak ABD özgürlükler noktasında Osmanlı’yı örnek almış almasına ama özgürlüğü kendi coğrafyası dışında ki ülkelerden esirgemiş durumdadır. ABD özgürlüğü kendi dışındaki ülkelerden esirgeye dursun,  bizim için asıl önem addeden Resûlullah’ın (s.a.v.) gerek Medine vesikası gerekse kusva adlı devesi üzerinde yaptığı âlemşümul insan hakları beyannamesinde yerini bulan o müthiş veda konuşmasıdır.

Zaten Resulullah’ın insan haklarına yönelik özgürlük uygulamalarını rehber edinseydik etnik farklılıklar bizim için bölücülük olmayıp, bilakis zenginlik olacaktı. Elbette ki alt kimliklerin veya alt birimlerin tek başına millet olmadığını bizde biliyoruz, ama varlığını görmezden gelemeyiz.  Kimlik tanımaz kurallarla bir yere varılamayacağını ve tepeden inme dayatmacı yöntemlerin kitleler üzerinde hırçınlık etkisi yaptığını idrak etmekte fayda var. Fikirlere pranga vurmakla kim ne fayda gördü ki bizde görelim. Kaldı ki dışlanmak istenilen fikriyatı engellemekle etkisiz duruma gelmez, tam aksine yer altına çekilip örgütlenmeleri sağlanmış olur. Nasıl ki bir zamanlar farklı desenlerle ilmek ilmek işlenmiş Anadolu kilimi üzerinde bağdaş kurup bir olmuşsak, pekâlâ farklı kimliklere sahip topluluklarla yeniden tekrar bir arada kardeşçe yaşayabiliriz. Madem kilim üzerindeki farklı desenler bütünlük arz ediyor, o halde aynı vatan sathında yaşayan farklı kimlik ve kültürlere sahip topluluklara öteki görmeye hakkımız olmasa gerektir, sonuçta hepimiz ben-i âdemiz, topraktan yaratıldık toprağa gideceğiz. Bakın toprak, toprak olduğu halde her türlü insanı bağrına basmışken, pekâlâ bizde toprak ana gibi yediden yetmişe herkesi bağrımıza basabiliriz. Bir kez daha söylemekte fayda var; farklılıklar asla bölücülük değil, bilakis zenginliktir. Başkalarını cennetlik görmedikçe, kendimizi cehennemlik endişesi kaplayacağı kuşku götürmez. Hakeza başkalarını cehennemlik görmekte, kinimizin ve öfkemizin dışa yansıması anlamına gelecektir. Bu yüzden İslâm tasavvufunda, “Her geceyi Kadir bil, her gördüğünü Hızır bil” düsturu esastır.

Başkalarını cehennemlik görmek düşüncesi kararmış bir ruhun yansıması olup hürriyetsizlik doğurmaktadır. Kaldı ki; insanları Hızır olarak algılamakla insan şahsiyetinden değer kaybetmez, tam aksine yücelip kelebek misali ötelere kanatlanmaya vesile olur da. Hatta Hızır algıladığımız kişilerden biri Hızır çıkarsa çokta faydasını görürüz. Hani, Arifler der ya; “Veliyi görende Velidir.”  İşte bu güzel veciz söz, müjde niteliğinde olup etrafa, çevreye ve Allah dostlarına hüsnü bakışın velayete sebep teşkil edeceğinin bir işaretidir. Belli ki, batının sözde hümanistleri bizim bitmez tükenmek bilmeyen sevgi dolu kaynaklarımızdan alması gereken birçok insanlık dersi var elbet. Ne var ki, hala Batı başkaları cehennemliktir düşüncesinden vazgeçmiş değil. Şayet bu tip maraz düşünceler rafa kaldırılmazsa biliniz ki Marksist ideoloji gibi totaliter düşünceler başkalarının öldürülmesinde hayat bulmaya devam edecek demektir. Malum, bir zamanlar Türkiye’de Marksist öğretilerden yola çıkan solcu gençler düşüncelerini namlularının üzerine kurup  ‘Devrim kanla yazılır’ sloganıyla mesajlarını dillendirmişler. Tabii Müslümanların metodolojisi böyle değil. Müminler vahyin ışığında en son rahmet Peygamberinden aldıkları feyizle “Başkalarını cennetlik görmedikçe, kendimizi cennetlik göremeyiz” düşüncesini ilke edinmişlerdir. Bu yüzden diyoruz ki, bütün insanlığın İslâm’a ihtiyacı vardır. İnsan sadece İslâmiyet’te eşrefi mahlûkattır, yani yaratılmışların en üstünüdür. İşte Mevlana’nın Kur’an ışığında insanlığa yaptığı; ‘Ne olursan ol Yine gel’ çağrısı bunun en tipik misalidir. Gerçek manada hümanizm de budur zaten. 

BUHRANLARIN VE TEZATLARIN ÇOCUĞU BATI DÜŞÜNCESİ 

Hz. Mevlâna mesnevide özetle şöyle der: “Düşünce kınanmaz (muafaze edilmez). İnsan içi hürriyet âlemidir. Düşünceler latiftir, onlar hüküm olunamaz: “Biz görünene hükmederiz, sırları ancak Allah bilir” (hadis) buyrulmuştur. Düşünceler, içimizde oldukça adları sanları ve alametleri yoktur. Bu yüzden de onların ne kâfirlikleri ne de Müslümanlıkları hakkında hüküm verilmez. Hiçbir kadı var mıdır ki?

- Sen içinden böyle geçirdin (yahut) gel, içinden böyle düşünmediğine yemin et desin.

Diyemez. Çünkü kimsenin içine hükmedilemez. Düşünceler havadaki kuşlar gibidir. Cümle, ibare ve söz haline geldiği andan itibaren iyiliğine ve kötülüğüne hüküm olunabilir.

Allah (c.c.) ise bütün âlemlerin fevkindedir ve ne içte ne de dıştadır. Hintli, Kıpçak, Anadolu ve Habeş hepsi de mezarlarında bir halde ve aynı renktedirler.

“En güzel şekil olan insan şekli arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz.”
(Bkz. Mesnevi, C.1)

Gerçekten de Mevlâna hürriyeti çok güzel ifade etmiş, Mesnevi adeta insanlığa hürriyet dersi verip insanın iç dünyasını hürriyet âlemi olarak ilan etmiştir. Bundan da öte düşüncenin kınanmayacağını vurguluyor. Ancak, düşüncelerin kelime, cümle, söz, yazı haline geldiğinde hakkında yorum yapılabileceğini belirtiyor. Ayrıca bütün etnik farklılıkların toprakla aynı renge bürüneceğini ve insan faktörünün düşüncenin de ötesine taştığını bildirip gerçek hümanizmi ortaya koymuştur. Maalesef batıda insanlık tükettiği kadar değer kazanıp bu tutum hümanist tavır olarak yutturulur. Hümanizm insancıl görünen kavramdan çok bir planın parçası gibi duruyor. Sanki tarih boyunca işledikleri cinayetleri örtbas için uydurulmuş yeni bir putun bir başka servis ediliş biçimidir. Batı, ilk önce aklın kuyruğuna takıldı, sonrasında aklın hâkimiyeti altında köle olunca kaybettiği ruhun yerini dolduracak bir meta aradı. Güya aradığını hümanizmde bulacağını sandı. Vahye inanmayanlar ister istemez bir suni din peşinde koşacaklardır, bu kaçınılmaz. Batı semavi dinden kopmaya devam ettiği sürece komünizm, faşizm, hümanizmde olduğu gibi birçok suni dinler icat etmekten geri kalmayacak gibi.  Şu bir gerçek; İslamiyet tek sönmeyen ışık olarak kıyamete kadar devam edecektir.

Kur’an; düşünce, ışık, hatta ilahi musikidir. Böyle bir mukaddes kelamdan bütün insanlığın alacağı sonsuz bereket vardır. Doğrusu ruhunun susuzluğunu gidermek için Kur’an kelamına ihtiyaç vardır. Mukaddes kelam-ı kadim önce Hıra mağarasında “oku” ayetiyle yankılanmış, Mekke’de kıvılcım alıp oradan bütün Asya’ya yayılmıştır, şimdi de bütün dünyayı aydınlatıyor. Hiç kuşkusuz kıyamete kadarda tüm âlemi susuzluktan kurtaran engin kaynak olarak devam edecek te. Nitekim İslâm, ırk ve inanç farkı gözetmeksizin bir arada nasıl yaşanabileceğinin formülünü asırlar öncesinden ilan etmiş bile. Hatta ilan etmekle kalmamış gönül sultanlarının feyziyle desteklemiş te. Malum o gönül sultanları Mevlana’ca “Ne olursan ol yine gel” çağrısı yapan gönül mimarlarıdır. İşte bizim insana yaklaşımımızla batıda ki sözde hümanist (sözde insaniyetçi) yaklaşım bu noktada ayrışır. Batı hümanizmi; kaba ve yapmacık olup, tüm düşüncesini dünyanın dörtte üçünü kirlettiği kölelik sistemi üzerine kurmuştur.  Biz ise insanlık sevgimizi  “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” ekseni üzerine inşa etmişiz.

Vahyin soluğu, sevgilinin bakışlarında pırıltı, gönüllerde heyecan bulan karşılıksız sevgidir. İşte gerçek hümanizm budur. Doğu’yu batıdan ayıran en bariz fark sevgi selidir. Yani, sevgisiz akıl batının içine düşüp te çıkamadığı bir gayya kuyudur. Oysa sevgiyle yoğrulmamış akıl neye yarar ki?  Bakın doğuda cebir’in, batı da geometrinin filiz vermesindeki gizem meramımızı anlatmaya yeter artar da. Anlaşılan biz şekilden ziyade öze önem vermişiz. 

Osmanlı tefekkürde tek tipti. Dolayısıyla düşünceye ihtiyacı yoktu, Kur’an ve sünnet Devlet-i Aliye’ye fazlasıyla yetiyordu. Osmanlı yaptığını kaleme, yazıya dökmemiş, ama teşkilatıyla, icraatıyla, fiiliyatıyla, medeniyetiyle düşüncesini ortaya koymuştur. Bir tür düşünce uygulaması göstermiştir. Osmanlı da düşünce adamına ancak sıkıntılı dönemlerde, ya da çöküş sürecinde ihtiyaç duymuştur. 

Osmanlı gevezeliği vakarına yakıştırmaz, daha çok kendine; “Ayinesi iştir, lafa bakılmaz” düsturunu esas almıştır. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı, düşünce kabına sığmaz, düşüncenin ötesinde bir yerde bulunmayı yeğlemiştir. Keza insanlığa teorikten uzak pratik ahlâk dersi vermiştir. Onun için Osmanlı düşünceye mahkûm değildir. Hatta kullandığı argümanların hiçbiri düşünce taşımıyordu, sadece fikir ihtiva ediyordu. Zaten fikriyatı da zikrin gülü olarak değerlendirip irşat vasıtası olarak görmüş. Bu yüzden Cemil Meriç; “Düşünce, buhranların ve tezatların çocuğudur” deyip bu gerçeği gün yüzüne çıkarmıştır. Avrupa, buhran ve tezat içerisinde geçirdiği dönemlerin girdabında telef olduğu içindir hem filozof yetiştirmiş, hem de felsefe üretmişlerdir. Ürettikçe de şüphe girdabından çıkamamışlardır. Doğu’da ise şüphecilikten pek eser görülmez. Peygamber nefesi ve kokusu doğu insanına fazlasıyla yetmiş artmış ta. Onun için bir tarihçi; “Peygamberler Asya’nın, yorumcular Avrupa'nındır” demiştir. Avrupa kesretten vahdete bir yol izleyemediğinden huzursuzdur. Doğu cenahında öyle değildir, gönül dünyasında vahdeti yaşamıştır hep. Nitekim Osmanlı’nın yükselişindeki sır vahdet iksirinde gizlidir. Batı filozoflarının hayatı incelendiğinde her birinin zıtlıklarla dolu ortamın ürettiği oyuncak çocuklar olduğu görülecektir. Onların kurdukları sistemler çelişkiler ağı üzerine kurulu olduğu içindir tüm insanlık ellerinde oyuncak misali har vurulup harman savrulmuşlardır.

Felsefeleri adeta yalanlar zinciri ağıyla örülüdür. Çünkü her icat edilen felsefe bir öncekini yalanlayan düşünce biçiminde sahne almıştır. Böylece insanlık yalan ve uydurma reçetelerle dolandırılmıştır. Felsefe; belki aklı fethedebilir, ama gönlü asla fethedemez. Bir kere kalpler katılaşmış nasıl fethedebilir ki. Kalbi ancak vahyin soluğu fetheder. Bakın bir Yahudi örgütü olan Siyonizm’le ilintili B’nai B’rith tarikatı (İbranice ittifakın çocukları demek) kendisine güdümlü beyinleri habire köle yapmak için uğraş veriyor. Şöyle ki; bu örgüte girecek Yahudiler Tekris adı verilen bir törenle (masonluğa giriş) yemin ettirilerek daha ilk baştan beyin yıkamaya tabii tutulurlar. Derken tüm Yahudi organizasyonları bu tarikattan beslenip uluslararası arenada masonluğunda üstünde bir teşkilat olarak yerini alır. Ancak bu tür teşkilatlar gönül dünyasından bihaber hareket oldukları için tüm güç dayanakları Yahudi aklına göre şekillenmektedir. Yahudi aklı malum Kitab-ı mukaddesin dışında tamamen Yahudiliğin gizli bir geleneği diye ifade edilen Tradition Orale-Kabbala’dan başkası değildir. İşte görüyorsunuz bu dogmatik akıl birçok ülkede faili meçhul cinayetlerin planını yapıp insanlığı kana bulamakta.  Dahası akıl gönül deryasını idrak edemediği için sürekli kan dökmekten yana tavır almaktadır. Ama vahiy öyle değil, her şeyi kuşattığı gibi gönlü de yumuşatıp huzura erdirir. Maalesef vahyin soluğundan yoksun kuru mantık, bütünü kuşatamadığı için parça (cüz) halde debelenip durmaktadır. Kur’an aklı, düşünceyi fethetmekle kalmaz gönülleri de ihata eder. Dolayısıyla gerçek bilgeliğin marifet, vuslat ve aşk olduğunu Kur’an sayesinde idrak ederiz. Demek ki; kurtuluş kesret deryasından vahdete dalmakla mümkün olabiliyor. Madem öyle, huzuru vahdette aramalıdır.
İslâm düşüncesinin en büyük zaferi, değişmeyeni kavramasıdır. Batıda felsefe sürekli kısır bir döngü içerisinde dönüp durmaktadır. Denemedikleri bir şey kalmadı diyebiliriz. Denediler de ne oldu, bir türlü ideal olan hayat tarzına kavuşamadılar. Müslümanların denemeye ihtiyacı olmadığından İslâm tek başına değişmeyen hakikat güneşi olmuştur. Öyle ki, İslam bütün çağları kuşatan şemsi bir güneştir. İnsan, İslâmiyet’le Ahsen-i takvime (yaratılmışların üstünü) yükselirken, batının felsefe akımıyla da Esfel-i safiline (hayvandan da aşağı) inmiştir.

Hayvan ruhu hayvani aşkla, insan ruhu ilahi aşkla dirilir. Allah aşkı var oluş sebebidir. İnsan kendi egosunda boğulmak için yaratılmamıştır,  Allah’a “abd” olmak için var olmuştur, Zaten gerçek hürriyete kavuşmak Mevla’ya abd olmaktan geçer.  Felsefeciler bugüne kadar bol bol ideoloji ürettiler de neyi hallettiler ki? Her üretilen ideoloji insanlığa barış ve huzur getiremediği gibi soluk aldıramadı da. Belli ki her ideolojinin yemişi kandır. Bizim yemişimiz ise İ’lay-ı kelimetullah için Nizam-ı âlem’dir, barış ve huzurdur. Batı inançtan boşalan yeri felsefe ve ideolojiyle doldurulmaya çalıştığı müddetçe dünyada daha çok kan akacak demektir. İdeolojiler bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günümüzde fikirleri, ülkeleri maşa ve alet olarak kullanan bir silah olmuştur adeta. Belki de insanlığın kurtuluşu insana deli gömlek giydirilmiş ideolojilerin tasallutundan kurtarmakla sağlanacaktır. Ne var ki, bütün izm’leri İslâm’ın yeniden medeniyet olarak doğma endişesi kapladığından kutlu doğum gecikebiliyor. Bir kere ideolojilerin metafiziği yok,  ellerine tutuşturulmuş bir sürü broşürlerle insanlığa ne verebilirler ki. Bu yüzden ideolojiler hakikatin tecelli etmemesi için güçlü direnç gösteriyorlar. Sadece direnç gösterseler gam yemeyiz, ideolocya ağlarını yalan üzerine sürdürme iradesi sergiliyorlar. Böylece yalan üzerine kurdukları sistemlerle dünyayı gözyaşına, kan gölüne çeviriyorlar. Hal vaziyet böyle olunca ister istemez ülkeleri insanlar yönetmiyor, ülke yönetimlerini darbeler ve namlular belirliyor. Peki, şu ideolojilerin peşine takılan sözde aydınlara ne demeli. Malum bu tip aydınlar ezberlediği nakaratları durmadan tekrarlamakla meşgullerdir. Kalemleri habire namlunun ucunda boy vermektedir.  Oysa evren çok sesli senfonidir. Sözde aydınların tek bildiği şey, kendi çalıp kendi dinlediği çalgıdır, Vahiyden bihaberlerdir! 

Düşünce tek tip olamaz, âlemşümuldur. Düşünce yerli olamaz, hem alınır hem verilir. Bizim düşünce algımız; vahiydir. Batı düşüncesinin felsefe üzerine kurulu olduğunu belirtmiştik. Batıda felsefe, doğuda ise aşk, sevgi, müzik ve ruha ait her şey var. İşte batı ve doğuyu birbirinden ayıran fark; doğunun fıtri olana talip olması, batının ise sonradan kazanılmış suni putları ölçü almasıdır. İlla da felsefe deniliyorsa,  bizim felsefemiz vahiy’dir. Batıda felsefe vardı da neyi halletti ki? Grek medeniyetinde düşünce gelişmiş, ama adalet hak getire gelişemedi, insanlık kan ağlıyor hala. Adalet ancak İslâmiyet’le mümkün, cahiliye dönemi katı kalpli Hz. Ömer’i adalet timsali yapan ruh bizatihi İslam’ın tılsımıdır.

GELECEK İLİM VE TEFEKKÜRDEDİR

Düşünce bütünü kucaklayabilirse bir anlam ifade eder. Bütünü kucaklayamayan fikirler düşünce olmaktan çıkıp zıvanalaşacaktır. Zira zırva tevil götürmez. Tek tip düşüncenin tek meşalesi gevezeliktir sadece. Düşünce, dünü yarına bağlayabiliyorsa İslâmiyet’in kabulü olacağı muhakkak. 

Bütünlükten mahrum düşünce sistemleri birbirini yalanlamakla sürekli ideoloji üretmişlerdir. Kaldı ki onlar karalama yoluyla hiçbir yere varılamayacağını idrak etmezler. Nasıl idrak etsinler ki, batının nassı kuru akıl, ideoloji ve felsefe üzerine inşa edilmiş, İslâm’ın nassı ise Kur’an ve hadis üzerine bina edilmiştir. Aslında her ikisi de nass (prensip), ama Kur’an ve hadis bütünlük arz eder, yani dünü yarına bağlar, diğeri ise bütünden bihaberdir. Kelimenin tam anlamıyla batı düşünce sisteminin her biri ayrı bir ekol, köksüz ve gelenekten uzak görüşlerdir. Oysa yaşayan toplum; Kökü mazide olan atidir. Toplum bile bütünlük arz eder. Öyleyse, bütüncü fikirler topluma nakşedilmeli. Malum insanı hiçe sayan ideolojilerin varacağı menzil, insafsız avcıya hizmet eden durakta cirit atmak olacaktır

Batı, Hümanistlerden bahsederken Yunan metinlerini tercüme eden araştırmacılar olarak niteler. Dahası Rönesans’ını, hümanistler sayesinde gerçekleştirildiğinden dem vururlar. Elbette ki bunda doğruluk payı var olmasına var ama bir şey eksik, o da hümanistlerin söz konusu metinleri kimden aldıkları gerçeğidir. Bilindiği üzere Roma Yunan’ı mahvetmiş, barbarlar da Roma’yı yıkmış. Dolayısıyla hümanistler bu iki yıkılan Roma ve Yunan medeniyetine ulaştırıcı vesikaları Araplardan alıp ülkelerine taşımışlardır, şayet o kaynakları kendi ülkelerine taşımasalardı Rönesans gerçekleşip dal budak salamayacaktı. Aslında Rönesans bizim eserimiz olmalıydı. Şöyle ki; Avrupa, orta çağında Rönesans’ını gerçekleştirirken, biz gelişme çağlarında orta çağımızı hazırlayıp inişe geçmişiz. Hatta batı, bizim klasiklerimizi tercüme edip dirilişini gerçekleştirirken, biz ise medeniyet bilincimize kaynak olan klasiklerimizi kütüphanenin tozlu raflarına kendi ellerimizle itivermişiz. Bir anlamda Avrupa’yı yeni fetihlere kanatlandıran El-Bruni, Harzemşahlar gibi nice dehalarımızın ortaya koydukları tercüme eserleridir. İşte batı bu klasikleri büyük bir aşkla okudu, okudukça da ufukları açıldı ve böylece gelişmenin merkezi oldular. Derken orta çağ zihniyetine tepki sonucu Rönesans doğmuştur. Böyle bir doğuş Grek-Romen-Hıristiyanlık sentezlemesini de beraberinde getirmiştir.

Peki ya biz, malum bizim genlerimizde Avrupa özü yok, ama batıya göbekten yapışığız hâlâ. Bakın Japonlar, hiyeroglif alfabesini ve bir tür Şintoizm dinini değiştirmediler, ama bugün gelinen nokta itibariyle adından süper devlet olarak söz ettirebiliyorlar. Maalesef bizim yarı aydınlarımız batıyı tek örnek, tek rehber olarak görmeye devam ediyorlar habire. Onlar bir türlü Margaret Thatcher’in şu sözlerinden bile uyanmazlar. Bakın Thatcher; “Güttüğüm ekonomik politika tamamı ile Hıristiyan ilkelerine uygundur” diyor. Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere her medeniyet dine dayanarak ayakta duruyor. Bu yüzden yeniden kendine dönüş veya gelişmeye Rönesans (yeniden doğuş) diyoruz. Bu da yetmez yeniden Osmanlı ülküsünü hayata geçirmeli ve çaba sarf etmelidir. Nasıl ki, batı kendi greko-latin kültüründen güç alıp Rönesans’ını kurduysa, pekâlâ bizde kendi Nizam-ı Âlem kültürümüzden kuvvet bulup yeniden doğuşumuzu gerçekleştirebiliriz. Neden olmasın ki? O halde gün tarihi kodlarımızda mevcut gerçek hürriyetin ne demek olduğunu cümle âleme ilan etme günü deyip ötelere yelken açmalı.

Türkiye’yi hangi hür fikir kurtarır soruları epey zamandır hep sorulup durur, hatta bu soruların karşılığını bulması açısından denemediğimiz reçete kalmadı da. Derken her ileri sürülen görüş kendi dar dünyasını tek hakikatmiş gibi sanıp karşıt fikirleri yok saydılar hep. Sadece yok saysalar gam yemeyiz, bu arada fikir dayatmasına tevessül edilip topluma aba altında sopa gösterilerek tepeden inmeci uygulamalar servis edildi de. Bu da yetmez jakoben varı tavırlarla hürriyeti zindana attılar, düşünceye de kement vurdular. Ara sırada halkla dalga geçercesine işgüzar tavırlarla insan kafasıyla düşünür, kalbiyle inanır edebiyatı yapıp ardından da düşüneni bir kaşık suda boğmuşlardır. Sonrası malum, köşeye sıkıştıklarında bizde ilim adımı yetişmiyor serzenişinden bulunmuşlardır. Bu kafayla tabiî ki, bizde düşünce adamı yetişmezdi, fikir özgürlüğü sözde değil özde verilseydi bu hale düşmezdik elbet. Kaldı ki bir rejim sadece polis kuvvetiyle ayakta kalmaz, güveni sağlayacak özgürlüğe de ihtiyaç vardır. O halde ne yapıp edip yeniden özgür dünyanın hür düşünce merkezi olmalıyız. Nasıl ki dünyaya bir zamanlar “Nizam-ı âlem ülküsü” gereği adalet götürmüşsek, bugün de pekâlâ hür tefekkürün ve Mutlak hürriyetin metotlarını insanlığa sunabiliriz. Zira İslâm gelişme içinde hürriyeti telkin eder sürekli.

Mutlak hürriyet Allah’tan başka tüm sahte mabutlara boyun eğmemektir. Hele çok şükür böyle bir hürriyet anlayışı fazlasıyla bizim zengin kaynaklarımızda mevcut. Ancak Asrı Saadet’te düşünce adamı yoktu, gerekte yoktu zaten. Çünkü Kur’an ve hadis fazlasıyla yetiyordu. Her şeyi birinci kaynaktan kana kana içmek varken suni şeylerle uğraşmak abesle iştigal olurdu. Bu yüzden Ashabın hayatında ruhi bunalım görülmez, huzur vardır. Onlar bir lokma bir hırka hayatı yaşarken bile mutluydular. Sakın ola ki, sahabe örneğinden hareketle düşünceye karşıymışız gibi anlaşılmasın. Zaten istesek te düşünmeden edemeyiz. Kaldı ki bugünkü dünyamız  “Asr-ı Saadet”  döneminin uzağında bir hayat yaşıyor, ister istemez düşünmek ve fikir üretmek zorundayız. Artık devir bir lokma bir hırka hayat devri değil, teknolojinin doruk noktalara ulaştığı devirdir. Madem durum vaziyet bu, o halde günümüz şartlarında geleceğimizi sloganda değil,  ilim ve tefekkürde aramalıdır. Hatta ilim Çin'de olsa bile arayınız düsturumuz olmalıdır. Her şeyden öte Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan da geçen; “İnananlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, daima Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler” (Al-i İmran/191) ayeti ışık kaynağımızdır.

Velhasıl; düşünce hürriyetine bakışımızı Kâfirun Suresini mealen zikrederek şöyle bağlayabiliriz: “Ey Muhammed! Sana bir yıl bizim putlarımıza ibadet et. Biz de senin ilahına bir yıl ibadet edelim, diyen kâfirlere de ki; Ey inkâr eden kâfirler! Ben sizin tapmakta olduğunuz putlara tapmam. Siz de benim ibadet etmekte olduğum (Allah’a) ibadet edicilerden değilsiniz. Zaten ben, sizin tapmış olduklarınıza tapan değilim. Siz de (hiç bir zaman) benim ibadet etmekte olduğuma ibadet edicilerden değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana.”

Vesselam.