İlk sefer yolculuğumuz. Mülk âleminde Âdem (a.s)’ın topraktan yaratılan bedenine ruhun üflenmesiyle başladı. Besbelli ki ‘O’ndan geldik, yine dönüş O’nadır’ hükmün tâ kendisi bir yolculuktur bu. Zaten yaratılış gayemizde bunu gerektirir. Ve bu ulvi gaye gereği Hz. Âdem (a.s)’ın eğe kemiğinden Havva anamızın vücut bulmasıyla birlikte insan nesli kıyamete dek hem çoğalsın hem de imtihandan geçsin diye çift yaratılmışız da. Hz. Adem (a.s) daha henüz dünyaya sefer eylemeden önceki vatanı cennet yurdudur. Tâ ki Âdem (a.s) imtihana tabi tutulup yasaklanmış ağacın meyvesinden yiyiverir, işte o an Havva anamızla birlikte soluğu dünya yurdunda alırlar. İlginçtir dünya yurduna savrulduklarında uzun bir süre bir araya gelemezler de. Ne zaman ki, Âdem (a.s)’ın yıllarca gözyaşı seli içerisinde çok büyük pişmanlıkla yaptığı tövbeleri Yüce Allah’ın dergâhı ilahi katında karşılık bulur, işte o gün hem Hac emri doğrultusunda Arafat’a seyrüsefer eyleyip vakfeye durulur hem de Havva anamızla büyük buluşma gerçekleşir. Derken bu büyük buluşmayla birlikte zürriyetlerinden çoğalacak Âdem neslini bir imtihan süreci de bekler. Neyse ki beklenen bu imtihan sürecinin hemen başında daha henüz dünyaya ilk adım atmadan öncesi anne karnında geçirilen dokuz aylık seyrüsefer süreçte bu uygulanmaz. Uygulanmaması da gayet tabii bir durumdur. Zira anne karnı da tıpkı Âdem (a.s) ve Havva anamızın bir zamanlar gamdan tasadan uzak hayat geçirdikleri asli vatan cennet yurdu gibi bir duraktır burası. Her ne kadar bu durağın bazı safhaları insanın dünyada geçireceği fiziki gelişim evreleriyle benzerlik arz etse de sonuçta anne karnı imtihandan geçmek için konaklanan bir yurt değildir. Nasıl ki Yüce Allah’ın; “...Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır, İşte bu Rabbiniz olan Allah’tır” (Zümer, 6) diye beyan buyurduğu şekliyle anne karnındaki embriyolojik gelişimimiz önce ‘endoderm, mezoderm, ektoderm’ safhalarına, sonrada doku ve organ safhalarına geçişimizle seyrüseferimiz son bulduysa, aynen dünya rahminde de ‘bebeklik, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık’ safhalarının herhangi bir aşamasında seyr-u seferimizin son bulacağı muhakkak. Düşünsenize misafir olarak geldiğimiz şu fani dünyada sadece bebeklik ve çocukluk evrelerinden sorumlu değiliz. Ama bizim iyi yetişmemiz açısından bu evredeki sorumluluk tamamen ebeveynlerimizin üzerine yüklenmiştir. Nitekim akıl baliğ olunduğunda kimi ebeveynlerin evlatları tercihini zilletten yana kullanırken, kimi ebeveynlerin evlatları da ‘Sefer der vatan’ aşkıyla tercihini hakikatten yana kullanacaktır. Bu demektir ki, birinciler hayatların zindana çevirerekten ömür törpülerken, ikincilerse hayatını gülistan eyleyerekten seyrüseferlerini hüsnü hatimeyle nihayetlendirirler. Nitekim Gavs-ı Sani (k.s) şöyle der: “Kalp bir çocuk gibidir, kalbe ne öğretirsen o da onu söyler. Yeni dillenen çocuğa mama, baba demeyi öğretirsen kalbe de ‘Allah, Allah’ demeyi öğretmen gerekir. Dahası o çocuğun ağzının olduğunu düşünüp ‘Allah’ demeye zorlayacaksın Çok değil üç ay, beş ay sonra bir bakmışsın kalbi ‘Allah’ demeye başlar bile. Dolayısıyla gayret etmek lazım gelir.” Ne diyelim, işte görüyorsunuz, ne mutlu dünyada iken hayatını gülistan eyleyenlere ki, asli vatan cennet yurtlarına kavuşmak için aşkla muhabbetle yana yana kıyamet saatini beklemekteler. Ki, böylesi müminler toprak altında, yani kabirde de olsalar ‘Sefer der-vatan’ tutkusu onlar için kıyamete dek hiç sönmeyen aşk meşalesi duygu selidir. Öyle ya, madem toprağın altında değil toprağın üstündeyiz, o halde tez elden azığımızı hazırlayıp ‘Sefer der-vatana’ koyulmak varken avare avare oyalanmak niye? Oysa gün bugündür. Hele ki, söz konu Sefer der-vatansa pek oyalanmaya ve ihmale gelmez de. Öyle ki, bu kutsi yolculuk sanki çeyizini hazırlamış telli duvaklı nazlı gelin misali tez elden Mevlana’ca ‘Şeb-i Arus’ beyaz kefenimizi giymeyi gerektirir de. Nasıl mı? Elbette ki, her dem ve her saniye yücelerden gelen sefer emrin gereği günahlardan uzaklaşmak, kalbi hastalıklardan arınma ve tüm kötülüklere karşı siper vaziyeti almak suretiyle manevi çeyizimizi hazırlamış oluruz. Bakınız şöyle Hak yolcularının şöyle Seyrüsefer yolculuk öykülerine, hayattayken adımlarını ‘Sefer der vatan’ adım üzere attıklarını görürüz hep. Şayet bizlerde Hak yolcularının yollarını yol, izlerini iz bilirsek, biliniz ki bu öykü de, bu kütükte bizlere de yer ayıracaklardır. Buna inancımız tam da. Yeter ki, heybelerimize doldurdukları manevi azıkları ve manevi ikramları daha yola çıkmadan dökmeyelim, bak o zaman inşallah Sadatların himmet ve bereketiyle bizim için yollar kısalır da. Kaldı ki bezm-i eleste başlayan bu yolculuk dünyada devam etti etmesine ama gelinen noktada ahrete az bir zamanımız kalmış diyebiliriz de, bu nedenle elimizi ne kadar çabuk tutarsak o kadar faydamıza. Oldu ya, ağırdan alıp, ha bugün ha yarın dersek bir bakmışsın ecel kapımıza dayandığında artık son pişmanlık fayda vermeyip iş işten geçmiş olacaktır. En iyisi mi biz bugünün işini yarına bırakmayalım, derhal hiç vakit kaybetmeden gerçek manada muhacir olmaya bakalım. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) “Gerçek muhacir Allah Teâlâ’nın yasakladığı haram işlerden kaçınan kimsedir” buyurmakta. İşte hicret yolculuğu bu hadis-i şerifin özünde gizlidir. Şu bir gerçek, dünyada iken hakikate gözünü, kulağını ve dilini kapayanlar ferasetten yoksun kör, sağır ve dilsiz insanlar gibidirler. Böyleleri çıplak gözle her şeyi gördüğünü, işittiğini, konuştuğunu zannede dursunlar aslında kazın ayağı hiçte öyle değil. Asıl görenler, asıl işitenler, asıl hakikati haykıranlar ve asıl Sefer der-vatan canlar şu hadis-i kudsi’nin sırrına mazhar olanlardır: “Bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha güzel bir şeyle yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetleriyle de devamlı bana yaklaşır. Nihayet onu severim. Ben kulumu sevince onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum (kendisine verdiğim özel nur ve yetkiyle artık) o benimle görür, benimle işitir, benimle konuşur, benimle tutar, benimle yürür. Benden bir şey isterse veririm. Bana sığınırsa himaye ederim” (Buhari, İbnu Mace). Şayet bu hadis-i kudsi ile şereflenenlerin dışındakiler bir nebzede olsa hakikat yolunda kanat çırpmış olsalardı hiç şüphesiz onlarda Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Bu yolda bir adım atana en az on adım karşılık verilir, yürüyerek gidenlere de Allah’ın rahmeti koşarak gelir” (Buhari, Müslim) müjdesine mazhar olan Salih kullardan olacaklardı. Yine de Yüce Allah (c.c) her şeye rağmen rahmetiyle affına mazhar olacak kulları için bir umut çıkışı kapısı olarak kıyamet günü meleklerine şöyle ferman buyuracaktır: “Dünyada bir gün olsun beni zikreden veya bir makamda benden korkan kimseyi ateşten çıkarın” (Buhari). Derken seyrüsefer yolunda ömründe bir kez Allah’ı zikretmiş bir kul bile bu ferman sayesinde aklanıp nihayetinde varacağı en son menzil yurdu cennet vatan olacaktır. Anlaşılan o ki, asıl seyrüsefer yolcusu yolun başından sonsuzluğa uzanabilendir. Aslında Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeru” dediği yolculuktur bu. Nitekim tasavvufta “Fenâ-fi’ş-şeyh, Fenâ-fir’r-rasûl, Fenâ-fi’llâh ve Bekâ-billâh” mertebelerini aşmakla bu yolculuğa vakıf olunabiliyor zaten. Hele sonsuzluğa vurgun bir salik, seyru süluk mertebelerini bir bir aşmaya görsün, bir bakmışsın o seyrüsefer yolcusu salik Muhabbetullah ve Marifetullah ilmine vakıf olmanın yanı sıra Yüce Allah’ın kudret, azamet ve rahmet tecellilerini seyretmekten kendini alamaz da. Yeter ki, salik bu manevi seyrüsefer yolculuğunun başlangıcında kararlı olsun, onu ne dünya malı, ne dünya hırsı, ne de dünya makamları yolundan alıkoyabilir. Böylece bu kararlılık sayesinde kendini dünya ihtiraslarından arındıracağı gibi halktan Hakk’a, mülk âleminden melekût âlemine, ilm’el yakin mertebesinden ayn’el yakin mertebelerine yükselip seyrüsefer eyler bile. Nitekim Ebu Osman el Mağribi Hz.leri bu hususta şöyle beyan buyurmuşlardır: ”Salik, heva ve hevesini terk edip Allah’a ibadet ve taata dönmelidir. Zira ‘Sefer der-vatan’ sözüyle kastedilen, bir memleketten diğer bir memlekete yolculuk etmek değildir, bilakis insanın iç âleminden Alla-u Zülcelâl’a vuslatıdır. Salik, bir mürşidi kâmil bulduğu zaman, zahiri yolculuğu bırakıp batınì yolculuğa başlar.” Gerçektende bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere Seyr u süluk yolcusu bir salik “Ben Rabbime gidiyorum” (Saffat, 99) diyen Hz. İbrahim (a.s) gibi her adımda ‘Nazar ber kadem’ düsturunca Rabbine seyri sefer yapmakta olduğunun idrakiyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Nasıl öyle anlaşılmasın ki, bikere ‘Sefer der-vatan’ asli vatana yolculuk demektir. Hatta bundan da öte Seyr-i ilâllah (Hakka sefer), Seyr-i fillâh (Hak’ta Hak ile sefer) ve Seyr-i anillâh-i billâh’a (Hak’la birlikte Hak’tan sefer) yol almanın adıdır bu yolculuk. Vesselam.