Kız çocuğunun horlandığı cahiliye toplumunda düşünün ki;

- Müjde! Müjde!  Ey Hattab!  Bir oğlun oldu diye haykırılan bu haber hiç kuşkusuz o toplum için sevinç çığlığı hiç şaşırtıcı olmayacaktır elbet.  Ve bu çocuk Ömer’dir. Hani her doğan aslına çeker ya, aynen öyle de babasının sert mizacı oğluna da sirayet eder. Nitekim delikanlı çağlarında arkadaşlarıyla her güreşmesinde rakiplerini alt etmenin yanı sıra aynı zamanda sert ve katı yönüyle de dikkat çeker hep.

O çocuk yaşta çobanlık yapmaktan da geri durmaz. Bu arada Allah Resul’ünün çobanlık yaptığı hatırlandığında, Ömer’in sıralamada kırkıncı Müslüman olması hiç fark etmez ilerisinde her çoban sürüsünden mesuldür düsturunca Müslümanların ikinci halifesi olur da. Hele ki onun Müslüman olmadan önce Mekke’de zuhur eden İslam dininin yayılışını durdurmak için kendi kendine görev üstlenişini göz önüne aldığımızda, mesela Darünnedva’da Muhammed’i öldürme kararında hiç kimsenin gıkı çıkmazken bu iş için öne atılıp ben varım diyebilmiş biriydi. Ve kılıcını kuşanıp Allah Resulünü öldürmek için yola koyulduğunda etraftan onu görenler; 

-“Ey Ömer! Bu ne celal bu ne şiddet,  önce sen kızın ve kocanı hizaya getir…” ikazıyla karşılaşması onun bir anda onuruna dokunup gözü dönmüş bir şekilde istikamet yönünü değiştirmesine ziyadesiyle yetecektir. Hızla hıncahınç kapının eşiğine gelip içeriden gelen işittiği Taha süresini okur halde kızı ve damadıyla yüz yüze geldiğinde ilk etapta her ikisini de sille tokat yere serer. Ancak, o an kendi iç dünyasında nasıl bir dalgalanma oluyorsa bu kez “Elinizde o okuduğunuz neydi” sorusunu yöneltip işin rengi bir anda değişiverir. Değim yerindeyse beyninde şimşekler çakıp akabinde o da ayetleri okumaya başlar. Öyle ki okudukça gönlü yumuşar, yumuşadıkça da yaptıklarından pişmanlık duyup soluğu Allah Resulünün yanında alır. Huzura vardığında Ömer’in ağzından dökülen ilk kelime-i şehadet cümleleri Müslümanlar üzerinde bayram havası estirir. Hem nasıl bayram havası estirmesin ki, baksanıza Müslüman oluşuna dek gizli gizli eda edilen namazlar, O’nun bir takım girişimleri doğrultusunda Mescid-i Haramda artık alenen kılınmaya başlayacaktır. Öyle ki zulüm ve baskıların ardı ardına kesilmediği günlerde Allah-ü Teâlâ’nın hicret iznini bildiren ayetlerini işitir işitmez hiç çekinmeden müşriklerin yüzüne karşı mertçe şöyle meydan okur bile:

-Şunu iyi biliniz ki; Yesrib’e hicret ediyorum. Her kim ki; karısını dul, çocuğunu yetim bırakmak pahasına benimle birlikte hicret etmek istiyorsa yarından itibaren Akik vadisine gelsin. 

Ne diyelim Ömer bu ya, malum Bedir zaferinin ardından da esirler hakkında Resulullah (s.a.v)’e emret boyunlarını vurayım dile getirecek derecede gözü kara can yürektir O.  Ancak Ömer’in tam aksine Ebu Bekir-i Sıddık (r.a)’ın esirler hakkında kurtuluş akçesi alınması yönünde ki görüşü kabul görecektir. Böylece tarihin sayfaları Yüce Allah’ın Ömer’de cemal sıfatının tezahürü, Ebu Bekir'de ise celal sıfatının tezahür ettiği iki ayrı ruh dünyasına şahit olur. 

Ömer (r.a) cahiliye döneminde şarap içenlerden biri olmasına rağmen malum O’nun Müslüman olmasıyla birlikte içki yasağı hususundaki ısrarlı tutumu karşısında Allah Resulü bu konuda ayet gelmediği için bir süre sessiz kalır. Ta ki içki ile ilgili ilk ayet nüzul olup ancak o zaman Habib-i Ekrem (s.a.v) ashabına vahy olunan ayetin hükmünü şöyle bildirir:

-Sana içki ve kumarın hükmünü soruyorlar. De ki ikisinde de büyük günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Fakat ikisinin günahı da faydasından büyüktür.” (Bakara, 219)  

Ama gel gör ki okunan bu ayetle birlikte günah varmış deyip bırakanlar olduğu gibi, faydası da varmış nasiplenelim diyenler de oldu. Dolayısıyla bu demektir ki yeni hüküm gelinceye kadar yine şarap içilecek,  kumar oynanacaktı.

Bir gün Abdurrahman b. Avf verdiği yemek davetinin ardından kılınan namazda içkinin etkisiyle Kâfirûn süresinde geçen “…putlara ibadet etmem’’ ayet mealini  “…ibadet ederiz’’ şeklinde okuması üzerine cemaat içerisinde özellikle Ömer’i rahatsız etmiş olduğu o kadar kendini belli eder ki hemen Allah Resulünün yanında soluğu alır. Derken beklenen vahiy sıcağı sıcağına nüzul olduğunda Allah-ü Teâlâ bu hususta;

-''Ey iman edenler sarhoş iken namaza yaklaşmayın’’ (Nisa, 43) ayetini vahy eyler. Ancak nüzul olan bu ikinci ayetle de canı isteyenlerin namaz dışında içki içmesi anlamında yorumlanması muhtemel dâhilindeydi. Nitekim:

-“Yüce Allah (c.c),  mademki huzurunda içkili olmamızı istemiyor,  o halde bizde namazın dışında içeriz” diyenler de oldu.

Tabii bu durumda Hz. Ömer (r.a)'ın etrafında olan bitene tahammülü kalmadığı gözlerden kaçmaz. Hemen içkinin kesin olarak yasaklanması için Allah Resulünün gözlerinin içine bakaraktan:

-Ya Rabbi! Bize açık hüküm gönder niyazında bulunup huzurdan ayrıldığı gözlenir.

Hatta yaşanan bir hadisede Utba b. Malik’in evinde içkili yemek toplantısında Sa’d b. Vakkas sarhoş sarhoş bir yandan Muhacirleri övüp diğer yandan ise Ensar’ı yerden yere vuran sözler sarf ettiğinde bir anda ortam gerilip o anda fırlatılan bir kemik parçası Sa’d’ı yaralar. Öyle ki bu nahoş durum Allah Resulüne bildirildiğinde Hz. Ömer (r.a)’da oradaydı ki yine her zaman ki gibi ellerini semaya doğru açıp:

-Ya Rabbi! Şarap hakkında kesin hüküm ihsan eyle diye niyazda bulunup yalvardığı yine gözlerden kaçmaz. Neyse ki Allah Resulü (s.a.v) Hz. Ömer'in beklediği içki yasağını bildiren kesin hükmü ashabın huzurunda Mescitte okurda en nihayetinde derin bir soluk alıp içi rahatlar. İşte içini rahatlatan bu husustaki en son gelen ayette Yüce Allah (c.c)  bakın ne buyuruyor:

-Ey İman edenler şarap, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın amelinden murdar işlerdir. Bunlardan kaçının ki muradınıza eresiniz. Şeytan şarapta ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek sizi Allah’ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık son vermiyor musunuz?’’

Evet, Hz. Ömer (r.a) okunan bu ayet karşısında bu kez;

-Ya Rabbi! Bu demektir ki bundan böyle şarap içmek yok artık deyip şükredecektir. Böylece Hz. Ömer’in üç aşamada tedrici olarak vesile olduğu içki yasağı Mekke sokaklarında şarap fıçılarının devrilmesiyle kesin hükme bağlanıp hem vücut sağlığı bakımdan hem de ruhen pirüpak bir şekilde arınmış olunur.

Hiç kuşkusuz Hz. Ömer (r.a)’ın bir şekilde sebep olduğu girişimler sadece şer’i uygulamalarla sınırlı değil elbet, cenk meydanlarında da bu kendini gösterir. Mesela Bedir, Uhud, Hendek derken Hudeybiye seferinin eşeğine gelindiğinde, Allah Resulü (s.a.v) Kâbe’yi ziyaret etmek istediklerini bildirmek için karşı tarafa elçiler görevlendirir. Amma velakin ki her defasında bu iyi niyet girişimler sonuçsuz kalır. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) karşı tarafı ikna etmek için ancak Hz. Osman’ın sözüne itibar edileceği yönünde fikir beyan eder. İşte makul görülen bu fikir üzerine Hz. Osman (r.a)  gönderilir gönderilmesine ama epey bir süre geri dönmeyince ister istemez bu kez müminler arasında ‘Osman öldürüldü’ şayiası baş gösterir. Habib-i Ekrem (s.a.v)  bu durum karşısında Rıdvan ağacının altında hemen herkesten ve Hz Osman’ın gıyabında beyat almak suretiyle etrafta yayılan şayiaların önüne geçilmiş olunur. Böylece sonraki gelişmeler ve Fetih süresinin nüzulüyle birlikte Hudeybiye seferinin bir kayıp olmadığı, bilakis ilerisinde büyük bir açılıma vesile olacak Mekke’nin fethi muştusu olduğu anlaşılır. Nitekim Hudeybiye barışının ihlali müteakip, Allah Resulü (s.a.v)  Mekke’ye yakın Merruzzahran denilen yere geldiğinde gökyüzünü kızıla boyarcasına ateş yaktırdığında Ebu Süfyan ve iki arkadaşı neler oluyor merakıyla dumanın tüttüğü yöne doğru gece karanlığında izbe iz sürdükleri sırada tuzağa düşüp yakayı ele vermesini beraberinde getirir. Tabii Hz. Ömer (r.a) bu ya,  hemen fırsattan istifade yaka paça yakalandıklarında tez canlılığını gösterip:

-Ya Resulullah! İzin verin bunların boynunu devireyim çıkışında bulunur. 

İşte bu çıkışının üzerine Abbas (r.a)’dan itiraz sesi yükselir. 

Peygamber (s.a.v) bunun üzerine şöyle der:

-Hele ikinizde bir sakin olun, sabah vakti olduğunda haklarında hüküm neyi gerektiriyorsa ona göre karar veririz elbet. 

Ve ortam bir anda yatışıverir.

Sabah vakti olduğunda Ebu Süfyan’a ilkin “Müslüman ol” teklifi yapıldığında o her ne kadar tereddütlü ifadelerle kem küm etse de araya giren Hz. Abbas (r.a)’ın sıkıştırmasıyla kelime-i şahadet getirmek durumunda kalır. Derken Mekke’nin fethi gerçekleşiverir.  Mekke’nin fethinin ardından ise malum Peygamberimiz (s.a.v) adına kadınlardan ilk beyat alma görevi Hz. Ömer (r.anh)’a nasip ve müyesser olur.

Yine Hz. Ömer (r.a)’ın bir başka dikkat çeken bir girişimi malum Münafıkların reisi İbn-i Selul’un cenaze namazını kıldırmamaya kalkışması üzerine Allah Resulü  (s.a.v)  kendisine hafif müdahale ederek geçit vermemesidir. Çünkü bu hususta daha henüz ortada nüzul olmuş bir ayet hükmü yoktu. Böylece Allah Resulünün müdahalesine maruz kalan Hz. Ömer (r.a)’ı bir anda huzurdan tard edileceği endişesi sarar. Neyse ki sonradan vahy olunan ayetler Hz. Ömer (r.a)’ı doğrulayınca ancak o zaman endişesi giderilmiş olur. 

Hz. Ömer (r.a)’ın bir başka ani çıkışı ise malum Peygamberimiz (s.a.v)  vefat ettiğinde hüngür hüngür ağlamaların gırla gittiği hüzünlü bir ortamda;  

-“Her kim ki Muhammed öldü” derse boynunu vururum çıkışında bulunma hadisesidir.  Neyse ki Peygamberimiz (s.a.v)’in ahirete irtihali sonrası onu dizginleyecek müdahale bu kez Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (r.a)’dan gelir de böylece bu tehdit varı eylem çıkışı bertaraf edilmiş olur. Besbelli ki, Hz. Ömer (r.a)’a bu ve buna benzer yapılan müdahalelerle önü alınaraktan ilerisi için daha bir kemale ermesi ve adalet güneşi olması murad edilmekte. Nitekim Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (r.a) artık ömrünü son demlerine geldiğinde hasta yatağında kendisinden sonra yerine geçecek olan kemale ermiş isim olarak Hz. Ömer (r.a)’ı tavsiye edip halife olur da. Öyle ki halifelik hırkasını giydiğinde Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (r.a) döneminden devr aldığı kazanımlara ilaveten İslamiyet’i Arap yarımadasınınım sınırlarının dışarısına, yani İran, Suriye, Mısır, Irak sınırlarının ötesine taşır. Hatta her fethettiği ülkenin İslam’la şereflenmesine vesile olduğu gibi hele bilhassa kazanılan Kadisiye zaferiyle birlikte adını tarihin altın sayfalarına ı yazdırır bile.

Peki, sadece savaş meydanlarında mı kazanımlar elde eder? Hiç kuşkusuz bunun yanı sıra cemiyet hayatında da malum O’nun dönemine kadar teravih namazını insanların bir kısmı tek başına, bir kısmı da cemaatle kılınıyordu. İşte bu hususta karışıklığa mahal bırakmamak adına valilere mektuplar gönderip birliği ve dirliği sağlayacak uygulamalara geçit verir. İşte Hz. Ömer (r.a)’ın başlattığı bu uygulama sayesinde teravih namazları cemaat halinde yirmi rekât kılınıp Ramazan ayında camilerimiz daha bir hınca hınç dolmasına ve Ramazan gecelerimiz apayrı bir anlam kazanmasına vesile olunmuştur.

Gerçekten de şöyle geriye dönüp bakıldığında cahiliye döneminde kızını diri diri toprağa gömecek kadar katı yüreğe sahip Hattaboğlu Ömer, gün gelir İslam’la müşerref olmuş halifelik sıfatıyla şereflendiğinde artık fakirlere sırtında un çuvalıyla kapı kapı dolaşan merhamet abidesi Müslümanların hadimi hüviyetinde gönüllerde taht kurmuş bir halife olarak gün yüzüne çıkar. Hatta gönüllerde taht kurmanın ötesinde “Fırat kenarında bir koyun kaybolsa onun hesabını Allah bana sorar” sorumluluk bilincinden hareketle İslam’ın adalet güneşi hadimi (hizmetkârı) olur. Zaten O, Resulullah (s.a.v) tarafından “Faruk” unvanı övgüsüne mazhar olup,  böylece adalet terazisi halifelik süresince hak ve batılı ayıracak şekilde işlemiştir hep. Ayrıca halifelik süresince her yıl Hac vecibesinden geri durmadığı gibi,  Hacda bütün valileri toplayarak bir yıllık çalışmalarının bildirimlerini almayı da ihmal etmez.  Bu arada Hac esnasında söz konusu ülke halklarının dilek ve temennileri alıp dertlerine de derman olur.  Hayatının son Haccına çıktığı demlerde ise içinden bir ses;  Resulullah (s.a.v)’in ardından emanet bıraktığı hanımlarını da Hacca götürme iştiyakı ağır basar. İşte bu duygu ve düşünceler eşliğinde sekiz kişilik hanımdan oluşan kafile yola revan olup o yıl onlara yakışır donanımla Hac vecibeleri de yerine getirilmiş olur. 

Artık hayatının son dönemleri yaklaşmıştı ki, bir gün asıl adı Firuz olan Ebu Lü’li bir Yahudi kölesi Halife Hz. Ömer (r.a)’a gelip kendisinin marangozluk ve demircilik işleri yapmasına karşılık olarak efendisinin günde iki dirhem vergi aldığını şikâyet eder. Hz. Ömer (r.a)  bu köleye cevaben; bu meslekleri yapanın günde iki dirhem vermesi çok değil der. Tabii bu cevaptan Yahudi köle hoşnut kalmayıp içten içe Hz. Ömer (r.a)’a kin besler.  Ve zaman içerisinde kin duyguları intikama dönüşür de. Nitekim bir sabah vakti Ebu Lü’li ön safta mihraba yakın konumda namaza durduğunda kin kustuğu Hz. Ömer (r.a)’ı arkadan hançerleyerekten bıçağı karnına saplayıp yere yığar. İşte Ebu Lül’lü ön saftakiler tarafından kıskıvrak yakalandığında, artık bu noktadan sonra aradan sıyrılamayacağını anlayınca hemen elindeki tuttuğu aynı bıçakla kendi göğsüne saplayıp hayatına son verir. Hz. Ömer (r.a) ise vücudundan akan kanlar eşliğinde evine götürülür. Malum şehadete yakın demlerinde oğluna:

-Tez elden Aişe'ye gidip deyin ki şayet izin verirse Resulullah (s.a.v)  ve Ebubekir’in yanına defnedilmek istiyorum. 

Hz. Aişe  (r.a) tabii bu istek karşısında kendisi için düşündüğü hayali içten gelen bir sesle bu isteği geri çevirmez.

Hz. Ömer  (r.a) bununla da kalmaz hasta yatağında tıpkı Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (r.a) gibi kendinden sonra hilafete geçecek olanları çağırıp görüşlerini aldıktan sonra sırasıyla Ali, Osman, Zübeyr, Abdurrahman ve Sa’d’dan oluşan şura üyelerini seçer. Şura heyetine şu istekte bulunup;  

-Ben öldükten sonra üç gün içerisinde kendi aranızda meşveret edip dördüncü güne kadar halife seçin der. Akabinde ise Mikdat’a dönüp şöyle der:

-Ey Mikdat! Benden sonra şura üyelerinin kapısında göz kulak olup nöbet tut. Şayet şura üyelerinden beşi birleşir, diğeri muhalif olursa onu öldürün. Yok, eğer dördü birleşir ikisi reddederse iki kişiyi öldürün. Olmadı üçe üç kalırlarsa Abdullah reyini kullansın. Oldu ya Abdullah’ın hükmüne de razı olmazlarsa Abdurrahman b. Avf’ın bulunduğu taraf tercih edilsin.

Evet, vasiyet hükmünde bu sözlerin ardından Hz. Ömer (r.a)  hasta yatağında gittikçe ağırlaşıp artık ecel vakti tamam olduğunda o çok sevdiği iki arkadaşının yanına ve Mevla’ya yürür. Derken vasiyetin gereği yapılıp,  halife Hz. Osman (r.a) olur.

Velhasıl-ı kelam; hasta yatağında son nefesini vermek üzere iken bile iyiye kötüden ayıran ruh seciyesine haiz titizlikte Ömer’ul Faruk’tu O.

Vesselam.