Ümmül Hayır doğurduğu çocukların hiçbirinden “anne” sözü işitmeden toprağa vermenin acısını yüreğinde hissederek uğurluyordu hep. Bu sefer yeni doğan çocuğunu yaşatmak adına Hacer’ül Esved’e karşı yönelip içten gelen bir yalvar yakarışla; Allah'ım! O’nu ölümden atik eyle (azad eyle), onu bana bağışla diye dua eder. Ve böylece Atik lakabı çoktan hayat iksiri olarak yaşamasına merhem olurda.  Ancak arkadaşları onun tıpkı yetişmiş bir insan gibi davranış sergilediğinden dolayıdır onu lakabıyla değil Ebu Bekir ismiyle çağıracaklardır. Gençliğinde ise malum pazar pazar dolaşaraktan ticari hayatta adından söz ettiren bir isim olarak dikkat çeker.  Hatta bundan öte asıl ona kendi adından söz ettirecek nişan hiç kuşkusuz ta çocuk yaştan beri birbirlerinin yar ve yardımcısı Muhammed b. Abdullah ile can yoldaş olmanın nişanı olacaktır.  Nitekim aralarında Kalu Bela’dan beri yazılmış bir dostluk bağının varlığına işaret olacak o nişan alnındaki parlayan nurdan o kadar kendini belli ederdi ki, Allah Resulü diğer çocukluk arkadaşları arasında sadece onu kendine sadık dost seçip yoldaş kılmıştır. Zaten birlikte zaman zaman ortaklaşa ticaret yapmaları bunun teyit eden bir durumdur.  Ki, ticarette güven esas olup dostluk bunu gerektirir. 

Hani atalarımızın “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” diye beyan buyurdukları mana yüklü bir veciz söz vardır ya, aynen öylede tıpkı Peygamberimiz (s.a.v)’in yaşantısında olduğu gibi o’da cahiliye adetlerinin hiçbirini hayatında yaşamayacaktır.  Öyle ki, hayatının her safhasına baktığımızda ne bir puta tapmışlığı söz konusu ne de bir damla olsun ağzına içki almışlığı.  Hele pırıl pırıl böylesi tertemiz hayatına birde yuva kurmak yaraşırdı ki bu noktada baba ve anne evlilik kararı aldığında ilk izdivacından Abdullah isminde çocuğu olur. İkinci evliliğinde ise malum ilerisinde Peygamberimiz (s.a.v)’in eşi olacak Aişe annemiz dünyaya teşrif eyler.

Peki, çocukluk arkadaşı Peygamberimiz (s.a.v)’e Risâlet vazifesi geldiğinde nasıl bir tavır takındı derseniz, hiç kuşkusuz Hira dağında oku emrini Peygamber dilinden daha işitir işitmez ilk iman eden sahabelerden olur. Ne diyelim,  işte gerçek dostluk bu ya,  sadece iman etmekle kalmayıp derhal dini tebliğ için sırasıyla Osman b. Affan,  Abdurrahman b. Avf,  Bilal b. Ebi Rebah,  Halid b. Said gibi daha nicelerin Müslüman olmalarına da vesile olur. Yetmedi günden güne iman halkasına dâhil olanların her bir iman eden neferin çektiği sıkıntılarına hem madden hem manen yardım elini uzatmayı da ihmal etmez. Örnek mi? İşte Din-i Mübin uğruna işkence gören köle Bilal-i Habeşi’yi sahibinden bir bedel karşılığında alarak hürriyetine kavuşturması bunun en bariz örneğini teşkil eder.  Hele hayatı boyunca tüm yardım elini uzattığı mağduriyete uğramış mazlum sahabe hayat hikâyelerine baktığımızda annesinin doğduğunda onu niye Atik ismiyle bağrına bastığını şimdi daha iyi anlıyoruz.  Meğer Atik lakabı boşa değilmiş. Öyle ya madem Atik azad etmek demek, o halde o da adına uygun davranıp iman eden her mazluma yardım elini uzatıp merhamet abidesi olması son derece gayet tabii bir durumdur. Hakeza günlerden bir gün Allah Resulü (s.a.v) Mescid-i Haram’da namaz kılarken kuşandığı izarını müşriklerin boğazına doladıkları zulmü görür görmez hemen müdahale etmesi ise dost acı günde belli olurun ta kendisi bir dostluk nişanesidir. Öyle ki canı pahasına öne atılıp müdahale ettiğinde hemen onu da orada derdest edip oracıkta bayıltırlar da.  Baygın halde uyandığında ise ağzından çıkan ilk söz: “O’na bir şey oldu mu?”  suali olur. İşte baygın halde söylenen bu söz aynı zamanda dostun derdiyle dertlenmenin ne demek olduğunu ortaya koymanın yanı sıra aynı zamanda önce canan sonra can diyebilecek yürekliliğin nişanesi bir sıddıkiyet örneği olup bu can yüreklilik annesinin mümine hatunlar halkasına dâhil olmasında etkisini gösterir de.

Ve bu öyle ulvi Sıddık olmanın göstergesi bir tutku heyecanıdır ki, Allah Resulü (s.a.v)  Mirac’a seyrüsefer eylediğinde müşrikler durum vaziyeti Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a bildirip alaylı bir üslupla:  

-Ya Ebû Bekir! Hani senin şu tutkuyla bağlandığın arkadaşın var ya,  bizlere bir gecede Mekke’den Mescidi Aksay’a, oradan da göklere çıkıp tekrardan yeryüzüne döndüğünden dem vuruyor,  ne dersin sende buna inanıyor musun?

Ebubekir hiçbir tereddüt etmeksizin cevaben:

-O ne derse doğrudur manasına Amenna ve saddakna der. 

Düşünebiliyor musunuz araştırmaya bile ihtiyaç duymaksızın “O ne diyorsa doğrudur” diyebilecek can yüreklilik örneği sergilemekte.  Nitekim o her haliyle ölü teneşirinde gassal elinde teslim olmuş meyyit misali bir karaktere haiz yürekliliğinden dolayıdır ki Allah Resulü onu hep “Ebû Bekir-i Sıddîk” ismiyle yâd etmiştir. O artık bundan böyle sahabe arasında Sıddıkıyet makamına erişen nevi şahsına münhasır bir karakter özelliğinin ötesinde ashabın arasında hem Allah Resulüne Hicret yoldaşı hem de mağarada refakatçi arkadaşı şerefine nail olma bakımdan da tek isimdir. Böylece “Kişi sevdiği ile beraberdir” hükmün tecellisi olarak mağarada örümcek ağı koruması altında dünyada ve ahirette ismiyle müsemma tek sadık dost olduğu tescillenmiş olur. Öyle ki,  üç gün boyunca mağarada beraber baş başa kalıp Medine'ye yol alacakları sırada bir atlı süvarinin arkadan yetişeceği sırada anlık bir refleksle Allah Resulünü uyarma ve haber verme şerefi de onun üzerinde sadık bir dost nişanı olarak kalır. Netice malum; Süraka atı ile birlikte üç kez kumlara gömülüp amacına ulaşamayacaktır.

Hakeza Mekke de kızı Aişe’yi nişanlayıp Medine de nikâhının kıyıldığının onurunu yaşama şerefi de onun üzerinde bir duygu seli nişanı olarak kalır.

Tabii bitmedi, dahası var: 

-Bedir savaşı sonrası arkadaşlarının esirlerin öldürülmesi gerektiği söylemlerin tam aksine onlardan fidye alınması fikrini ortaya koyup tasdik gören ona has bir ileri görüşlülük nişanıdır.  

-Allah'ın Resulü vefatına yakın hastalığından dolayı mescide gidemez olmuştu, yerine Ebû Bekir kıldırsın emri gereği hastalık süresince on yedi vakit namaz kıldırma şerefi de ona has kılınmış bir nişandır.

-Habib-i Ekrem (s.a.v)’in vefatının ardından deyip Hz. Ömer (r.a)’ın; ‘Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum’ celalli sözleri karşısında ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ ayeti mucibince Ya Baki entel Baki manasına “Sadece Allah bakidir” cevabı da ona ait has teskin edici can yüreklilik bir nişandır.  

Malumunuz Allah Resulünün vefatının ilk şokunu atlatan birkaç Hazrecli kendi aralarında ‘Kim halife olacak’ sorusu yerine ‘Halife hangi kabileden’ sorusunu gündeme getirdikleri gibi meseleyi Ensar mı olsun, Muhacir mi olsun eksenine taşımışlardır.  Hatta bununla da yetinmemişler Sa’d’ı hasta yatağından kaldırıp ‘İşte, Resulullah (s.a.v)’in halifesi budur’ şeklinde kendi kendilerine halife ilanına kalkışmışlardır.  Neyse ki tam bu sırada puslu havayı dağıtacak el olarak Hz. Ömer (r.a)  devreye girip;

-Ey Ebû Bekir! Sen ki Allah Resulüne içimizde en yakın bulunanısın,  o halde bu konuda halife olma görevi sana layıktır deyip, her kesin gözü önünde elinden biat almasıyla birlikte bir anda puslu hava dağılıp ardından Muhacir, Ensar ve her kabile itaatlerini bildiren sözlerle biat halkasına dâhil olurlar. Böylece Müslümanların ilk halifesi olma şerefine hak kazanır. Doğru olanı da buydu zaten. Çünkü Allah Resulü  (s.a.v)’in hayatta iken her türlü kabileciliğin İslam’a aykırı olduğunu beyan etmesinin asıl nedeni kan bağına dayalı bir Müslüman topluluğunun varlığının söz konusu olmasıydı. Hem nasıl ki Araplarda Kureyş ne ise Türklerde de Oğuz boyu odur. Dolayısıyla her iki boyda tarihte üstlendikleri misyonları itibarıyla çok büyük konumda yer alıp tarihin akışına yön veren kilit taşı kabile olmuşlardır. Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v)’in ardından ilk halifenin Kureyş’den olması birlik ve dirlik adına çok yerinde bir uygulama olmuştur. Halifelik kim bilir bir başka kabileden olsa idi, tarih boyunca pek çok önüne geçilmez yaraların kangrenleşmesi, dağılmaların nüksetmesi ve isyanların baş göstermesi gibi işin içinden çıkılmaz hadiselerin vuku bulması kaçınılmaz bir hal alacaktı.

Malumunuz Allah Resulünün vefatıyla birlikte bir yandan biat merasimi yapılırken, diğer yandan Hz. Ali (k.v) ise Efendimiz (s.a.v)’in o mübarek bedenini yıkayıp kefenleme görevi ifa ediyordu. Ancak kefenleme işlemlerinin akabinde, bu kez Efendimiz (s.a.v)’in nereye defnedileceği tartışmaları baş gösterir. Yine her zaman olduğu gibi ortalığı sükûnete kavuşturacak el olarak Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) devreye girip Resulullah (s.a.v)’in “Peygamberler son nefeslerini verdikleri yerde defnedildikleri...” diye beyan buyurduğu hadisi şerifin ilk şahidi olarak oradakilere hatırlatmakla bir anda alevlenen tartışmalara son vermiş olur. Böylece Efendimiz (s.a.v) Hz. Aişe’nin odasında defnine karar kılınır.  İyi ki de yücelerden gelen emirle böyle karar kılınmış, bu sayede o gün bugündür orası hem Mescidi Nebevi kapımız hem de Gül Nebevi Merkatımız olur.

Resulullah (s.a.v)’in hasta yatağında iken Usame komutasındaki ordunun sefere çıkmasını emretmiş, ancak Efendimiz (s.a.v)’in vefat haberiyle ordu dağılmaya yüz tutmuştur.  Neyse ki Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) halife olarak posta oturmasıyla birlikte ilk icraat olarak dağılan orduyu toparlayıp yeniden seferber eylemek olur. Gerçekten de sefer dönüşü sonrası anlaşıldı ki ordunun başına genç yaşta Usame’nin komutan olarak tayin edilmesi yerinde bir kararmış.  Böylece o hakkıyla görevini ifa etmenin yanı sıra Resulullah (s.a.v)’in komutanlık konusunda ne kadar dâhiyane isabetli bir karar aldığını gözler önüne serilmesine vesile olmuştur.

Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın halife sıfatıyla yaptığı en önemli bir başka icraatı ise Resulullah (s.a.v)’in vefatıyla bir kısım kabilelerin irtidat (dinden dönme) eylemlerine karşı sessiz kalmamasının yanı sıra zekât vermemekte direnenlere karşı da birlik ve dirliğin gereği dirençlerini bastırmak olmuştur. Nitekim Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın dinden dönenlere ilk zaferi Halid b. Velid komutasında Tuleyha’nın ordusunu mağlup etmesiyle gerçekleşir. Tüm bunlardan daha da önemlisi İkrime (Ebu Cehil’in oğlu) komutasında peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime Kezzab’ın defterini dürüp çok büyük bir fitnenin önüne set çekmiş olmasıdır.   Diğer bir başka önemli icraatı ise kabileleri itaat altına almak için uzak diyarlara tayin edilen emirlerin gidecekleri yerlerin belirlemesidir. Mesela bunlardan;
       -Muhacir b. Ebi Ümeyye Arv kabilesine,
       -Halid b. Said’i Şam tarafına,
       -Amr b. As’ı Kudaa’ya,
       -Huzeyfe b. Mihsan’ı Deba’ya,
       -Arfece b. Herseme’yi Mehre’ye,
       - Şürahbil b. Haseme’yi İkrime’nin yardımına,
       - Ma’n b.Haciz’i Süleym ve Hevazin tarafına,
       -Süveyd b. Mukarrın’ı Yemen taraflarında Tihame’ye,
       -Ala b. El-Hadrami’yi Bahreyn’e görevlendirilir. Derken dinden dönenlerin başvurdukları eylemler ve zekât vermemekte direnenlerin direnişleri tam manasıyla bastırılmış olur. Bu arada huzuru bozmak isteyen kabilelerin kirli emelleri ve hevesleri de kursaklarında bırakılmış olur.

Peki ya emirler! Onlar da malum; irtidat hareketlerine geçit vermemekle vazifelerini en iyi şekilde yerine getirmenin sevinciyle kendilerini Asrı Saadetin altın sayfalarına yazdıran idareciler olarak anılacaklardır.

Hemen her yerde huzur ve asayiş sağlandıktan sonra sırada şer’i hükümlerin tertibine gelir ki,   bunlardan mesela Hz. Ömer (r.a)’ın teklifiyle Kur’an ayetleri Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın döneminde Fatiha süresinden başlayarak belirli tertip üzere dizayn edilip adına Mushaf denen kitaplaşma süreci faaliyetine girişilir. Bu süreçte Mushaf oluşumu için ilk evvela mescidin yanında bir yer ayrılır, sonrasında ise malum Resulullah (s.a.v) her kime ayeti kerime yazdırmışsa şahitleriyle birlikte hazirun olarak davet edilirler. Böylece Kur’an ayetleriyle ilgili her kimde ne varsa taşlara, hurma liflerine, kemiklere, derilere, kâğıtlara işlenmiş tüm ayetler kayıt altına alınmış olur. Dahası bu sayede en başta Hz. Ömer (r.a), Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)  olmak üzere Hz. Zeyd b. Sabit ve emeği geçen diğer tüm Ashabı Güzin, Tabiin ve sonrası Ümmet-i Muhammedin tüm âlimleri eşliğinde derli toplu Mushaf’ımıza kavuşmuş oluruz. Bu yüzden ashabın el ele gönül gönüle verip birlikte yürüttükleri bu hizmetlerinden dolayı ne kadar şükretsek azdır. 

Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)  bundan sonra İslam’ın hoş sedasını tüm cihana duyurmak için gözünü komşu ülkelerin sınır boylarına dikip harekete geçer de. Nitekim Suriye, Şam,  Irak, İran taraflarına görevlendirdiği Halid b. Velid emir komutası öncülüğündeki ordu sayesinde üst üste zaferler elde edilir. Böylece o güzel komutan Allah’ın kılıcı anlamında Seyfullah lakabına mazhar olur. Öyle ki O, bu savaşlarda İran Şahı Hürmüz, Ma’kıl gibi nice komutanların başlarını devirmiş, Cabani gibilerin haddini bildirmiş, aynı zamanda Suriye’de Peygamber davetini alıp fakat tereddütte kalan Herakliyüs’in görevlendirdiği Romanos'u bile önünde diz çöktürmüş bir komutandır.

Allah’ın kılıcı Seyfullah diz çöktüre dursun bu arada Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın iki yıllık hilafetinin sonuna geldiğinde Umre yapıp hatıralarını tazeler, ama Cemaziyelahır ayının yedisine rastlayan pazartesi gününün o kuru ayazında aldığı gusül abdestinin ardından kendisini şiddetli bir titreme tutar. İşte bu titreyiş ötelere gidişin ilk habercisi olur. Şöyle ki; titreme ateşe dönüşünce yerine namaz için imamete Hz. Ömer (r.a)’ın geçmesini münasip görür. Tabii bu arada vücudu günden güne güçten takatten düşüp zayıflamaya yüz tutar. Buna rağmen hasta ziyaretine gelenleri kabul etmekten imtina etmez. Zira onu daha çok kendi sağlığını düşünmek yerine kendinden sonra ümmete en iyi çobanlık yapacak olanın derdi düşündürüyordu. Dolayısıyla gönlünde bu işin hakkını yerine getirse getirse ancak Hz. Ömer (r.a.) olabileceği kanaati ağır basar hep. Hatta bu düşüncesini Abdurrahman b. Avfan'a, Hz. Osman’a, Muhacir ve Ensar’dan görüşüne itimat ettiği birkaç dostuna açmayı da ihmal etmez.  Ve yapılan istişareler neticesinde bu düşünce olumlu karşılık bulur. Derken Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)  hasta yatağında bile Hz. Osman’a; “Benden sonra Hz. Ömer’i halife olarak bırakmış bulunuyorum” vasiyetini yazdırıp ahitnamenin mühürlenmesini emreyler. Ve Hz. Osman (r.a) öyle de yapar. Zaten dışarı çıktığında “Mühürlü ahitnamede yazılı şahsa biat ediyor musunuz” sorusunu halka yönelttiğinde hiç kimseden itiraz sesi çıkmayınca biat sözü alınmış olur.

İşte bu noktadan sonra Hz. Ömer (r.a),  Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın tavsiyesi doğrultusunda sahabenin biati gerçekleşip bundan böyle o ümmetin ikinci halifesidir artık.

Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) Hakka yürümek üzere iken odası sevenlerle dolup taşar. O artık son nefesini verdiğinde çok sevdiği Resulüllah (s.a.v)’in Kabri Şerifinin yanına defnedilip Mescidi Nebevide yerini alır. 

Halid b. Velid ise çıktığı seferlerde, Suriye’nin mühim ticari merkezlerini fethettikten sonra Busra’ya, oradan Yermuk’a hareket eder.Hatta Yermuk’ta üç bin şehit vererek kazandığı zaferinin ardından sır gibi sakladığı mektubu Ebu Ubeyde’ye verir. Mektubun içeriğinde:  

-Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın vefat ettiğini onun yerine Hz. Ömer (r.a)’ın geçtiğini, yeni halifenin seni komutan olarak atadığına dair vasiyetinin olduğu ve bugüne kadar sır gibi saklamanın sebebinin Yermük savaşının sekteye uğramamasına yönelik olduğunu belirtir.           

Böylece mektubun içeriğinden de anlaşıldığı üzere sancak emaneti teslim edip görevi devretmenin ardından; 

-Artık bundan böyle komutan sen, ben ise emrinde neferim demek vardır.

Ne diyelim çok büyük erdemlilik örneği bu ya,  Halid b. Velid onca giriştiği zaferlerine zafer katarak kendisine bu sancağı veren Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın gözü arkada kalmayacak bir şekilde öteler uğurlamış olur da.  Hem de bu öyle bir uğurlamadır ki Mescid-i Nebevide Allah Resulünün yanına defnedilecektir.  

Artık O, canından aziz bildiği Gül Nebevi can dostunun yanındadır. Kelimenin tam anlamıyla dünyada beraber oldukları gibi kabir ve ahiret âleminde de beraberlerdir. 

Sahabe arkadaşlarına deseler ki Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ı nasıl bilirdiniz, verecekleri cevap hiç kuşkusuz  “Hayatta iken usuletle suhuletle kazandığı sessiz zaferleri gibi kendi iç hayatı da sessizdi. Bu yüzden kendisi hafi zikrin Piri halifemizdir”  diyeceklerdir. 

Gerçekten de Can dostundan talim eylediği ve kalbine işlediği hafi zikrini kendi zikir halkasında oluşturduğu Sultanlarına devredip kelebek misali öyle Hakka yürür.  İşte o zikir halkasının Hafi Piri olarak kendisinden dal budak salan silsilesinden mesela günümüze kadar uzanan Halidi kolundan Sultan Seyyid Muhammed Saki (k.s)‘e devr olunan silsileyi şerife şeceresine baktığımızda ne demek istediğimiz daha da iyi anlaşılacaktır. 

Madem öyle beslenilen kaynağın bugüne kadar gelen Gönül Sultanlarının isimleri neymiş bir görelim.

 ALTIN SİLSİLE:
 1- Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)
 2- Selman-ı Fârisî (r.a)
 3-  Ebû Muhammed Kasım(r.a)
 4-  İmam Ca’fer-i Sâdık (r.a)
 5- Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)
 6- Ebü’l Hasan-ı Harakânî (k.s)
 7- Ebû Ali-i Fârmedi (k.s)
 8-  Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s)
 9- Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s)
10-  Hâce Ârif-i Rîvegeri (k.s)
11- Mahmud İncîrî Fağnevî (k.s)
12- Ali Râmîtenî (k.s)
13- Muhammed Baba Semmâsî (k.s)
14- Seyyid Emir Külâl (k.s)
15- Şah-ı Nakşibend (k.s)
16- Alâeddin Attâr (k.s)
17- Ya’kub-i Çerhî (k.s)
18- Ubeydullah Ahrâr (k.s)
19-  Mevlânâ Muhammed Zahid (k.s)
20- Derviş Muhammed Semerkandî (k.s)
21- Hace Muhammed Emkenekî (k.s)
22- Hace Muhammed Bâkî-billâh (k.s)
23- İmam-ı Rabbânî (k.s)
24- Muhammed Ma’sum (k.s)
25- Mevlânâ Muhammed Seyfeddin (k.s)
26- Şeyh Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî (k.s)
27- Mirza Mazhar Cân-ı Cânân (k.s)
28- Şeyh Abdullah-ı Dihlevî (k.s)
29- Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s)
30- Seyyid Abdullah Hakkârî (k.s)
31- Seyyid Taha Hakkârî (k.s)
32- Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (k.s) (Gavs-ı Hizanî) 
33- Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s)
34- Şeyh Fethullah Verkânisî (k.s)
35- Şeyh Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s)
36- Şeyh Ahmed Haznevî (k.s)
37- Şeyh Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (k.s) (Gavsi Bilvânisî)
38- Seyyid Muhammed Raşid (k.s) 
39- Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbâki (k.s) 
40- Sultan Seyyid Muhammed Saki  (k.s)

İşte Sıddıkiye yolu bu altın isimlerle Hafi zikir halkası olarak yol alıp bugünlere geldi. Öyle ya madem önümüze hazır konmuş durumda, o halde daha ne duruyoruz bir an evvel bu noktada bize rehber olan Hafi Zikir Sultanlarının günümüze kadar uzanan halkasına tutunup istifade etmek düşer. Yeter ki sessiz ve derinden kana kana içtiğimiz bu kaynağın kıymetini bilelim, gerisi gelir elbet.  Şayet uzun bir çileli koşuşturma neticesinde önümüze konan bu bitmek tükenmek bilmeyen bu kaynağın kıymetini bilirsek o kaynağın gönül erleri bizden usanmaz da. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’den itibaren Ümmet-i Muhammed’in büyük çoğunluğu bu kaynaktan beslenmektedir. Baksanıza Onların isimlerini anmak bile gönüllerimizi sulamaya yeter artar da.

Vesselam.