Nasıl ki insan uykudayken etrafında ne olup bittiğinden haberdar olamaz ya, aynen öylede zikretmeyen bir insanda kalben Allah’tan bihaber gafil olması kaçınılmazdır. Ki; Tarikat-ı Nakşibendîyye yolunda kalben her an uyanık olma hali,  Allah’tan gafil olmama manasına  ‘Yâd daşt’ uyanıklık olarak tarif edilir. Ama gel gör ki, Allah dostlarının dışında insanların pek çoğu sanki gözü açık olmakla uyanık olduğu zehabına kapılmaktalar. Oysa bu uyanıklık dış göz uyanıklığıdır.

Hiç kuşkusuz asıl uyanıklık iç göz uyanıklığıdır. Nitekim böylesi bir uyanıklık  ‘el kârda, gönül yar’da türünden  ‘Yâd daşt’ usulü uyanıklık olarak anlam kazanır da.  Öyle ki, bu hal üzere olanlar  ‘zahiren halkla, batınen Hak’la beraber olduklarından her şart ve ahvalde Yüce Allah (c.c)  zikreden dostlarının yar ve yardımcısı olurda.

Evet, Nakşibendî tarikatında on bir usulden biri olan ‘Yâd daşt’ prensibi salikin seyr-u sülûk yoluyla ulaşacağı en üst mertebeyi temsil eden bir usuldür.  Aynı zamanda bu usul Yüce Allah’ın beyan buyurduğu  “Öyle insanlar vardır ki,  onları ne ticaret ne alış veriş Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz” (Nur 24/37) ayet-i celilenin tatbiki usuldür.  İşte bu tatbikat üzere olan Hak yolcuları zahiren uyku moduna geçseler bile ‘Yâd daşt’ usulünce gönülleri her daim Allah’la meşgul olduklarından kalben uyanık sayılırlar zaten. Hele Hak yolcusu bir salik murakabe mertebesine ulaşmaya bir görsün onun için artık bu noktadan sonra bekabillah makamı nasip ve müesser olurda.  O halde sormak gerekir, şimdi gel de böylesi bir salik için kalbi uyanık değildir diyebilir miyiz, bilakis hakkında her daim zikreden bir kalbe ve tevhidi ikrar eden bir dile sahip olması hasebiyle Allah’ın sevilmiş, seçilmiş ve kalben uyanık Salih kullarından dememiz icab eder.  Hele birde bunun tam aksine bir insanın Allah’tan gayri şeylere yöneldiğini düşünün elbette ki bu insan için uyurgezer dememiz icab edecektir. Ki,  bu uyurgezerlik ister gözü açık ister kapalı halde olsun hiç fark etmez bunun adı gaflet uykusundan başka bir şey değildir. Tâ ki ecel kapıya dayanır, işte o zaman bu uyurgezer gaflet uykusundan uyanmış olacaktır. Amma velâkin bu uyanışın kendisine hiçbir faydası olmayacaktır.  Çünkü bu uyanış kendi iradesiyle değil bizatihi ölüm dehşetinin aklını başına getirmesiyle alakalı bir uyanıştır bu.  Şayet bu insan dünyada iken tıpkı  ‘Yâd daşt’ Hak yolcusu salikler gibi ‘ölmeden önce ölünüz’  hükmünce hareket etseydi hiç şüphe yoktur ki,  o da ölmeden önce dirilenlerden olacaktı.  Yani kalbi iri, diri ve uyanık olacaktı. İşte bu nedenle Gavs-ı Sâni (k.s) bu hususta şöyle der: 

-“Yüce Allah’ı zikre devam ediniz. Zikir çekerken uyanık olunuz. Allah zikrini kalbinizin içine yerleştiriniz. Zikir kalbe yerleşince, siz istemeseniz de kalp yüce Allah’ı zikreder. Midenizi düşünün, o, siz istemesiniz de kendi işini görür. Siz uyurken bile işine devam eder. İşte içine zikir yerleşen kalp de böyledir.” 

Öyle anlaşılıyor ki,   hayatımız boyunca her an, her salise Yüce Allah’ı yâd etmek gerekir ki  ‘Yâd daşt’  mertebesine erişilebilsin.  Bu da ancak ‘Yâd daşt’ usulünce Lafza-i celal ve Kelime-i tevhid zikrini kalbe ilmek ilmek işlemekle kazanılabilecek bir melekedir.  Öyle ki,  İmam-ı Rabbani  (k.s)  büyük çaba sonucu kazanılan böylesi melekiyet için: “Yâd-ı daşt en büyük mertebedir. Ondan sonra mertebe yoktur” diye beyan buyurmakla kalmayıp şöyle açıklık getirirde:

-“Yâd daşt ancak cezbe ve sülûk makamlarının tamamlanmasından sonra vuku bulur. Ve onun üstünlüğü kimseye gizli değildir. Bu makamda en kâmil anlamıyla fena gerçekleşir.  Mesela ileri mertebede olmakla birlikte daha henüz yolda olanlar, bu Tarikat-ı Aliyye’de sonra yaşanacak olanı başlangıca yerleştirme hükmünün gereği olarak işin sonunu hissedebilir. Fakat yoldan dönmesi mümkündür. Keza hakiki ve tam fenaya erişmiş ikinci beka sahibi kimseler ise vuslata ermiş müntehidir (tamamlayandır).  Böylesi vuslata erenlerin geri dönmesi olmaz.”

İşte İmam-ı Rabbani (k.s)’ın bu müthiş tespitleri bize gösteriyor ki, yâd daşt mertebesine erişilmeden kalbin sürekli uyanık halde kalması pek mümkün gözükmüyor.  Madem öyle,   Hak yolcusu bir salik her dem gönlü Allah’la olmalı ki,  ancak o zaman bütün eşyada ilahi tecellileri müşahede edecek derecede kalbi uyanık kalıp yoldan dönmesin. Nitekim Zünnùn-i Mısrì Hz.leri bu hususta şöyle der: “Geriye dönenler yalnızca yoldayken dönenlerdir. Kavuşanlar (vuslata erenler) ise asla geri dönmez.” 

Öyle ya,  bir insan Hak yoluna koyulmuş olsa da şayet yolda ilahi tecellilerin dışında bir şeylerle oyalanıyorsa daha yolun bitimine gelmeden geri dönmesine yol açabiliyor.  İlla ki gönlü gönle verip büyük bir sabır ve tevekkülle durmak yok yola devam etmek gerekir ki vuslat beraberinde gelsin.

Bu arada şunu da belirtmekte fayda var halk dilinde köşeyi dönme tarzında tabir edilen uyanıklıklar asla tasavvufun konusu olamaz. Çünkü bu tarz uyanıklıklar eşyaya köle olmanın tâ kendisi bir uyanıklıktır. Tasavvufta ki uyanıklık ise kalbi uyanıklıktır.  Kalben uyanık olmak içinde mutlaka Allah’tan gafil kalmamak gerekir.  Her an her saniye Allah’ı hatırda tutmak gerekir ki, hiçbir dünyevi meşguliyet saliki Allah’ı zikretmekten alıkoymasın.  Nitekim bir salik ‘Kelime-i tevhid’ zikrini yâd daşt bilinci doğrultusunda çektiğinde:

-Tıpkı namazda teşehhüde oturduğunda kelime-i tevhidin  ‘lâ’ kelimesini işaret parmağıyla yukarı doğru,  ‘İlâhe’ ibaresini de sağa çekip akabinde  ’ illallah’  ibaresini aşağı doğru indirdiğinde olduğu gibi,   ‘nefy u isbat’ zikrini de dille ikrar ederekten kalbin üzerinde Allah’tan gayri her ne  masiva varsa tepesine balyoz vururcasına indirdiğinde uyuyan kalbini uyandırmış olacaktır.  Hatta Kelime-i tevhid zikri öyle balyoz etkisi oluşturur ki, adeta kalbin üzerini siyah is bağlamış kurumu pirüpak eylemesiyle birlikte ortaya çıkan tevhidi nurun ziyası tüm vücudu aydınlatırda. Derken bu tevhidi nurun  ‘nefiy’ etkisi sayesinde bir yandan Allah’tan gayri tüm masivalar terk edilmiş olurken,  diğer taraftan  ‘isbat‘ etkisi sayesinde de baki olanın sadece Allah olduğu idrakiyle zat-ı ehadiyetin nurları müşahede edilip vuslat hâsıl olur bile.  Nasıl vuslat hâsıl olmasın ki,  bakın bu hususta Muhammed bin Abdullah el- Hâni  ‘Adap’  adlı eserinde ne diyor:

-“Zakir nefy-u isbat zikrini (kelime-i tevhid zikrini)  çekerken nefesini hapsederek zikredilen ile huzura vardırmalıdır. Salik her nerede olursa olsun kalbi her an Allah ile huzur halinde bulunmalıdır. Bu bakımdan yâd-dâşt terimi murakabe ile aynı manaya gelir. Bunun başka manası kalbi zat tecellisini müşahedeye her an uyanık tutmaktır. Zikirden hâsıl olan huzur, murakabe, sohbet ve rabıta, yâd-dâşt terimiyle aynı manaya gelir. İşte bundan hareketle diyebiliriz ki huzur, Zat-ı Ehadiyetin nurlarını müşahede etmektir. Bunun için keyfiyeti değişiktir. Çeşitli şekillerde zuhur eder. Onu havvas ehlinden başkası bilmez.”

Hâsıl-ı kelam bu müthiş sözlerin üzerine söz söylemek haddimize mi,  baksanıza ‘Yâd daşt’ usulünce her an Allah’ı hatırlama hali ancak havas ehlinin idrak edebileceği bir husustur.  Dolayısıyla bize Hak yolcularının izini iz sürmek düşer.

Vesselam.