Fil olayının üzerinden altı yıl geçmişti ki, o sıralarda Afvan b. Eb’il As’ın oğlu dünyaya teşrif eder. Bu oğul Peygamberimiz (s.a.v) ile aynı soydan olmasına aynı ama bir farkla; bir kere her şeyden önce Allah Resulü Kureyş'in Haşimi kolundan dünyaya teşrif eylerken Osman ise Emevi kolundan dünyaya teşrif eyledi..

O ilk iman edenlerin beşincisi olarak şereflenmiştir.  Şöyle ki; bu yola Hz. Ebubekir teşvik etmiş, gidelim mi demiş, evet deyince Hane-i Saadete vardıklarında Peygamberimizin dilinden tane tane dökülen inci ayetlerle bir anda kendini İslam’ın halkasında bulmuştur.

Amcası Hakem b. Eb’il As, onu namaz kılarken görünce önce uyarmış, sonra atalarının dinine dönmeyince ağaca bağlamış, derken kendisine yapılan tüm uyarılar sonuç vermeyince bu sefer bulunduğu odanın eşiğine çalı çırpı yığılıp ateşe maruz bırakılaraktan duman altı edilmiş ve bayılınca su ile ayıltılmıştır. Baktılar ki Hz. Osman kararından hiç vazgeçmeyecek gibi gözüküyor, ne halin varsa gör denilip kendi haliyle baş başa bırakmak zorunda kalmışlardır. Amcası İslam’ın fetih yıllarında boynunun vurulma pahasına da olsa korkudan iman etmiş biridir, ama Allah Resulüne hep yetim gözü ile bakmış, daha da ileri gidip Hane-i Saadetin mahremiyetini gözetlemiş, hatta birtakım konuşmalara kulak kabartıp etrafta dedikodu kazanı kaynatmasının bedeli olarak Medine’den kovularak sürgün edilmiştir. Ancak amcalık duygusu bu ya, ileriki yıllarda kendisi çağrılıp Kudâ bölgesine zekât ve sadakaları toplama görevi verilecektir. Yetmedi oğullarından Mervan’a da hilafet mührü verilir. Böylece bu durum akraba kayırımı olarak algılanıp ashap arasında birtakım huzursuzlukların doğmasına yol açacaktır.

Efendimiz (s.a.v); kızı Rukayye’yi Osman’a nikâhlamasının akabinde Habeş yurduna birlikte hicret etmişlerdir. Aradan epey zaman geçtiğinde müşriklerin secde ayetlerini işittiklerinde güya secdeye vardıkları duyumundan hareketle Müslüman oldukları asılsız haberine kapılıp Mekke’ye geri döndüklerinde yanıldıklarını gördüler. Böylece Hz. Osman ikinci defa Habeş’e dönmek zorunda kalır. Hakeza Medine’ye hicret emrin gelmesiyle birlikte de üçüncü kez hicret etme şerefine nail olur.

Malum, Medine’ye hicret edildiğinde su sıkıntısı vardı. Bir gün Resul-i Ekrem (s.a.v)’in; “Kim Rume kuyusunu satın alırsa cennette onun için hayırlı mükâfat vardır” duyurusu üzerine hiç tereddüt etmeksizin hemen kuyu başına gelip Yahudi ile pazarlığa tutuşacaktır. Şu da var ki tüm çabalara rağmen kuyunun yarısını alabilmiştir ancak. Üstüne üstük anlaşma gereği kuyudan dönüşümlü olarak bir gün Müslümanlar istifade edecek, diğer günde ise Yahudi’nin kendi inisiyatifinde olacaktı. Neyse ki nöbet gününde Müslümanlar iki günlük sularını stoklayıp Yahudi'nin gününde su almasına gerek kalmıyorlardı. Bu durumu fark eden Yahudi ister istemez kuyunun diğer yarısını da Osman’a satmak mecburiyetinde kalıp böylece kuyu suyu her gün Müslümanların hizmetine geçmiş olur. Tabii Hz. Osman'ın fedakârlığı sırf kuyu suyu ile sınırlı değil, hayatı boyunca malının büyük bir kısmını İslam’a adamışlığı da var.

Rukayye hasta idi, bu yüzden kendisine Bedir savaşına katılma izni verilmemişti. Hz. Osman Bedir zaferinin müjdesini aldığı gün Rukayye’yi de gözyaşları içerisinde Baki Kabristanı’na defnetmesine defnetmişti ama acısını günlerce üzerinden atamamıştı. Bu durum üzere Allah'ın Habibi diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikâhlamasıyla son bulur. Böylece sahabe arasında çifte nur anlamında “Zinnureyn”  sahibi tek damat ona has kılınmış olur.  Hz. Osman (r.anh) aynı zamanda peygamberimiz (s.a.v)’in hep yanı başında bulunmuş vahiy kâtibi olmanın yanı sıra Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın evliliğinde Mihri'nde Hz. Ali’nin satışa çıkardığı zırhı önce satın alıp sonra bu zırh sana hediyem olsun diyecek kadar da cömert sahibi bir yürektir o.

Allah Resulü,  Osman’ın yumuşak tabiatlı olduğunu bildiğinden ona en küçük süvari birliğinin başına bile getirmemiştir. Öyle ki bir seferinde Uhud savaşı sırasında Muhammed öldü şayiası çıkınca savaş meydanını terk etmişliği söz konusudur. Neyse ki sonrasında nüzul olan  ‘Allah onları affetti’ ayeti hükmünün tecellisiyle ancak o zaman derin bir nefes alabilmiştir.

İlginçtir bir seferinde ise Hz. Osman hakkında öldü şayiası çıkacaktır. Nitekim Hudeybiye seferinde Hz. Ömer’in teklifiyle Mekke’ye elçi olarak görevlendirilip, ancak müşrikler geri göndermeyince ordu içerisinde ister istemez Osman öldürüldü sözleri şayiası yayılır. Neyse ki Allah Resulü bu durum karşısında ashabına topluca Rıdvan Beyati vermenin akabinde sağ elini sol elinin üzerine koyup gıyabında “Bu da Osman’ın Beyatidir” demek suretiyle hem şayianın önüne geçilmiş olunur hem de müşriklere karşı gözdağı verilerekten Osman’ın serbest kalmasının yanı sıra o meşhur Hudeybiye anlaşmanın yolu açılmış olur.

Malumunuz Hz. Ömer kendisinden sonra halife olacak olanın tayini hususunda sağlığında bizatihi seçtiği şura üyelerin kararıyla seçilmesini vasiyet etmiştir. Nitekim bu vasiyet doğrultusunda şura üyelerine bir yandan nasihatler de bulunurken bir yandan da Hz. Osman'a bu hususta şu uyarıda bulunmayı da ihmal etmez. Ve şöyle der:

-Ey Osman! Şayet halifelik sana kalırsa Emevileri devlet yönetiminden uzak tut, sakın ola ki ümmetin başına onları musallat etmeyesin.  

Fakat gel gör ki Hz. Ömer’in şehit düşmesinin ardından Emeviler, kendi kan bağından olan Hz. Osman’ın hilafete geçmesine çok sevindirik olup, öteden beride zaten halifeliğin asıl sahibi olduklarını düşünüyorlardı hep. Dolayısıyla Hz Oman’ın halife olmasıyla birlikte Hz. Ömer’in yaptığı vasiyet havada kalır. Nitekim Hz. Osman (r.a) halife olduğunda ilk icraatı; Hz. Ömer’in şehit olmasında dahli olduğu düşünülen tertipçileri ortada kesin bir delile dayanmaksızın öldüren Ubeydullah’a kısas uygulanması gerektiği hükmün tam aksine diyet ödeme cezası vermiş olmasıdır. Üstüne üstük Ubeydullah öldüğünde ardından üç kişinin diyetini karşılayacak miktarda mal bırakmaması üzerine sırf halifeliğin uhdesinde çalışıyor olmasına binaen diyet borcunu ödemişliği de söz konusudur. 

Şu da bir gerçek Hz. Osman’ın Ümeyye oğullarından farklı bir yanı da vardı ki o da malum Ümeyye Oğullarından Ebu Süfyan, ömrünün son demlerinde gözü görmez bir halde aile efradını topladığında:

-Aranızda yabancı var mı diye sorar. 
Aile efradı:
-Hayır, aramızda hiçbir yabancı yoktur der.  
Bunun üzerine Ebu Süfyan:
-Ey Ümeyye oğulları! O halde şunu iyi biliniz ki,  halifelik çok önemli husustur, bir daha onu bırakmamak uğruna sımsıkı sarılınki nesilden nesile devamını sağlayabilesiniz vasiyetini yaptığında içlerinde sadece bu sözlerden hoşnut olmadığını belli eden Hz. Osman'ın memnuniyetsiz bakışları olmuştur. Derken Ebu Süfyan’ın bu sözleri dönüp dolaşa Kureyş'in kulağına gelir de. Her ne kadar Kureyş'ten Mikdad ve Ammar b. Yasir durum vaziyetten haberdar olduklarında tepki gösterseler de, Ümeyyeoğulları her zaman olduğu gibi yine bildiğini okuyacaklardır. 

Şurası muhakkak Hz. Osman'ın gerek aşırı derecede yumuşak karakterde mizaca sahip olması, gerekse akrabaya olan aşırı tutkunluk bağı onu birtakım olumsuz kararlar almaya sevk edebilmiştir. Zira halifeyken halkın şikâyeti üzerine görevden alınan Kufe valisi Sa’d b. Vakkas’ın yerine hakkında Kur’an'ın fasık olarak nitelediği üvey kardeşi Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt’ı vali olarak atayabilmiştir.

Bu arada Amr b. As ise Hz. Ömer döneminde Mısır’ı fethetmenin rahatlığı ile valiliğinin garanti olduğunu düşünüyordu hep. Fakat günlerden bir gün halifeden gelen mektupta; İbni Ebi Serh’in Afrika’nın fethi için hazırlanacak ordunun başına geçirilmesi emrini okuduğunda biranda neşesi kaçacaktır. Çünkü onun gözünde Ebi Serh sıradan bir neferdi, şimdi ise komutan olmuş durumda. Derken içini kemiren ‘kim bilir bugün yarın vali de olacaktır’ duygu ve düşünceleri eşliğinde Afrika’nın fethi gerçekleşir de. Bu durumda her ikisi de iktidar hırsıyla birbirinden habersiz halifeye mektup yazıp birbirlerini şikâyet edeceklerdir. Tabii kazanan İbni Serh olup kendisine Mısır Valiliği tevdi edilir. Böylece bir zaman hayalini bile tasavvur edemediği valilik bir hayal değil gerçek olur. Ve Amr b. As bu durum karşısında alınganlık gösteren bir haleti ruhiye içerisinde Mısır fatihi hatıralarını ardında bırakıp soluğu Halifelik makamında alır. Halifenin karşısına çıkar çıkmaz sitemini dile getirdiği gibi hayırlısı olsun deme erdemliğini bile göstermeksizin makam ve mevki hırsıyla bir hışımla huzurdan ayrılarak tepkisini ortaya koyar. 

Ebu Musa el Eşari de Basra halkınca şikâyet edilince,  Hz. Osman bu makama dayısının oğlu Abdullah b. Amir’i atar. Böylece Şam, Kufe ve Mısır tamamen Emevilerin kontrolüne geçmiş olur.

Malumunuz Hz. Osman dönemine kadar Müslümanlar Cuma namazına tek ezanla davet ediliyordu. Fakat Hz. Osman Zevra denilen bir yerde önce cuma vaktini hatırlatan bir ezan,  daha sonra asıl namazın kılınacağını bildiren ezanı okutma uygulamasını başlatmıştır. Böylece bu uygulamayla birlikte bir kısım insanlar işine dalıp cumayı kaçıracak gibi olsalar da ikinci çağrıyla gafil davranmamış oldular. Hatta bu çifte ezan çağrısı ashab tarafından güzel bulunur dersek yeridir. Sadece uygun karşılanmayan Arafat'ta cem-i takdimle ikişer rekât kılınan öğle ve ikindi namazlarının dörder rekât kıldırılması ictihadıdır.  Özellikle bu ictihada Hz. Ali (k.v) tarafından bile itiraz edilmiş, hatta bu konu sert tartışmalara yol açmıştır, derken bu uygulama ancak halifelik müddetince sınırlı kalabilmiştir.

Kur’an ilk olarak Hz. Ebubekir döneminde Mushaf haline getirilmiştir. Hz. Osman döneminde ise kurulan heyetin çalışmaları neticesinde o güne kadar değişik lehçelerde yazılı Kur’an nüshaları yakılmıştır. Böylece bir zamanlar ashabın şahitliğinde Hz. Hafsa’nın evinde asılı duran Kur’an’ın aslına uygun olarak altı adet Mushaf çoğaltılarak büyük İslam merkezlerine gönderilmesi sağlanır. Anlaşılan o ki gönderilen Kur’an-ı Kerimlerin Hz. Ebubekir döneminden tek farkı Mushaf’ın bugünkü haliyle tertip üzerine yazılmış olmasıdır.

Bu dönemde hoşa gitmeyen bir takım icraatlar da vardı elbet. Mesela Mervan otuz deve yükü hurmalarını sağda solda “Halifenin selamı var” diyerekten satmaya kalkışması şikâyete konu olmuş, ama Hz. Osman’ın yeğeni ve aynı zamanda damadı olması hasebiyle maalesef bir uyarı bile almadan mesele geçiştirilmiş olur.

Hz. Ömer devrinde Muaviye b. Ebi Süfyan Şam’a vali atanmıştı. O sürekli gözünü Kıbrıs’a dikmişti, bu niyetini bir şekilde halifeye bildirir de. Fakat Hz. Ömer Amr b. As’ın dilinden; Denizin durgunluğu gönülleri okşadığını, coştuğunda dalgaların insanlara acımadığı yönünde aldığı bilgiye dayanarak ‘Bir tek Müslüman’ın kılına zarar gelmemesi uğruna Rum ilinin zenginliğine değişmem’ cevabıyla kafasında kurguladığı hayallerine geçit vermemiştir. Ne zaman ki Hz. Osman (r.a) halife olur düşüncesi kabul gördüğünde, işte o zaman Kıbrıs fethedilir. Ve o savaşta çokça ganimette elde edilir. Böylece Hz. Osman (r.a)  döneminde İslam dünyasının sınırları daha da bir genişler hale gelir. Hatta Arabistan, Afrika’nın büyük bir kısmı, Türkistan, İran, Kafkasya gibi alanlar İslam dairesine girip sınırlar İstanbul surlarına kadar dayanabilmiştir. Ne var ki Muaviye bu sınırların ötesine gidememiştir.

Bir gün Ka’b b. Ubeyde ilmi konuda halife ile münazara yapıyordu, ama ses tonu edep sınırlarını aşacak tarzda olması Mervan’ı rahatsız etmişti. Mervan bu durum karşısında Hz. Osman’a hitaben;  
-“Böyle adamlara yumuşak davranırsan olacağı buydu, oysa hadlerini bildirmen gerekirdi”  der.

İşte bu sözler üzerine Ka’b çağrılır, sırtına yirmi kez kırbaç vurdurulur. Ancak gel gör ki o kırbaç yerken, Halife de sanki kendisi kırbaçlanmışçasına acısını yüreğinde hisseder. Öyle ki koca halife dayanamayıp bir gün yine Ka’bı çağırdığında helalleşmek üzere sırtını açıp kırbaçlanmasını dilemiştir. 
Ka’b ise:
-Müminlerin Emirine hakkım helal olsun, ne olur bunu benden dilemeyin, dediğini asla yapmam deyip huzurdan ayrılır.

Öyle anlaşılıyor ki;  Hz. Osman (r.a) halife iken bile bir idareci olarak değil de daha çok bir hizmetkâr mizaçla müminleri yönetmişliği söz konusudur. Yani gerektiğinde adalet güneşi Hz. Ömer misali hükmünü ortaya koyacak bir mizaç sergileyemediğinden dolayıdır ki Emevi istismarcılığının önü alınamamıştır. Ki; Emeviler için Basra, Kufe, Şam ve Mısır valilikleri önemli kilit noktaları olup bu amaç doğrultusunda Basra’da İbn Amir,  Kufe de Said ibn’il As,  Şam da Muaviye, Mısır da ise Ebi Serh vali olarak vazife görmekteydiler. Söz konusu valiliklerin Emevi olması halkın zihninde hep halifenin akraba yanlısı olduğu düşüncesini yer ettiği gibi atananların birçoğunun da ehliyetsiz liyakatsiz olduğu gözlerden kaçmıyordu. Hatta birtakım tarafgirlik yönetim uygulamaları ahali nezdinde sıkıntılar doğurup şikâyetlere neden oluyordu. Tüm bunalımların üstüne bir de bu arada Ruaf denen burun kanaması hastalığı salgın halde baş göstermişti ki Hz. Osman (r.a)’da bu hastalığa yakalananlar arasındaydı. Öyle ki halifede baş gösteren kan kaybı her geçen gün vücudunu bitkin hale sokunca mescide çıkamaz olmuştu. Bir gün Abdurrahman b. Avf hasta yatağında Osman’a bu haldeyken:
-Senden sonra halife olarak beni uygun görmüşsün, ancak benim halifelikte gözüm yoktur der.
Hz. Osman (r.a)  bu bilgiyi nereden öğrendiğini sorduğunda;
Abdurrahman b. Avf cevaben:
-Humran söyledi der.

Malumunuz Humran halifenin kölesi idi, işte kölesinin ağzından çıkan bu baklanın neticesinde Basra’ya sürgün edilir. Oysaki Hz. Osman (r.a) değil sağlığında, hasta yatağında kalkıp sıhhatine kavuştuğunda bile kendi yerine geçecek ismi aklının ucundan geçirmeyecek derecede tıynette bir karakter sahibiydi hep.

Bir gün Hz. Osman (r.a) Eriş kuyusunun başında Allah Resulünden kendisine kadar devr olunan ve üzerinde ‘Muhammed Rasulullah’ yazılı yüzüğü ile oynarken o sırada kuyuya düşürür. Tabii tüm aramalar fayda vermez, belli ki Allah Resulünden yadigâr kalan bu değerli yüzüğün kaybı en çokta onu derinden içten üzmüştü. Neyse ki kendisini içten içe çökerten derin üzüntüsünü giderecek bir yol bulunup kaybolan yüzüğün yerine teselli mahiyetinde diyebileceğimiz yenisi yapılarak bundan böyle yazışmalar bunla gerçekleşmiş olur.

Diğer bir başka üzücü olay ise delikanlı yaşta iki gencin başlattığı harekettir. Biri Hz. Ebubekir’in oğlu, diğeri ise Huzeyfe’nin Yemame savaşında şehit düşmenin ardından yetim kalan evladını bağrına bastığı ve birlikte hayat geçirdikleri Huzeyfe b. Muhammed idi. Öyle ki; her ikisinin de ortak adı Muhammed olan bu iki genç ulu orta yaptıkları ateşli propagandalarla Mısır halkını etkilemeye çalışıyorlardı. Aslında onların derdi davası başkaydı. Zira bu iki genç birkaç kişinin dolduruşuyla havaya girip halifeden valilik talebinde bulunmuşlardır.  Tabii huzura çıkıp Hz. Osman’dan 'evet' cevabı alamayınca, 'Sen misin bizi reddeden' diyerekten ona kin ve nefret kusacaklardır. Hatta bunla da kalmayıp Medine’den Mısır’a gelip halife aleyhinde çalışma yürüteceklerdir. Ne diyelim Hz. Osman (r.a) şefkati bu ya,  Mısır Valisi hazırladığı bir raporla halifeye durum vaziyeti haberdar edince, yıllardır bağrına basıp baba şefkati gösterdiği Huzeyfe b. Muhammed ve dava arkadaşı Hz. Ebubekir’in oğlunun yaptıkları karşısında yine de her ikisine hediye paketi gönderip gönüllerini alıp yumuşatmayı yeğler. Ancak gel gör ki onlar bu erdemli tavra karşı teşekkür etmek yerine tam aksine; 'rüşvet vererek bizi susturmaya çalışıyor' ön yargısıyla durumdan vazife çıkarıp böylece halkın gözünü bu şekilde boyayıp kendi konumlarını büyütme davası güdeceklerdir. Nitekim Savarı savaşında zaferle dönen Muhammed b. Ebi Huzeyfe gemilerin birinde yaptığı ateşli konuşmayla; 

-“Şunu iyi biliniz ki, Halife tarafından tayin edilen İbn Ebi Serh emri altında savaşa girmedim, asıl savaş Osman b. Affan’a karşı yapılacak cihattır” deyip günden güne taraftar halkasını genişletmeyi başarır da.

Aslında tüm bunlardan öte Mısır’daki karışıklığı körükleyen arka plandaki ana etken kaynak unsur Yemenli bir Yahudi olan Müslüman kılığına girmiş Abdullah İbni Sebe’den başkası değildir elbet. Öyle ki o, önce Basra Valisi tarafından farkına varıldığında sürgün edilip Kufe’ye konaklar, sonra orada tutunamayıp Şam’a konaklar. Şam’da konakladığında ise; 

-“Madem Hz. İsa  dünyaya yeniden dönecek neden Muhammed dönmesin..” tarzında ağzından dökülen  fitne kokan  sözler sarf ederek tutunmaya çalışır.. Derken bu sözler dikiş tutmayınca en nihayet Mısır’a yol alır. Mısıra geldiğinde ise daha evvelki düşüncelerine ilave olarak; “Hz. Ali’nin Peygamber varisi olduğunu, dolayısıyla halifelik O’nun hakkıdır, Osman’ın halifeliği ise zorbadır” şeklinde etrafa fitne ateşini körükleyecek fikirler ortaya atar. Böylece Mısırlıların yumuşak karnı diyebileceğimiz en hassas konuyu sürekli kaşımanın neticesi olarak en nihayetinde taraftar toplamakta zorlanmayıp Mısır içten içe kaynayan kazan hale gelir. Hele ki fitne ateşi etrafa sıçradıkça Hz. Osman (r.a) ister istemez bu durum karşısında valileriyle birlikte durum değerlendirmesi yapmanın yanı sıra Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr ile de bu meselede istişare yapma ihtiyacı duyar. Ancak olanlar olmuştu artık,  ok yaydan çıkmıştı bikere. Hz. Osman (r.a) istişare ede dursun altı yüz kişilik kafile güya umre bahanesiyle halife ile hesaplaşmak üzere Medine’ye doğru çoktan yola çıkmıştı bile. Medine'ye vardıklarında Hz. Osman’ı tövbeye davet edecek kadar ileri gitmişlerdi. İşte bu durum vaziyet karşısında Hz. Ali (k.v) eli kolu bağlı kalamazdı elbet, hemen halifenin huzurunda;  gözü dönmüş bu kalabalığa karşı en etkin önlem almanın yolu olarak ilk etapta mescitte konuşmak gerektiğini telkin eder. Ve bu telkinler yerini bulup halifenin Hz. Ali (k.v)’in telkinlerine uyarak mescitte isyancılara tesir edecek bir konuşma yapıp ardından da evine davet eder. Amma ne var ki eve davet edilen misafirlerin Mervan tarafından kovulması Hz. Ali’nin yüreğini çok sızlatmıştı. Bu yüzden halifeye bu hususta; Mervan’ı tuttun ama, bizim sözümüzü tutmadın şeklinde sitemini dile getirmekten kendini alamamıştır. Şurası muhakkak Hz. Ali (k.v) bir Haşim’i kolundan bir can yürek olarak yürütülen halife karşıtı kampanyaya hiçbir zaman alet olmamıştır. Bilakis Hz. Osman’a elinden geldiği kadar yardımcı olmuştur hep. Dolayısıyla Hz. Ali (k.v) hakkında ileri sürülen dedikodular içi boş yersiz iddialar olmaktan öteye geçememiştir.

Hz. Osman’ın ileri derecede halim ve selim tavrından cesaret alanlar onu hutbe irad ederken bile hakaret yağmuruna tuttukları gibi,  peygamber hatırası asasını kıracak kadar ileri gidebilmişlerdir. Neyse ki O, tahriklere kapılmadan kırılan asanın parçalarını bağlattıktan sonra sanki ortada hiçbir şey olmamış gibi davranıp bundan böyle asaya dayanarak hutbe irad edecektir. Bu arada Mısır’lılar vaatlerinin yerine getirileceği sözüyle dönmüşlerdi. Fakat zaman içerisinde baktılar ki görünürde bir değişiklik yok, sil baştan tekrar halifeye karşı yürütülen menfi propagandayı Mısırın dışına taşımaya koyulup oralarda bulunan tüm arkadaşlara yazılan mektuplarla sürekli  'bize katılın' çağrısında bulunuyorlardı.  Ve çağrılar etkisini gösterir de. Böylece Kufe ve Basra’dan katılan insanlarla birlikte Hac bahanesiyle yola revan olurlar. Ancak bu defa üç ayrı şehirden gelen üç ayrı grup söz konusu olup, üstüne üstük bu üç grubun da kendince halife adayı vardı. Bu grupların tek ortak yönü, düşmanlarının bir olmasıydı. Malum ortak paydada buluşturan bu birliktelik Hz. Osman karşıtlığı üzerine kurulu bir ortak paydadır. İşte bu duygu ve düşünceler içerisinde Mısırlılar Hz. Ali’ye halifelik teklif ettiklerinde yüz bulamayacaklardır. Keza Küfe halkı Zübeyr'e, Basra'lılar da Talha’ya teklif götürdüklerinde onlarda hayır cevabında bulunurlar.  Belli ki işler git gide çıkmaz bir hale dönüşüyordu. Hz. Osman gelenleri yatıştırmak adına bir yandan araya sözü geçer insanlar koyuyor, diğer yandan Muhammed b. Mesleme vasıtasıyla “Fitne katilden beterdir” uyarısı yapılıp Mısır’a yeni vali atama dâhil birçok taahhüt ve vaatler veriliyordu. Derken verilen bu vaatler ve çabalar bulanık ortamı yatıştırmaya bir nebze olsun işe yarayıp grupların geldikleri gibi yeniden şehirlerine dönmeleri sağlanabilmiştir. Fakat Mısıra dönüş yolculuğu sırasında hiç hesapta olmayan tek başına ilerleyen bir adam vardı ki, gidişatın biranda seyrini değiştirecek cinsten bir adam olarak ortaya çıkıvermişti. Nitekim o adam oracıkta durduruluyor ve yeni vali üzerinden çıkan mektuba göz gezdirince bir anda yüz renginin değişip gözlerden kaçmaz da. Zira hakkında Mısır valisine atfen kendisi için ölüm emri vardı.  Ve kendisine tekrar geri dönüş emri verilir. Durum vaziyet halifeye intikal edince bu işten haberi olmadığını söyler. Bu sözün üzere araya giren Muhammed b. Mesleme yanındaki Hz. Ali (k.v)’e dönerek:
- Bu iş olsa olsa Mervan’ın oyunudur der.  

Belli ki Mısırlıları çileden çıkartacak bu hadisede fatura halifeye kesilmek istenecektir.  Öyle ki halifenin yüzüne karşı provokasyonlara alet oldun, tedbir bile alamadınız, hatta yetmedi beceriksiz suçlamasında bulunacak kadar yakasına yapışıp halifeliği bırakması yönünde baskı kuracaklardır. 

Hz. Osman (r.anh) bu suçlamalar karşısında şöyle der:
-Rabbimin giydirdiği gömleği asla çıkaramam,  şayet bu işte dahlim varsa o zaman yapacağım tek şey elbette ki tövbe etmek olacaktır. 
Mısırlılar bu sözlere umursamaz alaylı bir tavırla;
-Bu senin kaçıncı tövben diye karşılık verip gürültüler eşliğinde işi emrivakiye getirerek:
-Mervan’ı bize teslim edin taleplerini bildirirler.
Hz. Osman (r.anh):
-Bakın bunu benden asla talep etmeyin, isteğinize yapamam deyince isyancılar bizden günah çıktı deyip odayı o anda terk ederler.
Hz. Osman (r.anh) her geçen gün gidişatın kötüye gittiğinin bilinciyle gizlice valilerin her birine işin vahamet boyutunu ortaya koyaraktan mektup gönderip yardım talebinde bulunur. Bu arada valiler içerisinde Muaviye’nin işi ağırdan alması gözlerden kaçmaz da. Derken isyancılar kırk günü aşacak muhasara sürecinin fitilini başlatmış olurlar. Şöyle ki;

Evvela evin çevresini kuşatma altına alırlar, sonra baktılar içerden tepki gelmeyince Hz. Osman’a hakaretler yağdıraraktan mescit içerisinde tartaklayıp bayıltırlar. Her ne kadar bu elim hadise ilk etapta üç beş kişinin işgüzarlığı gibi değerlendirilse de, aslında olayın boyutu Halifeye mescit yasağı getirilecek kadar mesele bir ileri merhaleye taşınmıştır. Yine de O’na her şeyden öte asıl acı veren sızı, bir zamanlar kalabalıktan dolayı ihtiyaca cevap veremez hale gelen bu mekânı bizatihi kendi kazancından satın aldığı arsayı genişleterekten yaptırdığı mescitte namaz kılmasına bile müsaade edilemeyecek duruma düşmüş olmasıdır. Ardından isyancılar bunla da kalmayıp halifenin evine tüm giriş çıkışlara yasak koymayı da ihmal etmezler. Öyle ki bir zamanlar Yahudi’den satın alıp müminlerin hizmetine sunduğu kuyu suyunu kendisinden esirger oldular. Hatta Allah Resulünün eşi Ümmü Habibe ve Hz. Ali su götürmeye kalkıştıklarında mani olmuşlar bile, neyse ki Hz. Ali de tüm engellemelere rağmen zorla da olsa suyu içeri sokmayı başarabilmiştir.

Artık Medine halkının gözü önünde zincirleme cereyan eden bir dizi hadisenin geldiği noktada bıçak kemiğe dayanmıştı ki, Hz. Ali ve oğullarından birkaç kişi hariç hemen herkes seyirci durumda kala kalmışlardı. Öyle ki tarihler Hicretin otuz beşinci yılının geçtiğini gösteriyordu ki, Hz. Osman Haneyi Saadetinde Kur’an okuyordu. O sırada ellerinde birkaç meşaleyle isyancı grubunun dış kapıyı aleve vermeleri halife için artık tehlike çanlarının çaldığının ilk işaret fişekleriydi. Böylece yükselen alevler muhafızları yangın söndürmekle meşgul edip fırsattan istifade isyancıların odaya dalmalarını sağlar. Odaya daldıklarında halifenin can yoldaş eşi Naile annemiz panikleyip can havliyle yerinden doğrulduğunda başörtüsünü çekiverdiler. Bu çirkin durum karşısında Hz. Osman (r.a); “Ey Naile! Başını ört,  öldürülmek bile senin başının açık kalması yanında hafif kalır” uyarısıyla hanımına iffetini korunmasına yönelik direnç göstermesini tembihler. Bu arada Hz. Ebubekir’in oğlu da halifenin sakalını çekiverdiğinde o an göz göze geliverip canhıraş bir şekilde ona da şöyle sitem eder:

-Baban bu durumda seni görseydi kim bilir sana ne derdi.

Tabii bu mana yüklü sözler Hz. Ebubekir’in oğlunu bir anda can evinden vurup işte o an ne oluyorsa oluyor, halifenin sakalını bırakıp dışarı çıkmak zorunda kalır. Gafiki adında bir diğer isyancı ise hiçbir söz karşısında tınmaz, o hala elindeki demir parçasıyla darbe üzerine darbe vurma derdinde olup halifenin okumakta olduğu Kur’an sahifelerine kan sıçrar da.  Her ne kadar Naile annemiz bu kan revan içinde kalan kocasını ellerinden almak istese de onunda oracıkta parmağını doğrarlar. Böylece birbiri üzerine gelen darbelerin ardından Hz. Osman (r.a) yere yığılıp bir gün önce rüyasında gördüğü Resulullah (s.a.v)’in bu gün için bizim iftar soframıza davetlisin dediği yere şehadet şerbetini içerekten icabet edip göç eyler. 

Maalesef tüm bu olan biten hadiseler zincirinin son halkasında şehit düşmüş Hz. Osman  (r.a)’ın ardından bile her zaman olduğu gibi yine Medine halkı sessiz kalıp tepki vermeyecektir. Sadece ortada Hz. Ali (k.v)’in oğlu Hasan, Zübeyr'in oğlu Abdullah’tan oluşan birkaç kişinin ortamı sakinleştirmeye yönelik çabaları hafızalarda kalacaktır hep. Nitekim her ikisi de bu olayda yaralı çıkmışlardır.  

Evet, asiler Halifeyi şehit etmişlerdi. Hatta Hz. Osman (r.a)’ın cenazesi üç gün süreyle kaldırılamadığı da hazin bir durum olarak karşımıza çıkmakta.  Elbette ki Hz. Ali (k.v) bu duruma da seyirci kalamazdı. Hani dost acı günde belli olur derler ya, gerçekten de son yolculuğunda cenazeyi bir gece vakti Baki kabristanına defnetmek suretiyle kadirşinas bir dost olduğunu gösterebilmiştir. 

Velhasıl-ı kelam, O şimdi bir gün önce rüyasında gördüğü Rasulüllah’ın bugün iftar soframızdasın davetine icabet ettiği yerdedir.

Vesselam.