Nakşibendî tarikatında ‘Bâz geşt’ cümlesinin ne anlama geldiğini düşündüğümüzde; gerek Lafza-i Celal zikrin her tesbih dönüm başında gerekse belirli sayıda çekilen Nefy-u isbat zikrin sonunda ‘İlâhi ente maksûdi ve rıdâke matlûbi’ cümlesiyle Yüce Mevla’yı layıkı veçhiyle zikredememenin acziyetinin ifadesi ve dile gelişi olarak tanımlayabiliriz pekâlâ. Nitekim Gavs-ı Sani (k.s) bu tanımda yer alan Lafza-i Celal zikrinde ‘Bâz geşt‘ usulünün nasıl yapılması noktasında sofilerine: “Zikirden maksad Yüce Mevla’ya ulaşmaktır. Dilini damağa yapıştırıp kalben ‘Lafzai Celal’ zikri çeken bir sofinin her tesbih imamesi sonunda damağa yapışık olan dilini çözüp ardından İlâhi ente maksûdi ve rıdâke matlûbi cümlesini kendi duyacağı hafif bir sesle söylemesi kâfidir” şeklinde izahatta bulunmuştur.
Evet, Hak yolcusu bir salik ister seyr-u sülùkun başlangıcında, isterse nihai aşamasında olsun hiç fark etmez, talim eylediği zikri hakkıyla yâd edememenin gönül hüznü diliyle ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi‘ cümlesini ‘Bâz geşt’ usulünce telaffuz etmesi icab eder. Hele birde talim eylenen zikir ‘Nefy-u isbat’ zikriyse salikin bunun üzerinde daha da özene bezene hassasiyet göstermesi gerekir. Hem nasıl özen gösterilmesin ki, bikere her şeyden önce çekilen zikir yükte hafif aynı zamanda paha biçilemez kıymet değer ağırlıkta bir zikirdir. İşte bu nedenledir ki Resul-i Ekrem (s.a.v.) bu hususta ümmetine “Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime ‘Lâ ilahe illallah’tır. Zira yedi kat gök ve yedi kat yerin terazinin bir kefesine (konsa), Kelime-i Tevhid zikrini de bir kefesine konsa bu kelime ağır gelir” demekten kendini alamamıştır.
Hiç kuşkusuz Kelime-i tevhid zikriyle Yüce Allah’ı hakkıyla yâd etmek her baba yiğidin harcı değil, Şimdi gel de böylesi övülmüş zikri talim eyleyen Hak yolcusu bir salik, acziyetini ‘Bâz geşt’ usulünce, yani ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi ‘ cümlesiyle dile getirmesin, ne mümkün. Elbette ki Hak yolcusu bir salikin nefesini tutaraktan yirmi bir adet çektiği ‘Lâ ilahe illallah’ zikrinin hemen ardından nefesini salıvermesiyle birlikte acziyetini ‘Bâz geşt’ cümlesiyle ifade etmesi gayet tabii bir durumdur. Zaten yüce makamlara hal durum vaziyeti arz eylemek bunu gerektirir.
Gerçekten de Kelime-i Tevhid zikrinin paha biçilmez bir zikir olduğunun işareti şundan besbellidir ki, Nakşibendî Sadatları taliplilerine bu zikri yolun başında değil de sonunda vermekteler. Malumunuz yolun daha henüz başlangıcında olan bir sofiye Lafza-i Celal zikri talim ettirilmekle kalbin olgunlaşması beklenirken, sonrasında letaif zikriyle de vücudun tamamının zikirleşmesi hedeflenir, derken en nihai aşamada Peygamber kavlince övülmüş zikirlerin şahı diyebileceğimiz ‘Kelime-i Tevhid’ zikri talim ettirilmek suretiyle de tevhidi şuur aşılanmış olur. Hele o aşı tuttuğunda biliniz ki, dünyanın tüm hazineleri o sofinin önüne serseler de ne fayda, dönüp bir kez olsun yüzüne bakmayacağı aşikâr. Zira bu noktadan sonra o sofinin yüzü hep Allah’a dönük olacağından ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi’ ifadesinde anlamca yerini bulan ‘Allah’ım maksadım sen, isteğim ve aradığım senin rızanı kazanmaktır’ arzu halinin yüce makamda kabul görmesi çok büyük bir hazine olur artık. Ki; kabul gören bu arzu hal sıradan bir arzuhal değildir, bilakis Nakşibendî Tarikatının on bir kandilinden ‘Baz geşt’ usulü arzuhal namedir bu. İşte Hak yolcusu bir salik, kabul gören bu arzu hali sayesinde dünya ve dünya içindekilerin bu gün var yarın yok olacağının bilinciyle baki olan Yüce Allah’ın ipine daha da büyük bir iştiyakla sarılır da. Öyle ya, ne de olsa tüm mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın zatı tecellisine muhtaç durumda ancak varlığını sürdürebiliyor, o halde baki olan Allah’ın ipine sarılmak varken eninde sonunda bir gün yok olmaya mahkûm geçici masivalara niye sarılsın ki. Üstelik bu noktada Allah’ın ibadete de ihtiyacı yoktur, asıl kulların ibadete ve zikre ihtiyacı vardır. Hele ibadet ve zikirden yoksun bir hayat sürsün bak o zaman o kulun hayvandan daha da aşağı mertebede her an insanlıktan çıkması an meselesi diyebiliriz. Kaldı ki Allah adını anmayan bir insan nasıl ruhunun susuzluğunu giderebilir ki. Mutlaka manevi ihtiyacını ve susuzluğunu gidermek için her an her salise Yüce Mevla’yı yâd etmeye mecbur da. Dolayısıyla buradan çıkaracağımız ders şu olmalı, vird çekerken Allah’tan gayri her ne masiva varsa hepsinin fani ve yok olmaya mahkûm olduğunun bilinciyle tek temel hedefimizin Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Zira O’ndan geldik dönüş yine O’nadır.
Evet, Hak yolcusu bir salik için önemli olan O’na dönüş manasına ‘Er rücu’ yolunda ‘la ilahe illallah’ zikrinin akabinde nefesini serbest bırakacağı sırada ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi’ cümlesini şeklen değil, bilakis ‘Baz geşt’ usulünce en samimi kalbi duygularla arzuhalini arzı endam edebilmek çok mühimdir. Nitekim bu hususta Muhammed bin Abdullah el- Hani ‘Adab’ adlı eserinde şöyle der:
-Zakir ‘Nefy ü isbat’ zikrini çekerken nefesini salıverdiği vakit söylediği şu mübarek sözün manasını düşünmelidir: ‘Ey Rabbim, maksudum ancak sensin ve isteğim ancak senin rızandır’ derken nefy ü isbatın manasını te’kid etmelidir. Bunu yapmak zakirin kalbinde tevhid hakikatinin sırrını yerleştirir. O hale gelir ki; nazarından bütün mahlûkat silinir, sadece Hakk’ı görür. Hak Teâlâ’nın varlığı zahir olur. Nakşibendî büyüklerinin saliklere bunu özellikle emretmelerinin sebebi budur. Salik zikrediyorsa zikrinin manasını düşünecektir. Tevhidin sırrına böyle erer. Masivadan böyle sıyrılır, tevhide böyle ulaşır…”
İşte bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere Kelime-i tevhid zikrinin feyzi bereketiyle kendi egosunu hiçe sayaraktan içtenlikle maksadının Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu arzı endam eyleyen bir salik ‘Bekâbillah’ makamına adım adım ilerler de. Hatta o salik ‘Bâz geşt’ ifadesinin mana ve ruhuna sadık kalaraktan rıza sıfatıyla donatılmaya kendini adar bile. Nasıl kendini adamasın ki, içtenlikle söylediği o ‘Baz geşt’ cümlesinin yüzü suyu hürmetine Allah’ın rızasını kazanacağının heyecanı ve ümidiyle hem Tevhidi zikrin sırrına vakıf olur hem de Allah’ın sevilen kullarından olur. Nitekim ‘Riyazus Salihin’ adlı eserde geçen sahih bir hadiste (hadis-i kutside) de zikredildiği üzere Peygamberimiz (s.a.v) bu hususu ashabına şöyle duyurur da:
-Allah (c.c) bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'i çağırır:
“Ya Cebrail! Filan adamı seviyorum. Sen de sev” der.
Bunun üzerine Cebrail (a.s.) kendi başkanlığında ki melekler meclisinde onlara şöyle hitab eder:
“Hak Teâlâ filan kulunu seviyor, siz de seviniz.”
İşte bu duyuru anında gök kubbede yankı bulur da. Tabii bu duyur sadece semavatla sınırlı kalmaz, bu kez Cebrail (a.s.) yeryüzü ahalisine yönelip çağrısını şöyle seslendirir:
“Allah (c.c) filan kulunu sevmiştir. Siz de Allah'ın filan kulunu sevin.”
Böylece bu duyuruyla birlikte yeryüzünde ne kadar samimi mümin, ne kadar Salih kişi varsa onların gönlünde taht kurmuş olur. Yeter ki o salik, sevildiğini kendinden değil, bizatihi Yüce Allah (c.c.)'ın ilahi takdiri ve lütfuyla olduğunu bilsin bu sevgi seli sadece dünya ile sınırlı kalmaz kıyamet günü sevdikleriyle beraber olacak şekilde devam eder. Delil mi? İşte Peygamberimiz (s.a.v)’in “Kişi sevdiği ile beraberdir” beyan buyurması bunun bariz delili zaten.
Evet, her şey sevip sevilmekte gizli.. Öyle ki, Nakşîler kalben Allah adını sinelerine nakşede nakşede bu işin Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmaktan geçtiğini fark etmişlerdir. Bu nedenle ‘Bâz geşt’ usulü on bir kandilin en önemli ışıklarından biri olarak yerini alır bile. Düşünsenize Hak yolcusu bir salikin bu müthiş ışık kandili usulle Allah’ın rızasını kazanıp sevgisine nail olduğunu, hiç kuşkusuz o Salih kişi Allah’tan gayrı tüm sahte mabutlara meydan okur da.
Şurası muhakkak, insan ne ararsa kendinde aramalı. Şayet Allah (c.c) bir kulunu sevmiyorsa, insan bilmeli ki Cebrail (a.s.) yukarıda bahsi geçen hadisi kutsinin gereğini yapıp hem semavat ehli hem de yer ehlinden Salih insanlar o insanı sevmeyecek demektir. O halde bize düşen neydik edip gönül aynası Allah sevgisiyle dopdolu, bir gönlün içine girmek olmalıdır. Nasıl mı? Allah’ın razı olacağı bir kul olmakla elbet. Bunun dışında ne para ne de pul bir gönle girdirebilir. İlla ki, ‘Bâz geşt’ düstur üzere kul olmak gerekir ki, sevilenlerden ve sevilmişlerden olunabilsin. Aksi halde etraftan insanların durduk yere bizden nefret duymamalarını ya da bizi sevmelerini beklemek hayal olur. Allah’a öyle abd (kul) olmalı ki, bizi gören bizde dirilmeli. Bu da ancak sıdk ile Yüce Allah’ı can-ı gönülden zikr eylemekle mümkün. Düşünsenize böylesi Allah adını hem dilinden hem de kalbinden düşürmeyen bir kulu kim sevmez ki. Zira her kim Yüce Allah’ı (c.c) ‘İlâhi ente maksùdi ve rıdâke matlûbi’ cümlesinin mana ve ruhuna uygun rızasını talep ettiğinde, biliniz ki eninde sonunda o kul bir yandan Yüce Allah’ın sevgisine mazhar olacağı gibi diğer yandan da insanların samimi sevgisini de kazanmış olacaktır. Samimi sevgi derken, elbette ki Allah rızası için sevmek ve sevilmeyi kast ediyoruz. Nitekim sevilmişlerin sevilmişi seçilmişlerin seçilmişi Gönüller Sultanı Seyda Hz.lerinin yurdun dört bir yanından büyük bir sevgi seliyle kafileler halinde ziyaretine gelen insanlara bu hususta şöyle sohbet etmeleri son derece manidardır:
-"Eğer ki benim yanıma Allah (c.c) rızası için geliyorsanız gelin, yok eğer seyyid olduğum için, âlim olduğum için, Gavs (k.s)’ın oğlu olduğum için geliyorsanız hiç boşa yorulmayın. Şayet bu niyetle gelirseniz, kıyamet gününde Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in huzurunda sizden davacı olurum. Madem geliyorsunuz, o halde niyetinize Allah (c.c) rızasını alın öyle gelin. Hatta buraya gelip tövbe ettikten sonra bu dergâhta menfaat görmedim diyorsanız başka mürşide gidin. Zira hidayetiniz burada olmayabilir. Şayet bunu da yapmazsanız, yine bundan dolayı da mahşerde davacı olurum."
Ne diyelim, işte görüyorsunuz asıl sevgi budur. Ki; Nakşibendî tarikatında ‘Bâz geşt’ usulünden asıl maksatta Allah rızası için sevmek ve sevilmektir zaten. Hakeza buna Allah için buğz etmek de dâhildir. Bir başka ifadeyle ‘Bâz geşt” usulünde Resulü Ekrem (s.a.v.)’in "El muhubbi lillah vel buğzu lillah" diye beyan buyurduğu şekliyle muhabbeti de buğzu da Allah (c.c) rızası için yapmak esastır. Öyle anlaşılıyor ki, ‘Bâz geşt’ usulünde Allah’ın rızalığını kazanmak doğrultusunda ‘sevmek, sevilmek ve buğz etmek’ üçlü sacayağı çok mühim can alıcı noktadır. Madem öyle, Allah’ın sevgisine mazhar olmayı hedeflemiş bir dervişin her zikredişinde Hak Teâlâ’yı layıkı veçhiyle zikredemeyişini ‘Bâz geşt’ cümlesiyle Hakka arz etmeli ki, yüce Allah’ın lütfu ve ihsanı da beraberinde gelsin. Zira Hak Teâlâ’nın ihsanı olmadan hiçbir kimse ‘Allah’ adını hakkıyla yâd edemez. Yok, ben şu kadar zikir çektim, yok ben şu kadar amel yaptım, yok şu kadar hayır hasenatta bulundum türünden ifadeler tam da insanı yolundan ve hedefinden şaşırtacak nefsanî ve şeytani aldanmanın bariz göstergesi ifadelerdir. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s) bu hususta sofilerini şu sohbetle uyarır da: '' Kendi nefsinizi kâfirden aşağı görmedikçe bu yolda asla ilerleyemezsiniz.''
Tabii bu sohbetten hedeflenen temel amaç bir müminle bir kâfirin kıyasını yapmak değildir, tam aksine nefsin dizginlenmesine ve nefis muhasebesine yönelik bir sohbettir bu. Malumunuz hidayet Allah’tandır. Öyle ya, günün birinde bir bakmışsın kâfir denilen adam hidayete erip Müslüman olmuş, dolayısıyla burada asıl düşünmemiz gereken husus ne oldum değil ne olacağımız hususu çok önem arz etmekte. Yani, asıl biz ne durumdayız onun icabına bakmak nefis muhasebesi için çok mühim bir örnek tutum olacaktır. Bu örnek tutumun dışında kendini Kaf dağında görmek, insana hiç bir şey kazandırmayacağı apaçık ortada zaten. İnsana kazandıracak tek şey ‘Baz geşt’ adabıdır, yani tevazuu zırhıdır. Örnek mi? İşte Seyda Hz.leri bunun en bariz örneği. Üstelik de Seyda (k.s) yurdun dört bir yanında kendisini ziyarete gelen on binlerce insanın havasına ve cazibesine kapılmaksızın; ‘Madem buraya geliyorsunuz, bari niyetinize Allah (c.c) rızasını alın da öyle gelin. Yoksa ruz-i mahşerde hepinizden davacı olurum’ diyecek kadarda ‘Bâz geşt’ zırhı giymiş Gönül Sultanıdır o. Hiç kuşkusuz çevremizde her birimiz bu örneğin tam zıddı bazı uç örneklerde görmüşüzdür. Nitekim bazı aklı evveller etraflarına birkaç kişi topladıklarında bir anda kendilerini dev aynasında görebiliyorlar. Onlar kendilerini dev aynasında göre dursun, bakın halen bu gün olmuş Menzil’de Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’den Seyda Hz.lerine, Seyda Hz.lerinden Gavs-ı Sani (k.s)’e, Gavs-ı Sani Hz.lerinden Muhammed Saki (k.s)’e gelen dalgada tevazuu halinden zerre miskal olsun şimdiye kadar hiçbir eksilme görülmemiştir. Bu durumda hem nasıl eksiklik görülsün ki, ‘Bâz geşt’ usulünce yola devam edilmekte zaten.
Hâsıl-ı kelam şu iyi bilinsin ki, Allah (c.c) yolunda Sadatlar toprak oldukça kıyamete kadar has bahçelerinde yetişen güller ve çiçekler de hiç eksik olmayacaktır.
Vesselam.