Nasıl ki bir insan ‘eline, diline ve beline’ sahip olmakla zahiren temizlenmiş sayılır ya, aynen öyle de bir insan kalbine sahip olmakla da batınen pirüpak temizlenmiş sayılır. Hele bu noktada bilhassa bir sofi için batınen pirüpak olmak elzem de. Zira sofi kalbine sahip olması gerekir ki, ‘Nigâh dâşt’ usulünce seyr-u sülûkunu tamamlayabilsin. Zaten Nakşibendî Tarikatında zikir esnasında kalbi her türlü hal havatırdan, dünyevi düşüncelerden ve nefsanî arzulardan korumak ‘Nigâh dâşt’ adabının bir gereği olarak anlam kazanır. Her ne kadar Allah’tan gayrı her türlü düşüncelerden kalbi muhafaza etmek öyle kolay olmasa da bir şekilde bu yolun yolcuları bu adabın gereğini yapmaya kendini zorlamak durumundadır. Aksi halde vird olarak çektiği ‘Lafza-i celal’ veya ‘Nefy u isbat’ zikrinden istifade edemeyecektir. Ki, burada bahis konusu kalb olunca akan sular bile durur diyecek noktadayız, yani dikkat edin Yüce Allah’ın doğrudan nazar ettiği merkezden söz ediyoruz, olayısıyla bu söz konusu nazargahı kalbin korunmaya alınması icab eder. Nitekim kalbin korunmaya alınması, aynı zamanda bir insanın içini ve dışını korumaya alması demektir. İşte bundan dolayıdır ki, Nakşibendî tarikatında vird esnasında Nefy-u isbatın dışında hiçbir şey düşünmemek ‘Nigâh daşt’ olarak tarif edilir. Böylece bir salik, bu tarif üzere Kelime-i Tevhidin mana ve ruhuna odaklanmakla kalbini korumaya almış olur da.
Bakınız, Muhammed bin Abdullah el- Hâni ‘Adab’ adlı eserinde ‘Nigah daşt’ adabı ve usulü hakkında ne diyor:
“Zikri, Nefy-u isbat şeklinde yaparken manayı düşünmekten kalbi muhafaza etmektir ki, manayı düşüneceğim derken kalbine havatır girmesin. Eğer havatırdan kurtulamazsan zikrin faydası olmaz. Zikirden maksat mezkûr ile huzura varmaktır. Kalb havatırdan korunmazsa neye yarar ki? Dolayısıyla salik kalbini her halükarda havatırdan muhafaza etmeye çalışmalıdır. Çeyrek saatte de olsa kalbi havatırdan muhafaza etmek çok zor bir iş olduğu muhakkak. Zaten zor olanı yapmaya muvaffak olan kimse tasavvufun semeresini almış olur. Çünkü tasavvuf, hem kalbi havatırın girmesinden hem de bir sürü fasid fikirlerden muhafaza kuvveti demektir. Bu iki şeyi yapan kalbinin hakikatini bilmiş olur. Nitekim Peygamber (s.a.v)’in ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ diye beyan buyurması bunun içindir. Keza Şeyh Ebu Bekir Kettani’de der ki; Kırk sene kalbimin kapısında bekçilik yaptım, onu Allah Teâlâ’dan gayrisine açmadım. Kalbim o hale geldi ki Allah’tan on gece muhafaza ettim. Kalbim beni yirmi sene muhafaza etti.”
Evet, Muhammed bin Abdullah el- Hâni’nin bu müthiş eserinin sayfalarını çevirdikçe ister istemez bu işi başaran saliklere gıptayla bakaraktan şöyle imrenip “Ne mutlu onlara ki, Nigâh daşt usulünce kalbini muhafaza edip hem zahirleri, hem gönülleri temiz” demekten kendimizi alamayız da. Hem nasıl gıptayla bakmayalım ki, Seyda Hz.leri bilhassa bu hususta sofilerine şu teşvikte bulunur da: “Sofi odur ki; Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in ahlakıyla boyanmaya gayret edendir. Sofi, Resulullah (s.a.v)’in ahlakıyla öyle ahlaklanmaya çalışmalıdır ki; zahiren üzerine ne bir haksız kazanç, ne bir haram, ne de necis bir şey bulaşsın. Batınen de öyle temiz olmaya çalışmalı ki; kalbinde zerre miskal haset, kibir, nefis, riya ve ucub gibi kötü hallerin hiç birinden bir iz kalmasın. Hiç şüphe yoktur ki, zahiren ve manen temiz olmak İslam ahlakıdır.”
İşte sıratı müstakim üzere tertemiz kalabilmek bu ya, Nakşibendî tarikatı da Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.anh.)’dan bugüne silsile yoluyla tertemiz bembeyaz olarak geldiği gibi bundan böyle de bembeyaz yoluna devam edeceğine inancımız tamda. Nasıl inancımız tam olmasın ki, bikere Nakşibendîlik siyah leke kaldırmaz ki. Bu yolda ‘Allah’ adını kalbe usul usul nakşetmek esastır. Madem kalbe Nigah-dâşt’ usulünce ‘Allah’ adını nakşetmek esas, o halde ilk evvela Yüce Allah’ın adına yakışır bir şekilde emrine amade olmamız gerekir ki temiz bir kalbe sahip olabilelim. Dahası kalbimizi Rıza-i İlahi doğrultusunda halis niyetle ‘Nigâh daşt’ usulünce çalıştırmalı ki, dünyanın o aldatıcı cazibesi bizi yolumuzdan alıkoyamasın. Dikkat edin Rıza-i İlahi ve halis niyet dedik, çünkü bu ikisi dışında dünya ve dünya içindekiler Yüce Mevla’mız tarafından lanetlenmiş de. Delil mi? İşte Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur, ancak zikrullah ve zikrullaha yardımcı olanlarla âlim ve müteallim hariçtir” hadis-i şerifi bunun en bariz delilidir. Hatta Gavs-ı Sani (k.s), bu hadis-i şerifin mana ve ruhunu şöyle ortaya koyar:
“Dünya melundur içindekilerle beraber lanetlenmiştir. Yalnız Allah rızası için yapılan hariç. Bir kişinin Müslüman olması için ilk önce Kelime-i Şehadet getirmesi gerekir. Ondan sonrada İslam’ın beş şartını yapması lazımdır. Bunlardan hac, zekât, oruç belli şartlara bağlanmıştır. Ama namaz akıl baliğ olan herkesin üzerine farzdır. Herkesin her şartta yapması gereken ibadettir. Yapılmazsa çok büyük cezası vardır. Bazı âlimlere göre beş yüz yıl, bazı âlimlere göre yetmiş bin yıl cezası vardır. Kişi hasta olsa hareket edemeyecek olsa bile, ima ile de olsa namazını kılmak zorundadır. O vaktin namazından sorumludur. Yaptığınız ibadet ve hizmetler Allah rızası için yapılmalıdır. Niyetleriniz Allah rızası için olmalıdır. Allah rızasını kazanmak için ameli salihe devam edilmesi lazımdır. Bütün gaye Allah rızasını tahsil olmalıdır. Kalbin gıdası zikirdir. Günahlar ise şeytanın gıdasıdır. Kalbini diriltmek ve beslemek isteyen kimse Yüce Allah’ı çok zikretmelidir. Günah işleyenler kalplerini zayıflatıp şeytanı kuvvetlendirmiş olurlar. Şeytanı kuvvetli olanın dini zayıf olur. Onun için haramlardan uzak durmalıdır.”
İşte bu güzel sohbetten de anlaşılan o ki, Hak yolcusu bir salik yeter ki niyetini sağlam tutup haramlardan uzak dursun, öyle kolay kolay dünya ve dünya içindekiler kalp dünyasını kirletemeyecektir. Zira İslam ahlakı her yönüyle temiz olmayı gerektirir. Değil sadece Hak yolcusu bir salikin ter temiz olması, Allah’ın Habib’i bile ‘Sen kendini tâhir et, elbiseni de tahir et’ manasına; "Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar. Sadece Rabbinin büyüklüğünü dile getir. Elbiseni temiz tut. Her türlü pislikten uzak dur” (Müddessir1-5) ayet-i celileyle emre tabii tutulmuş da. Madem yücelerden emir böyle vahy edilmiş, o halde bizlere de Resulullah (s.a.v)’in ümmeti olarak Allah Resulünün varisi Allah dostlarının şahitliğinde içtenlikle “Yarabbi! Ben pişmanım, keşke yapmasaydım, inşallah bir daha yapmayacağım” diyerekten tövbe edip içimizi dışımızı pirüpak eylemek düşer. Hele bilhassa kâinatın özü mesabesinde olan kalbimizi tüm kirlerden temizlemeye niyet edip kendimizi adayalım, bak o zaman ‘Niyet hayır akıbet hayır’ olur da. Nasıl akıbet hayır olmasın ki, bikere her şey Allah’ın rızasına yönelik ‘Nigâh dâşt’ adabı usulünce yapılmakta, elbette ki her türlü kirlerden arınmış pırıl pırıl böylesi bir kalb sayesinde hayırlara vesile olacak bir akıbetin üzerimize güneş gibi doğması her an mümkün diyebiliriz.
O halde daha ne duruyoruz, üzerimizde kul hakkı ve haram mal mülk varsa mutlaka bunları yakamızdan düşürmeli, her kimle küssek barışmalı, yaşantımızda sünneti seniyye’ye aykırılık bir durum varsa bir an evvel kendimize çeki düzen vermelidir. Tabii bitmedi, tüm bu zahiri tedbirleri aldıktan sonra bu kez batıni yönden de “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura erer” ayet-i mucibince ‘Nigâh dâşt’ usulünce kalbi her türlü masiva ve Allah’tan gayri düşüncelerden muhafaza etmek için seferber olmamızda gerekir. Yukarıda dedik ya, akan suların bile adını duyduğunda adaba geçip durduğu mevzubahis kalb olunca, ‘Nigâh dâşt’ adabının hiçbir surette ihmal edilemeyeceğini iyiden iyiye belleğimize kazımamız şart da. Madem durum vaziyet bunu gerektiriyor, o halde tez elden Allah’a (c.c.) açık ya da gizli hiç fark etmez sıratı müstakim üzere ‘Nigâh dâşt’ usulünce fikrimizi ve zikrimizi tamamen Yüce Mevla’ya odaklayaraktan kalbimizi huzura erdirmek lazım gelir. Her ne kadar insanoğlu doğuştan, yani yaratılış itibariyle ‘emraz-ı kalbiye’ koduyla dünyaya gelmiş olsa da bir şekilde akıl buluğ olduktan sonra bu ‘emraz-ı kalbiye’ kodunu içinden söküp atmalı ki, kalbi huzura erebilsin. Malumunuz emrazı kalbiye, kalbe musallat olmuş kibir, hased, ucub gibi kötü araz-i illetler demektir. Elbette ki yaşadığımız şu çağda çok az sayıda insan ancak bu kötü arazlardan sıyrılıp kalbini huzura erdirebiliyor. Yine de bu demek değildir ki, nasıl olsa kurtulmak zor diye boş verilsin. Tam aksine daha da bir gayrete gelip, kalbi kötü hasletlerden koruma altına almalı ki, bari hiç olmazsa insanlığımız güme gitmesin. Allah korusun insanlığımız elden giderse hayvandan da aşağı mertebeye inmemiz an meselesidir. Bilindiği üzere insanı diğer mahlûkattan farklı kılan en bariz vasfı kendi cüz-i iradesiyle iyiyi kötüden, kötüyü iyiden ayıracak melekelerle donatılmış olmasıdır. O halde bu noktada bize düşen, tercihimizi şeytani ve nefsanî kuvvetlerden yana değil, meleki kuvvetlerden yana kullanmak olmalıdır. Nitekim felaha ermemiz için meleki tercihi yapmaya mecburuz da.
Peki, iyi hoşta kalbi sirayet eden kötü arazlardan kurtulmak için ne yapmak gerekir? Bikere bu iş için yapılacak olan şey besbelli, hiçbir kınayanın kınamasına aldırış etmeksizin ilk evvela ‘emraz-ı kalbiye’nin (kalbi hastalıkların) izalesi için tasavvufi terbiyeden geçmemiz icab eder. Zaten ‘emraz-ı kalbiye’ konusunda tasavvuf ilminden başka söz eden hiç bir ilim dalı da ortada gözükmüyor. Sadece söz etmek mi, tasavvuf pratiğini de ortaya koyan bir ilim dalıdır. İlla ki, bu ilmi tatbik etmek gerekir ki ‘emraz-ı kalbiye’den kurtulmak mümkün olsun. Hele bir insan tasavvufi bir hayatla buluşmaya görsün, bir anda hayata bakışı ve tüm düşünceleri değişiverirde. Ki; düşünmek aynı zamanda rabıta demektir. Dolayısıyla bir insanın tasavvufa girmeden önceki fikri düşüncesiyle, tasavvufa girdikten sonraki fikri düşüncesi birbirinden farklı olacaktır. Her ne kadar bir takım aklı evveller tasavvufi rabıtayı inkâr etseler de oysa farkında değiller kendileri de bir şeyleri habire düşünüp durmakla rabıta yapmış oluyorlar. Sonuçta görünen köy kılavuz istemez, fikri olan hemen herkes ister dünyevi olsun ister uhrevi hiç fark etmez bir şekilde rabıta yapmakta. Besbelli ki düşünme melekesi sadece insana has bir meleke. Burada önemli olan fikrimizi zikrimizi dünyevi eksen üzerine değil, uhrevi eksen üzerine odaklamak çok mühimdir. Yani bu demektir ki, bir insan dünyevi düşündüğünde uhrevi yönden eksen kaymasına uğrayacağı muhakkak. Hak yolcusu bir salikin eksen kaymasına uğramaması için mutlaka kalbini ‘Nigâh dâşt’ usul üzere Kelime-i Tevhidin mana ve ruhuna odaklanması gerekir ki, fikri zikri tam olsun. Hani ‘Dervişin fikri neyse zikri de odur’ diye bir atasözümüz var ya, aynen öyle de Nefy u isbat zikri çeken bir dervişte şayet‘Nigâh dâşt’ usulünce zikre ‘fikren ve zikren’ iyi dalarsa, kalbinde Allah’tan gayrı her ne masiva varsa hepsini içinden söküp atacaktır elbet. Derken o salikin kalbi bundan böyle fani olan için değil, baki olan Allah için atacaktır. Anlaşılan o ki; bir salik için ‘Nigâh dâşt’ adabınca kalbini Allah’a rabt etmek kendi nefsi için bir maksud değil, bilakis zikir için maksuddur. İşte bu maksud gayeye kendini odaklamış bir derviş ‘Nigâh dâşt’ usulü kalbini Allah’a rabt etmekle Yüce Allah’ın azameti ruhunu kuşatırda.
Öyle anlaşılıyor ki, Tevhidi zikirden verim alabilmek için ‘Nigâh dâşt’ hal üzere olmak gerekir. Aksi halde kalbi çepeçevre kuşatan tüm kirlerden arındıramayız. Nitekim bu hususta Peygamberimiz (s.a.v.) "Kul günah işlediği zaman onun kalbinde siyah bir nokta olur" diye beyan buyurmakta da. Şuda var ki, beşer olmamız hasebiyle düşer, kalkarız da, bir düşüp kalkmayan sadece Allah'tır. Biz aciz kullar her an günahlarla kalbimizi her an kirletebiliyoruz. Bu durumda yapmamız gereken şey kirliliğe seyirci kalmak değil elbet, bilakis üzerine üzerine gidip ‘Nigâh dâşt’ usulünce kalbimizi Allah’ın zikriyle her türlü günah kirinden temizlemek gerekir. Ki, onca kirlenmişliğe rağmen Yüce Allah (c.c) son derece kullarına merhametli de, Bu nedenle Settar isminin tecellisiyle gizli ve açık günahlarımızı merhametiyle örter bile. Madem öyle, örtülmüş günahlarımızı içimizden söküp atmak da biz kullara düşer. Nasıl mı? ‘Nigâh dâşt’ usulünce Allah'ı çokça zikrederek elbet. Bakın bu hususta Mevlana Sa’deddin-i Kaşgari Hz.leri ne diyor:
“Zikreden derviş bir saat, iki saat veya daha fazla, ne kadar gücü yeterse mutlaka Hakk’ın dışındaki her şeyi gönlünden uzaklaştırmaya çabalamalıdır.”
Malumunuz, gayret olmadan Hızır yetişmez. İşte bunun içindir bize lazım olan biri güzel itikat, diğeri ‘Nigâh dâşt’ usulü zikir çekmektir. Zira bir salik bu iki usul üzere fikren zirken odaklansın Tevhidi şuura erer de.
Sakın ola ki, tevhidi es geçmeyelim, O kadar önem arz ediyor ki, İmam-ı Rabbani (k.s.) Tevhid gerçeğini:
- Tevhid-i Şuhûdi,
- Tevhid-i vücûdi diye iki başlık altında tasnifler de. Nasıl tasniflemesin ki, Hz. Aişe (r.anh)’den rivayetle Resûlüllah (s.a.v) "Bazı zikirler diğer zikirlerden yetmiş kat daha efdaldir" diye beyan buyurmuşlardır.
Bir başka hadis-i şerifte de "Muhakkak ki şeytan insan vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Ben şeytanın sizin kalplerinize kötü bir şüphe atmasından endişe ettim” diye buyurmuştur. O halde şeytana karşı Tevhid zikriyle karşı koymalı ki damarlarımızda istediği gibi cirit atamasın.
Velhasıl kelam, bir salik dakikada ortalama 124 kez kalb ritminin atışı eşliğinde ‘Nigâh dâşt’ usulünce Allah’ı zikrettiğinde, o salik Tevhidi şuura erip "Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle huzura erer" ayet-i celilenin sırrına erer de.
Vesselam.