Hz. Ali (k.v), Peygamberimiz (s.a.v)’in amcası Ebu Talib’in oğludur. Fatıma annemiz ona babasının adı Esad ismini koymuştu koymasına ama Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)  otuz yaşlarında iken kızı Fatıma’ya Ali ismini telkin etmiş ve ömrün sonuna kadar da bu isimle anılmıştır hep.

Hz. Ali (k.v)  ta çocuk yaşta Allah Resulünün Hatice validemizle birlikte ibadet ederken gördüğünde merakından bu yaptığınız nedir diye sorduğunda kendisine birinci kaynaktan bilgi sunulup bu yola öyle davet edilmiştir. O da babama bir danışayım öyle karar veririm demesi üzerine Allah Resulü (s.a.v) kendisine;  
- Yine de sen karar aşamasında olur ya,  şayet bu dini kabul etmeyecek olursan gizli tutmasını tembihler. 

Tabii Hz. Ali (k.v) kendisine yapılan bu daveti babasına söylemekten vazgeçip ertesi gün Allah Resulünün huzuruna çıktığında yaşından büyük akıl dolusu şu sözlerle;
-Allah sanki beni yarattığında babama mı danıştı ki şimdi bende kalkıp din hususunda ona danışmış olayım deyip böylece çocuk taifesinden ilk Müslüman olma şerefine kavuşan ilk isim olur. 

Peki ya babası Ebu Talib? O da malum Müslüman olmaz ama oğluna da bu hususta niye Müslüman oldun diye de her hangi bir telkinde bulunmaz,  tam aksine yeğeninin el emin bir şahsiyet olduğunu telkin edip itaat etmesini öğütler.

Ne diyelim çocuk yaşta akıl dolusu sözlerle iman etme şerefine nail olmak budur ya,  kerremallahu vecheh sıfatına yakışır halet-i ruhiye içerisinde bu kutsi dava için koşturur da. Nitekim tanıdık yabancı hiç fark etmez günlerden bir gün Gıfar kabilesinden bir yabancıyı Mekke’de görünce üç gün evinde misafir edecektir.  İlginçtir misafir edeceği kişide tıpkı kendisi gibi cömert ve ilerisinde sahabe halkasına alnı ak isim olarak yazdıracak olan Ebû Zer el- Gıfârî (r.a)'den başkası değildir elbet. Malumunuz Arap geleneklerine göre üç gün boyunca misafire ne için geldi diye sual sorulmaz. Derken Ebû Zer el- Gıfârî (r.a) üçüncü gün dolduğunda kendiliğinden buraya geliş gayesinin peygamberliğini ilan eden Muhammed’i görmek olduğunu söyler.  Hz. Ali (k.v)’inde ağzından tamda duymak istediği bir dilekti, hemen bu dileğini yerine getirmek üzere tez elden misafirini Hane-i Saadette görüşmesini sağlayıp Müslüman olmasına vesile olur da. 

Hz. Ali’nin ilkleri sadece bununla sınırlı değil, dahası var, şöyle ki; Nüzul olan vahiyle Hicret izni çıkmasıyla birlikte Darünnedva’da Peygamberimiz (s.a.v)  hakkında öldürülme kararı alınmıştı. Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v); ‘Ya Ali! Benim yerime yatağımda yat, daha sonra da Medine’ye gelirsin’  dediğinde emrin gereğini yapan ilk can yürektir O.  Öyle ki korkusuzca gül kokulu yatağında mışıl mışıl uyumaya koyulacak kadar metanet sergileyebilmiştir. Hatta ardından yalın ayak halde uzun bir yürüyüşten sonra ayakları şişmiş halde Resul-i Ekrem (s.a.v)'le göz göze geliyor ve onun acılarını dindirecek mübarek tükürüğünü ayağına sürdüğünde yorgunluğunu üzerinde atmanın mutluluğunu yaşayacaktır bir anda.

Allah Resulü  (s.a.v)  ilginçtir hicret edenlerle Ensar arasında ikili kardeşlik bağları kurup ancak Ali’yi bundan istisna tutmuştu. Zira Efendimiz (s.a.v) ‘Sen benim dünya ahiret kardeşimsin’ diyerek onu da kendine özel kılmıştır. Nitekim sevgili kızını nikâhına önce Hz. Ebubekir, akabinde Hz. Ömer istediğinde susmayı yeğleyip sonrasında Hz. Ali’nin talip olmasıyla birlikte bu kez susmayıp tam aksine ehli beyt neslinin devamını sağlayacak bir nikâh akdi gerçekleşiverir.

Hakeza Hz. Ali (k.v) yiğitlik yönüyle de her girdiği savaşın başlangıcında er meydanına çıkıp rakiplerini kılıcı ile devirmiş biri olarak da dikkatleri üzerine çekmiştir hep. Öyle ki girdiği bir savaş seferinde Amr’ın Hendeği aşıp birkaç kez 'Yok mu karşıma çıkan' diye meydan okuması üzerine her defasında öne atılıp karşısına çıkmak isteği Allah Resulünün;  
-‘Ey Ali! Hele bir yerinde dur, karşındaki kişi Amr!’ diye beyan buyurmasıyla dizginlendiğinde cevaben şöyle der:
-Ya Resulullah! O Amr ise bende Ali’yim.

Derken Efendimiz (s.a.v) bu denli deli yürek cesaret haykırışına karşılık en nihayetinde isteğini kırmayıp zırhını giydirdiği gibi Zülfikar kılıcını da kuşandırmıştır. Akabinde Hz. Ali (k.v)  er meydanında Amr’ın karşına çıktığında rakibini devirmek suretiyle rüştünü ispatlar da. Hatta rüştünü ispatlamanın bir başka kahramanlık abide örneği olarak Hayber fethinde de görülür. Nitekim Hayber fethi hiçte kolay olmamıştı, ta ki fethin muştusu sancak Hz. Ali’ye teslim edilir ancak o zaman olayın seyri bir anda değişip uzun muhasaralar neticesinde Fethi mübin gerçekleşmiş olur. Ve fethi mübinle birlikte bundan böyle Ali’ye Allah’ın Arslan’ı anlamında Haydar lakabı layık görülür.

Sadece Haydar lakabı mı? Elbette dahası var. Şöyle ki günlerden bir gün Resul-i Ekrem (s.a.v)  mescide gelip Hz. Ali’yi uyur halde toz toprak içerisinde görüp eliyle toz toprakları silkelediğinde;
-Haydi, Ey Turab uyan! Diye seslenmesiyle birlikte arkadaşlarınca da bundan böyle tozlu topraklı manasına gelen Ebu Turab künyesiyle çağrılacaktır.

Peki ya,  Allah Resulü torunlarına hangi ismi layık görür derseniz, malumunuz Hz. Ali (k.v)  hem ilk oğlunda hem de ikinci oğlu olduğunda da Harb ismini vermişti ama Allah Resulü her ikisine de bu ismi uygun görmeyip birine Hasan (güzel), diğerine de Hüseyin (küçük güzel) ismini layık görür.  Hatta Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)  isim koymakla kalmayıp Fatıma ve torunlarını abasının altına alıp ‘Onlar benim ehli beytimdir’ diye taltif etmek suretiyle ehli beyt lakabıyla şereflenmiş olurlar.  Derken bu şeref nişânıyla bundan böyle kıyamete dek cennet gençlerinin Efendisi olarak anılacaklardır. Hakeza layık görülen bu Zişan nur neslinin kıyamete kadar torunları vasıtasıyla devam edeceğinin bir işareti olarak gönüllerde yankılanır bile. 

Bu öyle bir Zişan’dır ki, çileyle taçlandırılmış bir nişândır.  Düşünsenize Hz. Ali (k.v)  ve Fatıma annemiz ehlibeyt neslinin iki gülfidanı olmalarına rağmen ömür boyu mütevazı bir şekilde aynı baş yastıkta fakru zaruret içerisinde ocaklarını ancak tüttürmüşlerdir. Üstelik kendileri aç kalma pahasına da olsa kapıyı çalan her fakiri eli boş göndermeyip, elde avuçta ne varsa hepsini verip onları sevindirmesini bilmişlerdir.  Derken günlerinin çoğunu kıt kanaat içerisinde Allah'a şükrederek geçirmenin yanı sıra fakirlerin gözlerine yansıyan o sevinç ışıltısı açlıklarını unutturmaya yetiyordu.

Bir gün gelecek kıt kanaat hayat yaşayan Hz. Ali (k.v)  halifede olacaktır. Şöyle ki; Allah Resulü’nün; “Cennet hanımlarının Seyyidelerinden ilk defa kendisine kavuşacak olanın Fatııma’dır” diye beyan buyurduğu hadisi şerifin tecelli ettiği gün Muhsin adlı çocuğu dünyaya geliverir. Ancak ne var ki çocuk fazla yaşamayacaktır. Zaten Efendimiz (s.a.v)’de torununun sevgisine çok uzun süre doyamadan Allah’a vuslatı hâsıl olur. Derken Hz. Ali (k.v), vuslatın akabinde hilafet meselelerinin kendisinden habersiz şekilde görüşüldüğünden hareketle bir süre Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh.)’a beyat etmemiştir. Belli ki vuslatın hemen akabinde beyat ettiğinde eşi Fatıma’nın üzüleceğini düşünerekten bu konuda altı ay sessiz kalmayı yeğlemiştir.  Sonrasında malum Hz. Ali  (k.v),   daha fazla işi sürüncemeye bırakmaksızın Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk’in huzuruna varıp; 
-‘Bu göreve ziyadesiyle elbette ki layıksın, doğrusu Allah Resulünün vücudu henüz ortada iken halifelik görüşmelerinin benden habersiz yürütülmesinden dolayı beyatımı geciktirmiştim, ama artık zamanı gelmiştir, yarın inşallah Mescitte herkesin huzurunda beyat edeceğim’ sözünü verir, öyle de olur zaten.

Hatta Hz. Ali (k.v) sadece beyat etmekle kalmayıp gerek Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)  döneminde olsun gerekse Hz. Ömer (r.anh)’ın halifelik döneminde olsun her iki halifenin de yar ve yardımcısı olup hatta buna Hz. Osman (r.a)’ın halifelik dönemi de dâhildir.  Malum bu dönem çok çalkantılı geçmesine rağmen yine de ümmetin birliği ve dirliği için elinden ne geldiyse onu yapmaktan geri durmamıştır. Ancak ne var ki tüm bu iyi niyetli çabalar halifenin etrafını saran Emevi dayanışma dayalı örgü ağını takılıp bir türlü bu örgü ağını aşıp da fitne ateşinin önüne geçememiştir. Zira O’nun her defasında fitne ateşini söndürme girişimleri Hz. Osman (r.anh)’a karşıt tavır olarak gösterilmiştir. Yine de O (k.v), yılmadan usanmadan Hz. Osman (r.a)’ın şehadet şerbeti içtiği ana kadar işi usuletle suhuletle çözmek için didinmiştir hep.

Tabii Hz. Osman (r.anh)’ın şehadet şerbeti içmesinin ardından da yine sular durulmayacaktır.  Suların durulması içinde bir an evvel halifenin tayin edilmesi gerekirdi. Nitekim bu maksatla Basra’lılar Talha b. Zübeyr'i, Kufe'liler Zubeyr b.  Avvam’ı, Mısır'lılar ise Hz. Ali’yi halife olmaları noktasında ikna için turlayacaklardır. Ama nafile, bir türlü ikna olmayacaklardır. Yetmedi bu kez Sa’d b. Vakkas ve Abdullah b. Ömer’e halife olmaları yönünde girişimde bulunulup bundan da bir netice alınamayacaktır. Derken isyancılar en son çare olarak bu kez işi zorbalığa döküp;
-Her kim ki yarına kadar ashabın ileri gelenlerinden herhangi biri halife çıkmazsa boyunlarını vuracağız' tehdidinde bulunurlar.

Ashabın ileri gelenleri baktılar ki işler iyice sarpa saracak, ister istemez tüm bu keşmekeşlik hava içerisinde Ensar Muhacir grubundan oluşan bir dayanışma topluluğu devreye girmesiyle birlikte Hz. Ali (k.v) en nihayetinde halifeliği kabul etmek durumunda kalır. Böylece ertesi gün fazla hır gür çıkmadan mescitte ashabın büyük çoğunluğunun beyat almasıyla birlikte halifelik meselesi halledilmiş olur. Ancak durum vaziyetten istisnai hareket olarak Mervan ve onun şahsında bir takım Emevi gruplar Hz. Ali (k.v)’in halife oluşuna hazmedemeyip ilk fırsatta Medine’yi terk etmekle tepkilerini göstereceklerdir.

Peki ya Hz. Ayşe validemiz? Malum o da Hac dönüşü Hz. Osman’ın şehit düştüğünü ve yerine Hz. Ali’nin halife olarak seçildiğini öğrendiğinde memnuniyetsizliğini pek sevindirik olmayarak tavrını hissettirecektir. Belli ki Hz. Ayşe validemiz otuz yıl öncesinde kendisine yapılan acı iftiranın izlerini halen içinden söküp atamamış gözüküyordu.  O yıllarda malum Hz. Aişe validemize yapılan bir iftirada Hz. Ali (k.v)’in bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in huzurunda ağzından çıkan bir cümlesinde; 
-“Boşa gitsin, Allah sana daha hayırlı kısmet açar” sözlerini işittiğinde çok incinmiş olsa gerek ki Hz. Ali’ye olan kırgınlığını halife oluşuna sevinmeyerek göstermiştir.

Hz. Ali (k.v)  halifelik makamına oturur oturmaz ashabın ileri gelenleri tarafından; Muaviye’ye şimdilik ilişilmemesi ve vali olarak yerinde kalması gerektiği hususu öneri olarak kendisine sunulduğunda, cevaben;
-İtaat etmediği müddetçe kılıçtan başka çözüm yolu olmadığını beyan etmiştir. Böylece ortada ümmetin birliği ve dirliği söz konusu olduğu için anlaşma cihetine yanaşmayıp yeni valileri görevlendirip yola çıkarır da.  Nitekim bu uğurda Sehl b. Huneyf görev tebligatını alır almaz Tebük topraklarına doğru yol alır. Fakat onu yola revan halde koyulmuş halde görenler hemen kafasını karıştıracak ilk hamlede bulunup;
-Ey yolcu! Nereye böyle,  kanına mı susadın ikazında bulunurlar. Nitekim bu kafa karıştırıcı ikaz etkisini gösterip o an Muaviye’nin yerine vali olma kararından vazgeçip geri dönecektir. Hakeza Kufe valisi de vazgeçenler arasına dâhil olur. Ne diyelim kararsızlık denen illet bu ya, bu durumda besbelli ki Şam ve Kûfe şehirlerini itaat altına almak hiçte kolay olmayacaktı. Hatta bundan böyle Hz. Ali’yi çok daha uzun bir yorucu mücadeleler bekliyordu. Bir bakıyorsun tüm bunların üstüne üstük birde aralarında Talha ve Zübeyr’in de bulunduğu bir heyet;  Hz. Ali (k.v)’in kapısını çalıp huzurunda önce Yüce Allah'ın ahkâmını tatbik için beyat ettiklerini hatırlatması yapılıp sonrasında Hz. Osman’ın kanını helal sayanların cezalarının verilmesi talebi arz edilir. Oysa aynı düşünceleri Şam’da kendince hükümran olan Muaviye de savunuyordu. Neyse ki Hz. Ali (k.v)  daha yeni besmele çekip işe koyulduğu curcunalı bir havada alelacele getirilmek istenen böylesi bir teklifin heyecanına kapılmayacaktır. Onların düşüncelerin tam aksine hemen ceza yoluna gitmenin doğru olmadığını, dalga dalga kabaran suların durulmasını beklemekte fayda olduğunu, devlet işleri rayına oturduktan sonra ancak hep birlikte istişare yoluyla halledilmesinin kanaatini ortaya koyar. Ne var ki gelen heyet bu sözlerden pek tatmin olmayacaktır.

Hz. Ali (k.v) Şam ve Kufe şehirlerini itaat altına almak amacıyla gönderdiği valilerden daha henüz göreve başlamadan geri dönenler karşısında en ufak bir yılgınlığa düşmeksizin bu kez kendisini Resulullah (s.a.v)’in halifesi olarak kabul etmelerini bildiren mektuplarla meseleyi çözme yoluna gider.  Ama her seferinde gönderilen mektupların hiçbirine cevap verme tenezzülünden bulunulmadan elçiler eli boş dönerler. Ne diyelim Hz. Ali (k.v)’in şahsında görülen azim ve gayret bu ya,  yine de sanki hiçbir şey olmaksızın yılmadan, usanmadan mektup üzerine mektuplar göndererekten kararından vazgeçmeyecektir. Derken onca mektup arasında en nihayetinde tek bir cevabı mektup gelebildi. Gelen cevabı mektup ise yüz güldürecek cinsten mektup değildi, içinde sadece bir satırlık; ‘Muaviye b. Ebu Süfyan'dan Ali b. Ebi Talib’ ifadeyle işi sulandırmaya yönelik ince bir gönderme vardı.  Ve Hz. Ali’ (k.v) bu bir cümlelik mesajı okur okumaz morali altüst olur. Üstü üstüne bu moral bozukluğu üzerine bir zamanlar aynı emeller uğruna beraberce İslam adına mücadele ettiği iki dava arkadaşı çıka gelip umre için izin isteyeceklerdir. Tabii Hz. Ali (k.v) her zaman olduğu gibi kendisinden izin istemelerini büyük nezaket örneği olarak algılayıp Talha ve Zübeyr’i arkalarından sevinçle uğurlayacaktır. Oysa uğurladığı arkadaşları bir daha Medine’ye hiç dönmeyeceklerdi. Kafalarında kurguladıkları plan gereği ilk etapta Mekke’ye varıp umrelerini yapıp orada Hz. Aişe validemizle buluştuklarında güya Hz. Ali (k.v)’e isteksiz beyat sözü verdikleri babından mazeret bildirip böylece beyattan vazgeçtiklerini itiraf etmiş olacaklardır.

Evet, tüm bu acayip, tuhaf işler ışığında öyle anlaşılıyor ki her geçen gün durum vaziyet Hz. Ali (k.v)'in aleyhine işlerken Hz. Aişe validemizin etrafında ki kümelenme belirli bir güce ulaştığında ise nihai karar alınıp böylece her kim Osman’ın katillerinden intikamını almak istiyorsa Basra’ya doğru sefere gelsin çağrısı yapılır. Bu arada Resulüllah (s.a.v)’in hanımı Ümmi Seleme her ne kadar Aişe validemize yazdığı mektupla alınan kararı doğru bulmadığını bildirdiyse de bir türlü onu kararından vazgeçiremeyecektir.

Hz. Ali (k.v) fırtına öncesi bu gelişmelerin pek hayra alamet olamayacağını Abbas b. Abdülmuttalib’in oğlu Kusem’in kendisine ilettiği mektupla işin vahametini öğrenir. Yani mektub eline ulaştığında dava arkadaşlarının ve Hz. Aişe’nin kendisine karşı Mekke’den Basra’ya ordunun hareket ettiğinden haberdar olup bu duruma hiç kuşkusuz çok üzülür. Hem nasıl üzülmesin ki,   baksanıza sonuçta işin varacağı noktada Peygamber hanımıyla karşıt cephede karşıya kalmak gibi son derece hassas bir durum söz konusuydu.

Nitekim Hz. Aişe ve ordusu Hayber yakınlarında Evtas denilen yerde konakladıklarında Said b. As;
- Ey Müminlerin annesi nereye böyle?
Hz. Aişe validemiz cevaben:
- Osman’ı şehit edenleri cezalandırmak için Basra’ya gidiyorum deyince,
Said b. As:
-Osman’ın katillerini uzaklarda aramana gerek yok, yanı başındakilere bakman kâfi der.

Said, aslında bu sözlerle Zübeyr ve Talha’yı kastedip, onların hilafeti Hz. Ali’ye kaptırmalarıyla birlikte Osman’ın derdine düştükleri rolüne büründüklerini ima ediyordu.  Hz. Aişe validemiz bu sözlere hiç oralı olmayıp güttüğü davada hala kararlı bir şekilde yoluna devam eder.  Ta ki,  kafile Have’b denilen yere geldiğinde köpek ulumalarını işitince biranda bir zamanlar Efendimiz (s.a.v)’in doğrudan hanımlarına; ‘Bana öyle geliyor ki sizden birine Have’b köpekleri uluyacak’ şeklinde sarf ettiği sözler aklı hayaline takılır.

İşte,  Hz. Ayşe bu sözleri hatırlar hatırlamaz birden ben ne yaptım dercesine kendine geliverip kendisinde geri dönüş duygusu ağır basar. Ama gel gör ki tam o esnada hiç hesapta olmayan bir gelişme yaşanıp Abdullah b. Zübeyr’in;
- “Ali b. Ebi Talib geldi,  Basra’ya yetişin,  kendinizi kurtarmaya bakın”  şeklinde avazı çıktığı kadarıyla attığı çağrılar bir anda işin seyrini değiştirecek cinsten etkisini gösterip Basra’ya yakın Hufeyr'e hareket edilir. Tabii Basra valisi Osman b. Huneyf, gelenlerin geliş niyetlerini sezip derhal güç kullanmak üzere mevzi alınca her iki taraftansa yaralananlar olur. Baktılar durum vaziyet daha da karmaşık bir hal alacak ancak o zaman kendi aralarında barışıverirler. Ne var ki bu barış hali de pek uzun sürmeyecektir. Zira Bedeviler; Talha ve Zübeyr’in ileri gelen adamlarının uyudukları kanaatine vardıkları bir gece vaktinde Osman b. Huneyf’in evine baskın yapıp tüm barış umutlarını suya düşüreceklerdir. Hadi barış umutlarının suya düşürmeleri neyse de,  Mervan’ın ansızın baskın yaptığı bu gecede adaba mugayir Osman b. Huneyf’in sakalını çekerekten hırpalayıp tartaklamasına ne demeli.  Neyse ki Huneyf'i serbest bırakıp bırakılmayacağını Ayşe validemize danışırlar da ancak öyle salıverirler. 

Osman b. Huneyf hırpalanmış bir şekilde Kufe'ye doğru yola koyulduğunda Basra’ya doğru ilerlemekte olan Hz. Ali  (k.v) ile yolda karşılaşıp durum vaziyeti şu sözlerle dile getirir:
-“Ya Emirel Mü’minin! Beni Basra’ya sakallı gönderdin göndermesine ama şimdi de şu an ise gördüğünüz gibi sakalsız dönmüş durumdayım.” 

Aslında bir anlamda bu sözler Basra’nın Hz. Aişe’nin kontrolüne geçmiş bulunduğunun itirafnamesi sözlerdi.

Her neyse olanlar olmuştu artık, bari hiç olmazsa Kufe’nin başına bir halel getirmemek gerekirdi. Nitekim Hz. Ali k.v) tez elden kervanıyla birlikte Kufeye varıp ahalinin buraya geliş maksadının ne olduğu sorusuna muhatap kaldığında cevaben şöyle der;
- Her geçen gün etrafı saran fitne ateşini söndürmekten başka ne amacım olabilir ki? 

Gerçekten de Hz. Ali (k.v)’in amacının birlik ve dirlik olduğu şundan besbelliydi ki daha muharebe başlamadan önce son bir hamleyle Ka’ka b. Amr’ı görevlendirip yaptığı bir takım girişimlerle sürekli barış yollarının açık tutmak için seferber olmuştur hep.  Ancak ne var ki Emirül Mümininin tüm bu iyi niyetle çabaları karşısında anlaşmamaktan yana ısrarcı tutum içerisine giren İbn-i Sebe ve taraftarları bir gece her iki tarafa baskın yapmak suretiyle sinsi plan eylemlerini yürütmek için kollarını sıvayacaklardır. Ve sinsice yürüttükleri o provokatif eylem tutar da. Öyle ki o gece her iki tarafta derin uykularından uyanıp gördüğü acı manzara karşısında neye uğradıklarının şaşkınlığı içerisinde karşı tarafın hışmına uğradık zannıyla biranda sil baştan sulh girişiminin yerini tarihlerin Cemel vakası diye not düştüğü on bin insanın ölümüne ve yaralanmasına yol açan kanlı savaş alacaktır.

Hz. Ali (k.v)  yine de herşeye rağmen bu savaştan zaferle çıkmasını bilmiştir Ama savaş sonrası bu kez ganimet meselesi baş ağrıtacaktır.  Ne diyelim ilim hikmet kapısı Hz. Ali (k.v)  aklı bu ya, hemen yerinde bir müdahaleyle bu meselesinden üstesinden gelecektir. Etrafındakilerine hitaben;

-Şimdi sorarım sizlere: Müminlerin annesi Aişe’nin ganimetleri kime isabet edecek sorusunu yöneltmek suretiyle ganimet isteklerinin önüne set çekip bu mesnetsiz isteklerinden vazgeçmek zorunda kalırlar. Öyle ya, madem savaşın kazananı da,  kaybedeni de Müslümandı, o halde Emir’ül Müminin bu soruyla savaş ganimetinin sadece gayrimüslimlerden alınır mesajını vermiş oluyordu. Ganimet paylaşımının dışında birde meseleye savaş cihetiyle baktığımızda Cemal vakası aynı zamanda galibinin de mağlubunun da pişman olduğu bir savaştı.  Yani ortada Hz. Osman (r.a) döneminde isyan boyutunda kalan mücadelenin Hz. Ali dönemiyle iç savaşa dönüşmesi denen yürekleri yakan acı elim bir durum vardı. Üstelik bu savaşla birlikte Talha (r.a)  ve Zübeyr (r.a)’da ölenler arasında olması da yürekleri dağlayıp böylece çok büyük bir yıldız kaybına uğranmış olunur.

Her neyse olanlar olmuştu bikere, acı kayıpların telafisi olamayacağına göre şimdi ümmetin birliği ve dirliği için ileriye dönük hamle yapmak zamanıydı. Nitekim Hz. Ali  (k.v) bu düşünceler eşliğinde Basra'da işleri hal yoluna koyduktan sonra Kufe'ye dönüş yapar, böylece burada Şam’a yakın bir yere konaklayaraktan Muaviye’ye sıra sana geldiğinin mesajı verilip Cemel vakasından bir sene sonra Muaviye ordusuyla Sıffın’de karşı karşıya gelinmiş olur. Amma velakin Muaviye ve ordusu tam bozguna uğrayacağı sırada ustaca stratejik taktik devreye girip mızraklarının ucuna Kur’an sahifeleri takılması hadisesi yaşanır. Derken aramızda Kur’an hükümleri hakem olsun denilince tüm hesaplar sil baştan savaş meydanında müzakere konusu olacaktır. Yani gelinen noktada iş Allah’ın kitabına göre aramızda hakem belirleyelim noktasına getirilir. Hz. Ali (k.v)  her ne kadar bunun bir tuzak ve hile olduğunu ordusuna söylese de söz geçiremeyip mecburiyetten hakeme başvurmayı kabul etmek zorunda kalır. Muaviye ise son derece zekiliğinden şüphe duymadığı Amr As’ı cenk meydanına hakem olarak çıkarır. Peki ya Hz. Ali (k.v)  müzakere için kimi çıkarır derseniz bilgisinin kıt olduğuna emin olduğu, ancak ve ancak kendi tarafının dayatması karşısında mecburen Ebu Musa El Eşari’yi hakem olarak ortaya çıkarır. Besbelli ki Muaviye durumdan çok memnundu. Hem nasıl memnun olmasın ki, yaptığı hakem tayini hamlesiyle bir yandan mağlup olmaktan kurtulduğu gibi, anlaşmanın başlangıç ifadesinde yer alan ‘Mü’minlerin Emiri’ ibaresini de arada kaynataraktan kaldırabilmiştir. Amr b. As böylece yaptığı bu akıl dolusu diplomatik hamleyle hezimete uğrayacakları savaşı lehine çevirebilmiştir. Nede olsa işin ucunda hiç unutamadığı Mısır valisi olma hayali vardı, niye diplomatik zekiliğini ustaca kullanmasın ki. 

Şimdi sırada Sıffın savaşı vardı ki, bunun için savaş meydanında yüzleşmeye tam tamına yüz on gün kalınmıştı. Malum sayılı gün gelip çattığında bu yüzleşmenin bilânçosunda Şam ordusu kırk beş bin, zayiat verirken Iraklılar ise yirmi beş bin zayiat vererek yüzleşmiş olur. Üstelik her iki tarafında kendince esirleri vardı. Neyse ki Hz. Ali  (k.v) esirleri serbest bırakınca Muaviye’de aynı yolu izlemek zorunda kalır. 

Şam ordusu Muaviye’ye son derece bağlı ve disiplinliydi.  Hz. Ali (k.v)’in ordusu ise Hicaz, Basra, Kufe halklarından kurulu karma topluluk olup Muaviye’nin ki kadar pek itaatkâr değildi. Zira önce Hz. Ali’yi hakeme başvurmaya mecbur ettiler, sonra ordu içinden Temim kabilesinin oluşturduğu bir grup hakeme niye başvurdun işgüzarlığında bulunup, Hz. Ali (k.v)’i tekfirlikle suçlayacak kadar ileri gitmişledir. Derken en nihayet suçlayıcılar ordu içinden ayrılıp hadi bize eyvallah dercesine Harura adı verilen köye göç edip yerleşmişlerdir. Nitekim bu köye nisbetle kendilerine Harici denilecekti. Haricilik ‘Huruç eden’ demekti, yani kendilerine özgü 'başkaldıran' anlamına gelen üzerlerinden asla silinmez bir damga olarak kalır. Aslında Hariciler başkaldırmadıkları döneklerde iyi bir Kurra ehli (En iyi Kur’an okuyan) idiler, ama onların Kuran’ın mana ve ruhundan uzak okuyucular olmaları, her önüne geleni büsbütün kâfir ilan etme yoluna itmiştir. Genellikle Haricilere Hz. Ali’den niye ayrıldıkları sorulduğunda; “Sıffın’da hakeme başvurmasından dolayıdır” cevabını vermişlerdir. Oysa Hz. Ali (k.v) onlara başlangıçta Kur’an sahifelerinin mızraklara takılmasının bir hile ve tuzak olduğunu defalarca telkin etmiş, ne var ki bir türlü inatlarından vazgeçirememişti. Üstelik Hz. Ali (k.v)’e hakem tayinini kabul etmeye mecbur bırakmışlardı. Derken tarihi bir fırsatı kaçırmaya neden olmuşlardır.

Tüm bu yaşananlara rağmen Hz. Ali (k.v) kendisi hakkında isnad edilen hadsiz hudutsuz ithamlara karşı ön alıp kafalarındaki tabuları yıkmaktan geri durmayacaktır. Şöyle ki bu hususta önce Abdullah b. Abbas, daha sonra Hz. Ali (k.v) yaptığı etkili konuşmalar tesirini gösterip Haricilerin yarıdan çoğu Hz. Ali (k.v)  ile birlikte Kufe’ye dönüş yaparken dört bin kadar Harici güruhu da Harure köyünde kalır.  Diğer geriye kalan Haricilere de zaten ne anlatılırsa anlatılsın yine her zamanki gibi bildiklerini okuyup ortalığı alevlendirmekten geri durmayacaklardır. Örnek mi?  İşte ortalığı karıştırmak bu ya,  mesela Hariciler karşılıklı münazaraların birinde Hz. Ali (k.v)’in karşısına İbnül Kevva’yı seçmişlerdi ki bu münazarada Hz. Ali (k.v)’in akıl dolusu verdiği cevaplar karşısında feleğini şaşırıp yenilgiye uğradıkları halde yine bildiklerini okumaları bunun en bariz örneğini teşkil eder.  Öyle ki münazaranın neticesinde sanki ortada hiçbir şey olmamışçasına İbnül Kevva'ya:

-Dön gel onunla konuşulmaz pişkinliğini sergileyebilmişlerdir.

Onlar pişkinlik sergileye dursunlar Hz. Ali (k.v)’in İbnül Kevva’yı münazarada mağlup etmenin ardından aralarından beş yüz kişinin de ayrılıp gitmesini beraberinde getirir. Diğer geriye kalan Harici grubu ise malum Hz. Ali (k.v)’e inadım inat diş bileyince ister istemez bu durumda savaş kaçınılmaz hal alır. Hz. Ali (k.v)  akabinde belki ikna olurlar düşüncesiyle son kez uyarılarını yapmayı da ihmal etmez. Ancak yapılan uyarılar karşılık bulmayınca tarihlerin Nehravan vakası diye not düştüğü savaşta Haricilere çok acı kayıplar yaşatır. Bu savaştan kaçıp kurtulanlardan iki kişi Sicistan’a, diğerleri de Yemen’e ve Kuzey Afrika’ya giderek her bir topluluk değişik isimler altında Harici fraksiyonlarını oluştururlar. 

Evet, Hz. Ali (k.v) Haricilerin hadlerini bildirmesine bildirmişti ama savaş sonrası harp meydanında cesetler arasında yürürken yüzünde çok üzgün olduğu her halinden besbelliydi. Ona savaşmaktan başkada bir çıkış yolu bırakmamışlardı,  niye üzülmesin ki. Artık olanlar olmuştu,  öyle ya ölenle ölünmeyeceğine göre yine de ilerisi için bir şeyler yapmak gerekirdi.  Nitekim Hz. Ali (k.v) kendine geldiğinde bir ileri aşama için bu kez Muaviye’yi itaati altına almaya yönelik Şam üzerine yürümeyi hedefler. Ancak bu amaç doğrultusunda ilerlerken yolda başka bir Harici fraksiyonun ayaklandığı haberini alır. Hiç kuşkusuz onlara da aynı uyarılar yapılır, tabii onlarda yapılan uyarılara aldırış etmeyince ister istemez onlar içinde acı akıbet kaçınılmaz olur. Malum acı akıbetten kaçabilenler ileri ki yıllarda kaçtıkları yerlerde değişik isimler altında Harici fraksiyonlarını oluşturacaklardır. Öyle ki çekirge misali bir sıçrayıp iki sıçrayıp bir şekilde nereye konaklamış olsalar hemen gittiği yerlerde mantar gibi türeyi verip gruplar oluşturabiliyorlardı. Üstelik konakladıkları yerlerde hem valileri öldürüyorlar, hem de ucu Hz. Ali, Muaviye ve Mısır valisi Amr’a kadar uzanacak bir dizi eylem hazırlığı içerisine girip timler oluşturmayı göze alabiliyorlardı. Derken Hac mevsimi sonunda üçünün de gövdesinin ortadan kaldırılması kararını alırlar da. Güya bu kararla huzursuzluğu kaynağında bitireceğini düşünüyorlardı. İşte bu duygu düşünceler içerisinde Mısır’lı Abdurrahman b. Mülcem ileri atılıp;
- Ben Ali’nin hakkından gelmeye adayım deyip sorumluluğu üzerine alır.
Temim kabilesinden Burek bin. Abdullah da:
- Bende Muaviye’nin hakkından gelmeye hazırım der.
Amr b. Bekir'de:
-Bende Amr b. As’ın hakkından gelmeye talibim der. Böylece kendi aralarında Ramazan’ın yirmi yedisinde aynı saate denk gelecek bir zaman diliminde suikastı gerçekleştirmeye ant içip yola koyulmuş olurlar.

Evet, nefeslerin tutulduğu o an gelip çatmıştı ki, Hz. Ali (k.v) ve ardından da oğlu Hasan’ın peşi sıra takip edip sabah namazına hane-i saadetinden çıkıverdikleri saatte pusuya yatmış halde Abdurrahman b. Mülcem haini Hz. Ali (k.v)’in üzerine üşüşüp başından derin bir yara açacaktır.  Ama o an yaka paça yakalanıp,  Hz. Ali (k.v)’in huzuruna getirilir. Emirül Mü’minin son nefesini teslim etmekte iken bile:

-Şayet ben ölürsem kısas yapın, sakın ola ki benim kanım yüzünden Müslümanların kanına girmeyesiniz vasiyetinde bulunabiliyor. Böylece Allah Resulünün ahirete intikal ettiği yaşta, yani altmış üç yaşında şehit düşer.

Burek de Muaviye için tam sabah namazı saatinde pusuya yatar.  Fakat Muaviye’nin idaresi saltanat ve mülk olması dolayısıyla yanındaki yaverler anında fark edip,  saldırı esnasında yakayı ele vereceklerdir. Muaviye kıl payı da olsa yara almadan kurtulabilmiştir. Derhal onun katline ferman verip oracıkta defterini dürüverirler.

Hakeza aynı tarih Ramazan’ın 27’si, Mısır valisi namaz için o gün için kendi yerine vekilini tayin edip evinden çıkmayınca, gönderdiği kendi vekilini Amr sanıp oracıkta öldürüverirler. Olay sonrası Amr suikastçının yakalama emri vermesi üzerine derhal katil idam edilir.

Peki, suikast girişiminden kurtulan Muaviye tüm bu olan bitenlerden sonra nasıl bir tutum sergiler derseniz maalesef Hz. Ali (k.v)’in şehit olması onda hiçbir etki yapmadığı şundan besbelli ki mescitlerinde Hz. Ali (k.v)’e lanet okunarak başlanılan hutbeler aynen devam edecektir. Düşünsenize Muaviye saltanat içtihadıyla böyle bir tutum sergilerken Hz. Ali (k.v)’in oğlu Hz. Hasan ise tam aksine hilafet içtihadıyla ümmetin birliği ve dirliğini düşünerekten büyük bir erdemlilikle ümmetin idaresini ona devredecektir. Ne diyelim ehlibeyt feraseti bu ya,  Hz. Hasan (r.a)’da gayet iyi biliyordu ki Muaviye’nin asıl derdinin Hz. Osman’ın katillerinin intikamının almak olmayıp, saltanat derdi olduğudur. Nitekim bunu ferasetiyle fark ettiğinde kendi hakkından feragat edip bu dosyayı kapatabilecek bir irade ortaya koyabilmiştir.  Böylece Allah’ın Habibi (s.a.v); “Benden sonra halifelik otuz senedir ondan sonrası mülktür” diye beyan buyurduğu mülklü (saltanat) dönemlerinin kapısı aralanmış olur.  

Dahası kelimenin tam anlamıyla Allah Resulünün bir zamanlar  “Ey Ali! Ben Kur’an’ın tenzili üzerine,  sen ise tevili üzerine mücadele edeceksin” diye beyan buyurduğu söz tezahür etmiş olur.

Vesselam.