Tasavvufta bir salik için ilk hedef kalp zikrinden letaif zikrine, letaif zikrinden Nefy-u isbat zikrine geçiş yapmaktır. Sonrasında ise seyr u sulûk’u tamamlamak temel hedeftir. Hele bir salik hedefine adım adım ilerlemeye görsün seyr u sulûk’un son aşamasında “La ilahe illallah” tevhid zikrinin mana ve ruhunu dil ile ikrar edip kalbin tâ derinliklerinde Yüce Allah’ı hatırda tutma hali elde eder bile. İşte elde edilen bu tasavvufi hâl Tarikat-ı Nakşibendi’ye yolunda ‘Yâd kerd’ olarak karşılık bulur da. Hem nasıl karşılık bulmasın ki, böylesi bir yâd ediş, ne ahrete intikal etmiş olan sevdik yakınlarını yâd etmeye benzer, ne de bir başka bir şeyi yâd etmeye. Böylesi bir yâd etmeyi ancak her an Yüce Mevla’nın huzurundaymışçasına eller bağlanmış, boyunlar bükülmüş halde dillerini tek kelimede birleştirmiş salikler idrak edebilir. Ki, kalben hissedilen ve dille ikrar edilen o tek kelime; ‘Kelime-i tevhid’ zikrinden başkası değildir. Bakın, Muhammed Saki (k.s) ‘Arifler Yolunun Edepleri’ adlı eserinde kelime-i tevhid’in mana ve ruhunu Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın dilinden Yâd kerd usulünce şöyle nakleder:
-“La ilahe, nefiy manasınadır. Bununla kâinatta Allah’tan başka hiçbir mabud olmadığına işaret edilir. Akabinde ‘illallah” ibaresi gelir ki, bu ise isbattır. Bundan maksat ise hakiki ilahın ve ibadet edilecek mabudun ancak Allah olduğu isbat edilir. En nihayetinde ‘Muhammedu’r-Rasulullah’ denir. Bu ibareden maksatsa Yüce Allah’a sevilmek ve O’na karşı sevgimizi göstermek için Hz. Peygamber’e uymaya niyet edilir. Çünkü ona uymadan ne tevhid idrak edilir ne de Allah sevgisinin tadına varılır.”
Evet, Sadatlar bu yolun başlangıcında taliplilerini ilk evvela lafza-i celal ve letaif zikirleri talim ettirirler. Tâ ki müridinin kalbi kemal bulup letaifler asıllarına kavuşur, bu kez zikirlerin en efdalı ‘Kelime-i Tevhid’i hakkıyla yâd etmesi için nefy-u isbat zikri talim ettirirler. Nitekim Muhammed bin Abdullah el- Hâni ‘Adap’ adlı eserinde bu talimnamenin tatbikini şöyle açıklar da:
-“Salik murakabe derslerine geldikten sonra zikrini ‘Nefy ü isbat’ yoluyla yapmalıdır. Her gün belirli sayıda buna devam eder. Bu merhalede ‘Nefy ü isbat’ zikrinin dil ile yapılmasının şart olduğu açıklandı. Çünkü kalb, unsurlara bağlı olması sebebiyle unsur tefsiriyle paslanabilir. Nefy ü isbat ise dil ile yapılınca bu paslar zail olur. Böylece murakabe noktasından müşahede mertebesine yükselir. Bu terimin bir başka manası, daimi zikir halinde olmaktır. Kalple veya dil ile olsun, Zât ismi veya bir başka zikir ‘Nefy u isbat’ şeklinde yapılmış olması müsavidir. Maksad zikrin kesintisiz bir şekilde devam etmesidir. Allah ile ancak bu şekilde huzura varılır. Keza bu terimin bir başka manası gaflete mahal bırakmadan zikre devam etmektir. Çünkü Cenabı Hak ‘Unuttuğun zaman Rabbini zikret’ buyurmuştur.”
Peki, ‘Nefy ü isbat’ zikri iyi hoşta ‘Yâd kerd’ usulünün uygulaması nasıl olacak. Reşahhat kitabının sayfalarını çevirdiğimizde bu sorunun cevabını Mevlana Sa’deddin-i Kâşgâri’nin şu sözlerinde şöyle müşahede ederiz:
-“Zikir taliminin usulü şöyledir: Şeyh kalple ‘La ilahe illallah, Muhammedün-Rasulûllah’ der, müridde gönlünü hazırlayıp şeyhin gönlüyle bütünleştirir, gözünü ve ağzını kapatır, dilini damağına yapıştırır, dişlerini birbiri üzerine koyarak nefesini tutar ve bütün gücüyle şeyhin muvafakati üzere diliyle söylemeden zikre başlar. Mürid bu zikir esnasında nefesini tutma hususunda sabretmeli ve bir nefeste üç defa ‘Kelime-i tevhidi’ söylemelidir. Bu hal, zikrin tadı gönlüne yerleşene kadar sürmelidir” diye açıklık getirir.
Hakeza Gavs-i Sani (k.s)’de sofilerine bu zikri talim ettirirken şöyle tembihler:
-“Nefy-i isbat dersinde ‘la ilahe’ derken alından sağ omuz üzerine gelme esnasında Allahlık iddiasında bulunan Nemrud, Firavun, putlar, her kim ve her ne var ise tevhid kılıcıyla hepsini temizleyeceksiniz. O nefiy cümlesinin nuru, Allah’tan başkasın silecek. ‘illallah’ deyince öyle bir kalbe indireceksin ki bütün vücuda dağıldığını hissedeceksin. Sonunda ‘Muhammedün Resûlullah’ derken Allah’ın huzurunda kendinizi hissedecek ve O huzurda (kalben) ‘Muhammed senin Resulündür’ diye haykıracaksın.”
İşte yukarıda zikredilen açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki; Yüce Allah’ı ‘Yâd kerd‘ adabı usulünce zikretmek için mutlaka bir kılavuza ihtiyaç vardır. Zira İmam-ı Şarani Arifibillah, "Nefahat" adlı eserinde, müridlerin kalbinin fethi için gerekli olan 20 adaptan söz eder. Ki, bu adapların dördüncüsünden bahsederken şöyle der: "Bir salik zikre başlarken kalbiyle, şeyhin himmetinden istimdat beklemek, şeyhinden medet istemek vardır ki bu; gerçekte Resulullah (s.a.v)’den istimdad dilemektir. Çünkü mürşid, onunla Peygamber (s.a.v) arasında bir vasıtadır."
Gerçektende öyle değil mi, yol bilenle ancak kat edilebiliyor. Düşünsenize klavuzsuz yola çıktığını, bir şekilde o yolcunun yolda haramilere yem olacağı muhakkak. Allah yolunda da durum böyledir. Dolayısıyla ‘Nefy-u isbat’ zikri öyle herkesin kafasına göre çekeceği bir zikir değil, mutlaka bir yol göstericinin rehberliğinde usulü ve yordamınca çekilmesi gereken bir zikirdir. Bu demektir ki, nefis terbiyesi ne dişe diş mücadele ederek ne de zulmederek gerçekleşir, nefis terbiyesi ancak Allah adını kalpte sıkça zikredip en nihayetinde ‘Nefy-u isbat’ zikriyle Müslüman olmasıyla birlikte ıslah olabiliyor. Nitekim Gavs-ı Sâni (k.s) bu hususa şöyle açıklık getirir de:
-“ Vird nurdur, ışıktır, aynen taksinin farı gibidir. Taksinin her şeyi olsa fakat farı olmasa gidemez. Kısa zamanda tepetaklak olur. Vird, zikir kalbin kirini pasını temizler, insan günah işlemeye başlayınca kalp yara alır. Bu durum, odanın içinde yanan bir sobaya benzer. Soba devamlı yan yana boruların içi kurum bağlar, temizlenmezse zamanla boruları tıkar, dumanı geri teper, odanın içindekileri zehirler ve öldürür. Aynen bunun gibi zikirde kalbin isini (kurumunu) temizler. Zikir çekilmezse kalbe Allah’ın nuru gelmez. Ya ne gelir? Şeytanın vesvesesi gelir ve Allah’ı unutturuncaya kadar (vesvese) devam eder. Sonunda misaldeki boru gibi tıkanıp insanı (manen) zehirleyerek öldürür. Onun için virdinize dikkat edin. İnsana gerektir ki, zikrullah gibi manevi ilaçlara sarılsın. Zikrullahın sesi şeytanı kaçırır. O çok korkaktır. Bir ses gelse hemen kaçar. Fakat nefs-i emmare öyle değildir. İnsandan bir an bile gafil olmuyor. Kedinin fareyi beklerken takındığı tavır gibi, sessiz bir şekilde insanın hata yapmasını bekliyor. Ne ibadet yapsa mağrur oluyor. Çok dikkatli uyanık olmalıdır. Çünkü nefsin gıdası zulmettir. Letaiflerin gıdası ise, muhabbet ve nurdur. Nefis ancak nefy-i isbat ile Müslüman olur.”
Evet, yeter ki bir salik mürşidinin tarif ettiği usul üzere tevhid zikrinin mana ve ruhunu kalbinin derinliklerinde hissederekten diliyle ikrar etsin, bak o zaman dilinde şadan olan o tevhidi zikir sayesinde salikin kendisi nefse değil, nefis salike uyar hale gelir bile. Ancak dedik ya, Hak yolcusu bir salikin bu aşamaya gelmesi için seyr-u sulûk idmanında çok ter dökmesi icab eder. Şu bir gerçek emek vermeden hiç bir şey elde edilemez, hele ki mevzu ‘Yâd kerd’ olunca Nefy-u isbat zikri çekmeyince asla ne tevhid bilincine ne de kurtuluşa erişilebilir. Ki, Allah’ı çokça zikretmeye mecburuz da. Mutlaka Allah’ı hakkıyla yâd etmek gerekir ki, ruz-i mahşerde Resulü Ekrem (s.a.v.)’in ‘Ümmetim, Ümmetim’ diyen yalvarması karşısında mahcup duruma düşmüş olmayalım. Malum Peygamberimizin şefaati ahiret yolunda karınca misali de olsa gayret gösterenler içindir. Yeter ki, vız vız yapılsın şefaat beraberinde gelir de. Bakın Gavs-ı Hizani (k.s) zamanında Ali adında bir sofi varmış, bu sofi devamlı bal çalarmış. Tabi bu durum herkes dikkatini çektiğinde demişler ki:
-Yahu sen bu elalemin malını niye yiyorsun, sen Allah'tan (c.c) korkmuyor musun?
Bunun üzerine Ali kendiyle baş başa kalıp nefis muhasebesine girdiğinde kendi kendine millet haklıdır der. Hemen kendine bir petek ve arı alıp evime bırakmaya karar verip millet sorduğunda en azından 'Bakın benim arım ve peteğim var' deme şansı bulur da. Derken Ali evine bıraktığı arıya bakıp şöyle der:
-Ey Arı, vız vız senden, bal benden.
Gerçektende çok müthiş veciz bir sözdür bu. Nitekim bu veciz sözden de anlaşıldığı üzere arı misali vız vız yapmadan Cenab-ı Rabbül Âlemi’nden bal dilemek adetullaha aykırı bir talep olur. Madem öyle, bize düşen Yüce Allah’ı fikren, zikren ve şükren vız vız yaparaktan da olsa yâd etmek gerekir ki, hem madden hem manen balla rızıklanmış olalım. Hakeza konuyu hazır balla misallendirmişken yine bir başka bal kıssasına bakmakta fayda var:
Ubeydullah Ahrâr (k.s), bir gün kendisinin ziyaretine gelen misafirlere hoşbeş sohbet ettikten sonra bal ikram etmiş. O sırada ziyarete gelenler arasında bir çocuk da varmış. Çocuk hemen başlamış bal kovanını parmaklamaya. Tabii bu durum Ubeydullah Ahrâr’ın gözünden kaçmaz. Ve çocuğa dönüp şöyle der:
"-Bak evladım senin adın ne?"
Çocuk demiş ki:
"- Bal."
Ubeydullah Ahrâr (k.s) tebessüm edip ilerisini görürcesine şöyle der:
"-Madem sen bu zahiri lezzette kendini kaptırabiliyorsun. Bir gün senin damağına manevi bal lezzetini tattıracak biri çıkar elbet."
Ne diyelim, işte görüyorsunuz bu dünyada zahiri balı tattığımız gibi manevi balı da tatmalı ki, Yâd kerd usulünce tevhidi bilince varabilelim.
Hâsılı kelam, şu fani dünya hayatında hangi iş üzere olursak olalım önemli olan Allah (c.c)'ın emri doğrultusunda rızkı kazanmak çok mühimdir. Keza manevi rızık peşinden koşmakta çok mühimdir. Şayet manevi rızık peşinden de koşarsak, evden işe işten eve döndüğümüzde gecemiz gündüzümüz ‘Yâd kerd’ usulü ibadet olacaktır.
Vesselam.