Suriye tarihten bu güne nice badireler atlatmış, nice birçok medeniyetlere beşiklik etmiş ve nice birçok milletler tarafından idare edilmiş bir Bilad’üş-Şam Ortadoğu ülkesidir. Dolayısıyla bizim için Bağdat, Halep, İstanbul, Mekke, Medine, Semerkand ne ise Şam’da aynıdır, her birini ayrı gayri görmeyiz.  Evet, Şam’da bu anlamda tüm İslam Âleminin kalbi başkentimizdir. Ancak gelinen noktada Şam’ın kalbi artık İslam dünyası için pek atmıyor, şimdilik tüm egemen güç ülkelerin çıkarlarına yem olmak için atıyor. Sadece Şam mı? Hiç kuşkusuz ki, buna tüm ortadoğu merkezleri de dâhildir. Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar tüm dünyaya ışık şaçan tüm Ortadoğu merkezler artık ışık veremez olmuştur, yetmedi ışığı karartılan alan hale dönüşmüş durumdalar Bilhassa bunlar arasında Bilad’üş-Şam Suriye baba Esad ve oğul Esad dönemlerinde zirve noktada ışığı karartılan bir başka hançer yaramız hale gelmiştir.

Malum Ademoğullarından ilk akıtılan kan Kabil'in Habil’i katletmesiyle start almıştır. İlginçtir ilk kardeş kanının akıtıldığı mekân ve zeminde Suriye coğrafyasının Kasiyum dağında vuku bulmuş. Hele insanoğlu bir kan dökmeyiversin devamı gelir de. Gerçekten de Kabil bu topraklarda kardeş cinayeti işlemekle kötü bir çığır açmıştır. Dolayısıyla Suriye’nin tarihi süreç içerisinde birçok el değiştirmesine şaşmamak gerekir.  Neyse ki,  bu ülke Hz. Ömer (r.a) devrinde ilk kez İslam topraklarına dâhil oldu da gün yüzü görebilmiştir. Madem öyle bunda çok büyük pay sahibi Saad bin Vakkas’ı anmaktan geçemeyiz. Evet, kahraman abidesi bu yüce Sahabe, Uhud’da göğsünü Rasulullah’a (s.a.v) siper etmenin ötesinde başta Hendek olmak üzere daha birçok gazalarda bulunmuşta. Hatta Peygamberimiz (s.a.v) bir seferinde cenk ederken: “Anam, babam sana feda olsun Ya Sad! Ha gayret  at  oklarını..” sözleriyle onu yüreklendirmiş bile. İşte bu yüreklendirmedir ki; O’nu Hz. Ömer (r.anh) devrinde İran ordusunun başbuğu, Kadisiye zaferinin başkahramanı ve Kisra ülkelerinin fatihi olmasına yetmiştir. Öyle ki; ilk fethi Irak fethiyle başlamış, üstelik bu ilk fetihte karşısında 40 fillik 80 bin ordu vardır. Olsun, küffarın 40 fillik 80 bin ordusu varsa bizimde Peygamber övgüsüne mazhar Saad bin Vakkas’ımız var. Yetmedi her şeyden önce onun o sarsılmaz iman dolu yüreği ve azmi var. Hiç kuşkusuz yüreğindeki iman, azim ve kararlılık bunca donanımlı orduyu ezip geçmesine yetmiştir. Tabii bu fetih burada bitmez, devamında Kadisiye de toplanan Fars ordusunu hezimete uğratmakta vardır. Dahası bu fetihle birlikte Median ve Kisra Sarayına ilk giren kahraman başbuğ sahabe olarak tarihe geçerde. Hatta Saad bin Vakkas fethin akabinde Hz. Ömer’e büyük bir jest yapmakla tarihin sayfalarına bir başka not daha düşmüştür.  Yani, fethin akabinde Kisra hükümdarının kızını ona takdim etmeyi ihmal etmez de. Tabii Hz. Ömer’de bu jesti kendine almayıp Hz. Hüseyin’e layık görür. Derken bu ehli beyt ocağından Zeynel Abidin’in dünyaya gelmesine vesile olacak nur neslinin devamı bir evlilik gerçekleşmiş olur.

Peki, Hz. Ömer dönemi sonrasında Şam hangi konumdadır?  Malum, Şam VIII. yüzyılda Emevilerin başkenti olmuş, sonrasında Eyyubiler’ce idare edilmiş, daha sonrasında ise Memlukluların hâkimiyeti altına girmiştir. Böylece Memluklular bu hâkimiyetle birlikte Hicaz-suyollarına sahip olmanın kattığı avantajla Müslümanlar nezdinde büyük bir itibar kazanmışlardır. Ancak hâkimiyeti altına alıp itibar kazandıkları bu toprakların ticari yolların buluştuğu hat üzerinde olması kendilerinin gözden uzak ve gönülden ırak bir ülke olmasına yetmeyecektir. Nitekim Yavuz Sultan Selim bu toprakların önemini çok önceden keşfetmiş olduğu çok açık ve net ki; Osmanlının batıya doğru giden yönünü doğuya çevirmesini bilmiştir. Zaten doğrusu da buydu, zira doğuyu sağlama almadan sürekli batıya yönelmek anlamsız olurdu. İşte bu gerçekler ışığında Yavuz Sultan Selim'in gözüne kestirdiği Mercidabık seferiyle birlikte bir zamanlar Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarının bütününü kapsayan Bilad’üş-Şam’ın, yani Suriye’nin Osmanlı topraklarına dâhili gerçekleşir. Ve bu sefer sayesinde Memluklular ve Osmanlı arasında cereyan eden Hicaz-suyolu çekişmesi de son bulmuş olur. Derken tarihin akışını değiştirecek böylesi bir stratejik hamlenin akabinde neredeyse İslam dünyasının tümü Osmanlı'nın koruma kanatlarının altına girme hadisesi gerçekleşir. Ama yine de her şey bitmiş sayılmazdı. Çünkü bu süreç içerisinde umulmadık bir gelişme yaşanıp Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Osmanlı’ya karşı diş bilemesi ve baş kaldırışıyla Suriye elimizden çıkar gibi olur da. Neyse ki kısa bir zaman dilimi sonra Mısır yeniden Osmanlı’ya bağlanır. Fakat ne zaman ki, Osmanlı gerilemeye yüz tutup yıkılış sürecine girer, işte o zaman bu topraklarda başka bir tarihi akış süreci daha sahne alır. Hele bir devlet hasta yatağa düşmeye dursun “su uyur düşman uyumaz” misali her geçen gün Devlet-i Aliyye’nin de günden güne erimesiyle birlikte Ortadoğu’nun kalbi hükmünde Suriye’nin batılıların insafına terk edildiği bölük pörçük bir ülke hale gelmiş yüzüyle yüzleşiriz.

Peki, birçok Ortadoğu ülkesini anladıkta, şu Suriyemiz’de petrol olmadığı halde batılıların bu ülkeye karşı bu denli alaka göstermesinin arkasındaki esrar perdesi neyin nesi? Aslında meselenin özüne indiğimizde, bir kere bu ülkeyi önemli kılan husus ortadoğu’nun giriş kapısı ve petrol bölge sahaları kapsam alanı içerisinde olmasıdır. Meğer Fransızların böylesi stratejik öneme haiz bu ülkeyi yaklaşık 25 yıl işgal altında tutması boşa değilmiş. Öyle ki, Suriye zar zor Fransız boyunduruğundan ancak 1946’da bağımsızlığını elde ederek kurtulabilmiştir. Tabii bağımsız olmakla her şey bitmiş sayılmazdı, geldiğimiz noktada hala iki yakası bir araya gelememiş, habire dış ve iç güçler tarafından ayar çekilen ülke konumundadır.

Evet, Ortadoğu deyince batılıların, bilhassa İngiltere Kraliyet ailesinin aklına petrol akla gelir hep. Zira batılılar meseleye “bir damla kan, bir damla petrol” mantığı zaviyesinden baktıklarından onlar için akıtılan kan ve gözyaşının çokta kıymeti harbiyesi yoktur. Hatta onlar için bu bölgede en az petrol kadar İsrail’inde buralarda güven içerisinde varlığını sürdürmesi de çok önem arz etmektedir. Anlaşılan o ki; orta doğuda İsrail çıbanbaşı olarak konumlandığı müddetçe bu topraklar huzur bulmayacak gibi. Evet, bir kez daha belirtmekte fayda var; İsrail orta doğuda baş çıbandır, bu baş çıban halledilmeden Ortadoğu öyle kolay kolay kanayan yara olmaktan çıkamaz. Ama yinede ümitsizliğe ve yeise kapılmamak lazım gelir, mutlaka bir şeyler yapılmalı. O halde ilk iş olarak öncelikle Suriye'nin Esad zulmünden kurtulup özgür bir ülke hale gelmesi gerekir. Ama nasıl? Hiç kuşkusuz İrakta daha önce denenmiş ve kurgulanmış Saddam benzeri bir operasyonla değil elbet. Nitekim Saddam'ın devrilişi sonrası gördük ki, meğer dert dava Saddam değilmiş, asıl dert dava Irak pastasından pay almakmış. İşte Suriye’ninde aynı oyuna düşmemesi için Esad gidecekse de yerine gelecek yönetim dış güçlerin güdümünde bir yönetim olmamalı, Suriye halkının kendi kaderini kendi belirleyecek bir yönetim modeli iş başında olmalıdır. Ama gel gör ki, bu husus sadece Türkiye'nin gündem konusu, diğerlerin umurunda bile değil, duyarlılık noktasında tüm İslam ülkeleri sırra kadem basmış haldeler. Bir ara Türkiye 'one minute' çıkışıyla Ortadoğu halklarının umut aşısı olduysa da, maalesef haramiler bu umut aşısını berhava etmek için ellerinden geleni ardına koymadılar. Öyle ki, şu an Suriye bir yandan içte Esad güçlerince halkı sindirilmeye çalışılırken, diğer taraftan da dış egemen güçlerin cirit attığı bir mayın tarlası ülkedir. Hatta bu kanayan süreçte bir Rusya eksikti, artık o da bu mayın tarlasında yerini almış durumda. Demek ki, şartlar değişse de Rusya'nın rolü değişmemekte. İcabında bu sürece Çin'de girerse şaşmamak gerekir. Kim bilir, belki de üçüncü dünya savaşının eşiğindeyiz. Her neyse, belli ki Türkiye'nin tek başına gerek Suriye mültecilere yönelik insani yardım çabaları, gerekse uluslararası arenada gösterdiği diplomasi ataklar yetmiyor, yine de tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen İngiliz aklı “Şer odaklarının bir hesabı varsa Allah'ında bir hesabı var” umuduyla yelkenleri indirmiş değiliz. Hele şükür ki,   iş başında Allah’ın nurunu tamamlayacağına inançları tam yöneticilerimiz var.
  
Evet, 1967’de İsrail-Arap savaşında zaferle çıkan İsrail, Golan tepelerini işgal etmenin şımarıklığıyla Ortadoğu’ya yerleşip çıban devleti bir konuma gelmiştir. İşte bu ağır yenilginin ardından Suriye yönetiminde çatırdamalar baş gösterir de. Öyle ki, içte yaşanan iktidar çekişmelerinin ortaya koyduğu tabloda Baas Partisinin birinci çıkmasının akabinde Hafiz Esad darbe yapıp 1970’de yönetime el koymuştur. Hafız Esad bunla da kalmamış daha sonraki yıllarda Müslümanların zaman zaman ayaklanma girişimlerini sert askeri tedbirlerle önüne geçip iktidarını diktatoryal yollarla sürdürür de. İşte Hafız Esad bu. O bir yandan kendi halkına acımasızca zulmederken diğer yandan da İsrail’den gelecek muhtemel tehlikelere karşıda Hamas ve İslami Cihad örgütlerine destek verir görünümü bir sinsi politika izleyecektir. Fakat bu sinsilik neye yarar ki. Çünkü Amerika Bağdat’a girdiğinde Suriye’yi çoktan gözüne kestirmişti bile. Hatta ABD'nin Suriye ile değil dolambaçlı yollardan doğrudan ilgilenmesi, yetmedi bu yönde Suriye’nin tehdit oluşturduğuna dair kamuoyu çalışması yapması yeniden Ortadoğu'nun karışacağının işaret taşlarıydı. Ve işaret taşları zaman içersinde yerine oturur da.

Hafız Esad’ın ölümüyle yerine geçen oğul Beşşar Esad’ın o yıllarda göreve gelmenin ilk heyecanından mı olsa gerek babasının izlediği politikaların tam aksine ılımlı gözüken politikalarıyla başta Türkiye olmak üzere birçok ülke arasında yaşanan gerginlikler nihayet son bulmuştu. Fakat ne var ki ABD'nin o yıllarda oğul Esed'in bu ılımlı gözüken tavrına rağmen Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz arasındaki bölgeyi İsrail’in güvenliği uğruna Suriye’yi yeniden çatışma alanlarının içine çekme arzusunda olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Hadi diyelim ki; Sam amcanın buralarda demokratikleşme ya da terörü temizlemek niyetinde olduğunu varsaysak bile, zaten daha çiçeği burnunda Beşar Esad, o yıllarda bu anlamda Arap Baharı bir havaya bürünmüş görünüm veriyordu,  buna gerek var mıydı? Bir kere ABD’nin, esmekte olan bu Arap baharından hoşnut olmadığı o kadar kendini net açık belli ediyordu ki; bilhassa oğul Bush tarafından yürürlüğe konulması düşünülen işgal senaryosu gecikmez de. Nitekim Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin, 2005’te Beyrut’ta patlatılan bomba imha suikasta kurban gitmesi bu işlerin çok önceden planlanmış bir senaryonun ayağı olduğunu akıllara düşürür de. Tabii böyle bir olay karşısında Suriye,  Lübnan’da Şam karşıtı gösterilerinin ardından orada ki 29 yıldır askeri varlığını askıya almak zorunda kalmıştır. Askıya alsa ne olur ki, bir kere ortada herhangi en ufak bir delil olmamasına rağmen Suriye’nin Lübnan’dan kapı dışarı edilmesinin önüne geçmesine yetmeyecektir. Dedik ya mesele gayet açık ve net; Hariri dosyasında hedef şaşırtılarak bu işte bit kemiği dedirtecek Suriye parmağı arandı hep. Onlar iz süre dursun, hedef şaşırtmadan çıkan sonuç şu ki; bu olayda Hariri olayı bahane edilerek bir yandan Büyük Ortadoğu Projesinin hayata geçirme çabası var, diğer yandan da Hamas ve Hizbullahı silahsızlandırmak suretiyle Ortadoğu halklarının direncini kıracak bir taşta iki kuş vurmanın hesabı vardır.

Peki, bu süreçte Türkiye ne yaptı derseniz, hiç kuşkusuz bu süreçte Türkiye kendine yakışır bir tavır sergileyip o yıllarda her fırsatta Şam’ın uzlaşı yolunda attığı her adımın görmezden gelinemeyeceğini diplomatik kanallar vasıtasıyla dile getiren bir tavır ortaya koymuştur. Her nekadar Türkiye’nin tek taraflı tansiyonu düşürmeye yönelik bu çabaları karşılık bulmasa da, zaten biz bize yakışanı yapmaya mecburduk. Çünkü biz ecdadımızdan aldığımız terbiye gereği mazlumlardan yana tavır almayı yeğleriz hep, bu yüzden ayak oyunları nedir bilmeyiz. Yine her ne kadar içimizde zaman zaman bir takım cırtlak sesler çıkıp “Aman Efendim iyi hoşta bu tip girişimlere ABD sıcak bakmazmış” deseler de,  biz buna pek aldırış etmeyiz,  Osmanlı'nın torunları olarak mazlumlardan yana ne adım atılacaksa onu yaparız. Nitekim dik durdukta. Öyle ki, Türkiye’nin Hariri dosyasının Gaziantep’te görüşme önerisi takdire şayan bir diplomasi atağıdır. Üstelik Türkiye’nin bu önerisini Şam kabul etmişti de, ne var ki ABD bu öneriye sıcak bakmayıp muhalif olunca BM Savcısı Hariri olayına karıştığı düşünülen şüpheli şahısların Viyana da sorgulanmasına karar verir. Mahkemeden çıkan karar maalesef Suriye yanlısı olarak takdim edilen dört üst rütbeli Lübnanlı Generalin tutuklanması kararıdır. Oysa alınan bu kararla olayın arka planında yer alan asıl bağlantıların aydınlatılmasına gölge düşmüştür. Gölge düşürdüler de ne oldu, çok zaman sonra Hariri suikastında Suriye’nin hiçbir dâhili ve harici müdahalesi olmadığı anlaşılmıştır. Şayet bu konuda hala önyargılı olanlar varsa, şunu iyi bilsinler ki, Suriye halkına bir özür borçlu olduklarını unutmuş gözüküyorlar.

İlginçtir ABD’nin Saddamı devirmek bahanesiyle Irak’ı işgal ettiğinde o meşhur bildiğimiz Fransa, Almanya gibi ülkeler her türlü desteği vermeyi esirgemezken, Suriye sözkonusu olduğunda her nedense yan çizmişlerdir. İşte bu ve buna benzer tutumların yanı sıra birde Rusya ve Çin’in her an ciddi karşı atak verme ihtimal dâhilinde göz önüne alındığında ABD’nin bu kez işinin hiçte kolay olmadığını tahmin etmek zor olmasa gerektir. Nasıl ki ABD'nin kendine göre plan ve çıkarları varsa, Avrupa ülkelerinden bilhassa Fransa’nın da kendine göre Lübnan’da planları ve çıkarları söz konusuydu. Derken bu ve buna benzer gerekçelerle ABD, çıkarları doğrultusunda ikna turlarıyla israrlarını sürdürür de.  Kaldı ki bu turlar sonuç vermese de icabında kendince birtakım uygulayacağı ekonomik müeyyidelerle Suriye halkını açlığın susuzluğun pençesine itip işin içinde Suriye’yi köşeye sıkıştırmak planıda vardır. İşte tam bu planların yapıldığı safhalarda her ne oluyorsa Beşar Esad’ın ummadık bir anda Suriye'de babasını aratmayacak zulüm operasyonlarına start vermesi planları olan ülkeler için can suyu olur da. Artık bu noktadan sonra Arap baharı Esad gitmiş başka bir rol üstlenmiş Esad gelmişti. Zaten tamda projelerin çizildiği safhada kendi halkına kıyacak birilerine ihtiyaç vardı ki, işte Esad'ın üstlendiği yeni rol bu çıkışıyla maksat hâsıl olur da. Öyle ki ne umduk ne bulduk misali başta Türkiye olmak üzere birçok ülke bu yeni durum karşısında şok oldu diyebiliriz. Gerçekten de beklenmedik durumdu, meğer Beşar Esad göründüğü gibi değilmiş, camileri bile bombalayacak kadar gözü dönmüş canidir o.

Aslında tüm bu gelişmelerden çıkaracağımız sonuç şu ki; Suriye halkının Türkiye’den başka dostu yoktur, onca insanı Ensarca bağrına basan tek ülke Türkiye’dir. Sonuçta Suriye'de durum vaziyet öyle işin içinden çıkılmaz hal aldı ki kimin eli kimin cebinde belli değil, dünyanın tüm istihbarat güç ağları orda mevzi almış durumdalar. Kimi zaman Kobani bahane edilerek, kimi zaman kendi yetiştirdikleri DAEŞ, IŞİD her ne zıkkımlarsa bahane edilerek herkes kendince bir rol üstlenmiş durumda. Suriye bu anlamda ateşten bir gömlektir. Gel de bu ateş çemberinden çık çıkabilirsen, ne mümkün,  her geçen gün Suriye daha da çok kan kaybetmekte. Kelimenin tam anlamıyla Suriye kan ağlıyor. Sünni kesim desen, sorma gitsin, onlarda küstürülmüş durumda. Belki de işin püf noktası bu küstürülmüş düğümde gizli. Galiba bu küstürülmüş Sünni çoğunluğun gönlü bir kazanılırsa bu bölgede hesabı olanların düğüm atılmış planlarını altüst edecek yüzyılın en güçlü direniş dalgasının gerçekleşmesi pekâlâ mümkün. Böylece özgür Suriye halkın doğuşu bir hayal değil hakikatın tâ kendisi bir doğuş olacaktır. Şimdi gel de bu güzel diriliş doğuşu özlemde Şah-ı Hazne (k.s)'in ruhaniyetini düşleme, ne mümkün. Hatta bu güzel özlemimizde ne Suriye'yi Şah-ı Haznesiz, ne de Şah-ı Hazne'yi Suriye'siz ayrı düşünmeyiz. Öyle ki bir zamanlar bu topraklarda Şeyh Ahmed-el Haznevi’nin nefesi vardı. Madem öyle buralara yeniden nefes vermek gerektir. Evet, Şah-ı Hazne (k.s) Suriye'nin şahı olmasının ötesinde nefesiydi. O nefes Silsileyi Nakşibendî Tarikatının halkasından Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)'in dizinde yetişen bir nefesti. Yetişti derken tarla tapan için yetişmedi, tam aksine vardığı dergahda bir lokma bir hırka hayat sözkonusu olsa bile irşad etmek için yetiştirildi. Düşünsenize Şah-ı Hazne o yıllarda Nurşin’de Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’in hizmetindeyken bir ara kuraklık ve kıtlıkta olmuşta Hatta bir gün bu bölgenin ağalarından biri, Hazret Muhammed Diyâeddin ve sofilerini davet etttiğinde Şah-ı Hazne  (k.s)  içinden şöyle iç geçirmiş; 

"-Nihayet midemiz kırk yılda bir güzel yemek görecek." 

Tabii bu iç geçirmenin akabinde çarıklarını yıkamış, kurutmuş ve hazırlığa koyulmuş ta. Ertesi gün Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s) sofileriyle birlikte davete giderken, dönüp arkasına;

"-Molla Ahmed (Şah-ı Hazne) burada kalsın, diğerleri benimle gelsin."

Hakeza yine bir gün Ramazan ayıymış, malum bu ayda mollalar zekât, fitre her ne varsa almak için icabında köy köy dolaşırlarmış.   İşte mollalar bu ayın hürmetine biraz dünyalık toplamak için yola koyulduklarında Şahı Hazne de onlara heveslenip Hazret Muhammed Diyâeddin'den izin istemiş.  Bu durum karşısında Hazret (k.s) demiş ki:

"-Allah için sen çalış, Allah sana her şeyi verir."

Gerçektende Şah-ı Hazne (k.s), eskiden çok fakirmiş, öyle bir zaman gelir ki Suriye’nin ordusunu bile doyurur hale gelir. Kaldı ki onun geride bırakacağı en büyük miras Gavs-ı Bilvanisî (k.s) olacaktır.

Bakın, Seyda (k.s) ise, Şah-ı Hazne (k.s) hakkında şöyle der:      

Nasıl ki Hazret Muhammed Diyâeddin Şah-ı Hazne gibi büyük bir zat yetiştirmişse Şah-ı Hazne’de (k.s) Gavs-ı Bilvanisî Abdûlhakim el Hüseyni gibi büyük bir zat yetiştirmiştir. Ve Gavs-ı Bilvanisî (k.s) ondan el aldığı zaman, dergâhın ileri gelen sofileri merak edip Şah-ı Hazne'ye sorarlar;

"-Kurban! Molla Abdûlhakim'in makamı nasıldır?"  
Cevaben der ki;

"-Biz kendi bulunduğumuz mertebeyi biliyoruz, ama sonrasını biz de bilmiyoruz."

Hatta Gavs-ı Bilvanisî (k.s) daha bir günlük sofi iken, Şah-ı Hazne (k.s) halifelerinden Molla İbrahim'i çağırmış ve demiş ki;

"- Molla Abdûlhakim'i nasıl bilirsin, uğraşmaya değer mi?"

Molla İbrahim cevaben;
"-Bu adamda iş yok, gelsin gitsin, bununla pek uğraşmaya değmez"  demiş.

Tabii Şah-ı Hazne'nin suratı anında değişip şöyle der:

"-Çocuklarıma dua et, onların hocasısın,  yoksa şu anda tarikattan tard olmuştun." 

Ve diğer halifesini çağırmış demiş ki;

"-Ne dersin uğraşmaya değer mi?" 

Halife cevap vermiş;

"-Aman efendim, hiç kuşkusuz onun için elimizden geleni yapmamız lazım, bizim ona emek vermemiz icap eder, o bizim ümidimiz,  o bizim istikbalimiz,  hatta ona her şeyimizi devretmemiz lazım." 
 
Ve Şah-ı Hazne (k.s) bu söz üzerine bir anda yüzü aydınlanıverir.

Gerçektende Şeyh odur ki; "Yolun başından sonunu göre."

İşte Suriye’nin nefesi Sah-ı Hazne böyle bir nefestir. 

İşte o nefesin yetiştirdiği Gavs-ı Bilvanisî (k.s)’de şöyle der: "Biz ulaşmak istediğimiz yerlere ulaşamadık, ama hamd olsun ulaşanı ulaştırdık." 

Seyda (k.s) bu yüzden şöyle der: "Millet, Gavs Hazretleri'nin gerçek çehresini göremedi. O'nu başında sarık, sırtında cübbe bir molla gibi gördüler. Hakikatini gören olmadı." 

Yüce Allah (c.c) Gavs-ı Bilvanisî (k.s)’den razı olsun ki, Suriye’nin nefesinden nefeslendi de bu zincirin tüm nefeslerini Türkiye topraklarına taşımış oldu. Belki de o nispet oralardan buralara taşınmasaydı bu altın halkanın kıyamete kadar sürecek tüm nefeslerini ziyaret etmek pek mümkün olmayacaktı.

Evet, Şahı Nakşibendî nisbetini ve bu yolun feyzi bereketini topraklarımıza Şah-ı Hazne’nin elinden devr alıp Türkiye coğrafyasına taşıyan Abdülhâkim El Hüseyni’dir. Tabii bu nisbeti buralara taşımak öyle kolay olmadı. Tam aksine Gavs Hazretleri Suriye’ye Şeyhini ziyarete gitmek için sınırda mayın tarlalarına basmayı göze alarak gerçekleştirdi. Derken Şeyhine olan bağlılığı ve canını feda etme pahasına da olsa onun o müthiş teslimiyeti Gavslık makamına ulaşmasına yetmiştir. Dedik ya, şayet Gavs-Bilvanisi (k.s) o emaneti Suriye gibi kaygan bir zeminden Türkiye’ye getirmemiş olsaydı Şah-ı Nakşibendî yolu nisbetine erişmek için Türkiye dışına gitmek zorunda kalacaktık. Ne diyelim, bu büyük nimeti Türkiye’ye yayan o büyük zatın ruhu şad olsun. 

Hep Ehli Sünnet İslami kaynaklarda denilir ki; ahir zamanda Hz. İsa (a.s) gökten ineceği zaman Suriye’nin merkezi Şam’da ak minareye inecek ve Mehdi’ye (a.r) yardım edip kötülüğün kutbu olan Deccala karşı mücadele edecek. Ve bu mücadeleyle birlikte zafer kazanıp,  tüm dünya adalete kavuşacak inşallah. Ne diyelim, ne zaman bilinmez, ama şu bir gerçek Ortadoğu’da yaşadığımız olayların varacağı son nokta  “Allah nurunu tamamlayacak”  noktası olacaktır. Her ne kadar zinde odaklar bunu arzu etmese de buna inancımız tamdır.

Vesselam.