MHP’nin Erzurum’da fokur fokur kaynadığı bir yıldı 1980 yılı. Eski il başkanı Necati Bölükbaşı’nı Ankara’ya çağırıyor Alpaslan Türkeş, “Necati (Güllülü) şaşırmış bir vaziyette, o artık İl Başkanlığını sürdüremez. Bu görevi yeniden size vermek istiyorum” teklifinde bulunuyor. O da “Arkadaşlarımla görüşür, sonucu size arz ederim” diyor. “Aramızda kalsın bu konuştuklarımız, çıkınca Sadi’ye de (Somuncuoğlu) her şeyi anlatma, kısmen aktar.” diyerek uğurluyor Bölükbaşını.
Geldi Necati Bölükbaşı Erzurum’a, uzun uzun tartıştık aramızda, sonunda Necati’yi de istekli görünce “evet” denmesine karar aldık. Fakat bu arada, aramızdan birileri ağızlarını tutamadılar, bu haber yayıldı. İşler arapsaçına döndü. Öbür Necati de Ankara yolunu tuttu.
Bizim Necati gidince de “Bu işi şuyuu bulmuş, biraz daha bekleyiniz” dendi Türkeş tarafından.
İş uzamaya başladı, uzayınca da Erzurum karıştı iyicene. Nevzat Kösoğlu’na gelince; o yeniden seçilebilme derdinde ve de her zamanki gibi çokbilmiş havalarda. Çözüm yolu gözükmüyor ufukta. Kavga çıkacak neredeyse.
Oturdum bir mektup yazdım Türkeş’e. İki Necati’den birinin atılıp ötekinin tutulmasının işleri iyice karıştırdığını. Eğer çözüm isteniyorsa, iki Necati’ye de görev verilmemesi gerektiğini, seçimde milletvekili adayı olmayacak, her iki grubun da üzerinde oydaşabileceği bir isme il başkanlığının verilmesini, bu ismin lekesiz ve gölgesiz bir önseçim yapacak şartları hazırlaması gerektiğini ifade ettim.
Türkeş hemen cevap yazdı, “mektubumda izhar ve ibzal olunan teveccüh ve iltifatlara” teşekkür ediyordu, “Teklifiniz makul ve makbul bulunmuştur. Erzurum’da önseçim mutlaka yapılacaktır, buna kimse engel olamaz. Sizden ricam, ifade buyurduğunuz nitelikte bir zatın adını vermenizdir, onu derhal il başkanı olarak görevlendireceğim” diyordu.
Bir mektup daha yazıyor, veriyorum o ismi. En eski partilerimizden Mehmet Tipigil. Deli dolu, içi dışı bir adam, herkes de sever onu.
O da kabul ediliyor, Tipigil çağrılıyor Ankara’ya iş anlatılıyor. 11 Eylül 1980 gecesi Tipigil’in iş yerinde taraflar buluşuyoruz. Tipigil görevden söz etmiyor, iki tarafı bir araya getirebilmenin öneminden ve anlamından dem vuruyor. Belli ki yokluyor, ısınma turları atıyor. Arada bir de gözümün içine bakıp gülüyor, “seni seni” dercesine kafasını sallıyor.
Tekrar mülaki olma üzere ayrılıyoruz. Ertesi sabah radyoyu açınca Harbiye Marşı’nı duyuyorum, sonra da ihtilal bildirilerini.
İhtilale yakın günlerin birinde Nevzat Kösoğlu, Sadi Somuncuoğlu’nu da alarak Erzurum’a gelmiş ve bizi Kral Otelde kaldıkları odaya çağırmışlardı. Onu da bir aktarayım. Nevzat Aga, benim girişimlerimi duymuş, önseçim olursa başına neler geleceğini biliyor, tutuşmuş paçası, bu duruma bir çözüm bulma derdindeler. Sadi Beğ, nazımızla oynuyor deyim yerindeyse, gururumuzu okşuyor, Nevzat Aga dinlemede. Bir ara ben “Çözüm aramayın Sadi Ağabeği, çözümü ben buldum ve Genel Başkan’a da arz ettim, o da kabul etti. Siz de etseniz iyi olur” diyorum, Nevzat Aga’nin sinirden eli ayağı titremeye başlıyor “Genel Başkan’a mektuplar yazıp bazı kanaatler oluşturmak belki mümkündür ama bunu çözüm diye takdim etmek kimseye bir şey kazandırmaz” diye tepki veriyor.
Şu işe bakın, çıkarına dokununca nasıl da değişiyor her şey…
Nevzat Kösoğlu’nu son görüşüm budur. 1981 yılında MHP davasından tahliye edildiğinde telefon açıp geçmiş olsun dedim, bu da sesini son duyuşum, son konuşmamızdır.
Kösoğlu başka tellerden çalmaya başladı 1980 sonrasında, önce oturdu bir Said Nursi kitabı yazdı. Sonra Fethullahçılara yanaşıverdi. Onların imkânlarını kullandı. Ve yazdığı eserlerin hepsinde de o yıllar önce gördüğüm yazısındaki “Osmanlı’ya toz kondurtmamam” çabasını, neo-osmanlıcılarla birlikte sürdürdü.
Öyle sürdürdü ki, bu uğurda Amerikancı bile oluverdi.
Benden de cevabını alıverdi tabii ki… İşte Yeniçağ’da yazdığım o yazı:
Geldi Necati Bölükbaşı Erzurum’a, uzun uzun tartıştık aramızda, sonunda Necati’yi de istekli görünce “evet” denmesine karar aldık. Fakat bu arada, aramızdan birileri ağızlarını tutamadılar, bu haber yayıldı. İşler arapsaçına döndü. Öbür Necati de Ankara yolunu tuttu.
Bizim Necati gidince de “Bu işi şuyuu bulmuş, biraz daha bekleyiniz” dendi Türkeş tarafından.
İş uzamaya başladı, uzayınca da Erzurum karıştı iyicene. Nevzat Kösoğlu’na gelince; o yeniden seçilebilme derdinde ve de her zamanki gibi çokbilmiş havalarda. Çözüm yolu gözükmüyor ufukta. Kavga çıkacak neredeyse.
Oturdum bir mektup yazdım Türkeş’e. İki Necati’den birinin atılıp ötekinin tutulmasının işleri iyice karıştırdığını. Eğer çözüm isteniyorsa, iki Necati’ye de görev verilmemesi gerektiğini, seçimde milletvekili adayı olmayacak, her iki grubun da üzerinde oydaşabileceği bir isme il başkanlığının verilmesini, bu ismin lekesiz ve gölgesiz bir önseçim yapacak şartları hazırlaması gerektiğini ifade ettim.
Türkeş hemen cevap yazdı, “mektubumda izhar ve ibzal olunan teveccüh ve iltifatlara” teşekkür ediyordu, “Teklifiniz makul ve makbul bulunmuştur. Erzurum’da önseçim mutlaka yapılacaktır, buna kimse engel olamaz. Sizden ricam, ifade buyurduğunuz nitelikte bir zatın adını vermenizdir, onu derhal il başkanı olarak görevlendireceğim” diyordu.
Bir mektup daha yazıyor, veriyorum o ismi. En eski partilerimizden Mehmet Tipigil. Deli dolu, içi dışı bir adam, herkes de sever onu.
O da kabul ediliyor, Tipigil çağrılıyor Ankara’ya iş anlatılıyor. 11 Eylül 1980 gecesi Tipigil’in iş yerinde taraflar buluşuyoruz. Tipigil görevden söz etmiyor, iki tarafı bir araya getirebilmenin öneminden ve anlamından dem vuruyor. Belli ki yokluyor, ısınma turları atıyor. Arada bir de gözümün içine bakıp gülüyor, “seni seni” dercesine kafasını sallıyor.
Tekrar mülaki olma üzere ayrılıyoruz. Ertesi sabah radyoyu açınca Harbiye Marşı’nı duyuyorum, sonra da ihtilal bildirilerini.
İhtilale yakın günlerin birinde Nevzat Kösoğlu, Sadi Somuncuoğlu’nu da alarak Erzurum’a gelmiş ve bizi Kral Otelde kaldıkları odaya çağırmışlardı. Onu da bir aktarayım. Nevzat Aga, benim girişimlerimi duymuş, önseçim olursa başına neler geleceğini biliyor, tutuşmuş paçası, bu duruma bir çözüm bulma derdindeler. Sadi Beğ, nazımızla oynuyor deyim yerindeyse, gururumuzu okşuyor, Nevzat Aga dinlemede. Bir ara ben “Çözüm aramayın Sadi Ağabeği, çözümü ben buldum ve Genel Başkan’a da arz ettim, o da kabul etti. Siz de etseniz iyi olur” diyorum, Nevzat Aga’nin sinirden eli ayağı titremeye başlıyor “Genel Başkan’a mektuplar yazıp bazı kanaatler oluşturmak belki mümkündür ama bunu çözüm diye takdim etmek kimseye bir şey kazandırmaz” diye tepki veriyor.
Şu işe bakın, çıkarına dokununca nasıl da değişiyor her şey…
Nevzat Kösoğlu’nu son görüşüm budur. 1981 yılında MHP davasından tahliye edildiğinde telefon açıp geçmiş olsun dedim, bu da sesini son duyuşum, son konuşmamızdır.
Kösoğlu başka tellerden çalmaya başladı 1980 sonrasında, önce oturdu bir Said Nursi kitabı yazdı. Sonra Fethullahçılara yanaşıverdi. Onların imkânlarını kullandı. Ve yazdığı eserlerin hepsinde de o yıllar önce gördüğüm yazısındaki “Osmanlı’ya toz kondurtmamam” çabasını, neo-osmanlıcılarla birlikte sürdürdü.
Öyle sürdürdü ki, bu uğurda Amerikancı bile oluverdi.
Benden de cevabını alıverdi tabii ki… İşte Yeniçağ’da yazdığım o yazı:
Köszade Hazretleri'nin kuyruğu hiç acımamış
“Milliyetçiler Türk milletinin milli meselelerde idrakini açık tutmakla kendilerini görevli sayarlar. Doğrudur; fakat mübalağaya gittiğinde iş komplo teorilerine varıyor. Onlara göre biz, eskilerin tabiriyle musallaya uzatılmış meyyit gibiyiz, imam bizi oraya buraya çeviriyor. İmamımız da Amerika! Yok böyle bir şey! (...)Ve bir Amerikan düşmanlığı başlıyor. Hiç anlamadığım bir şey zaten bu.”
“Rusya’ya zaten düşmandık, 300 yıldır dövüşüyorduk. Marksizm yüzünden değil. Ama Amerika ile ne kuyruk acım var ne evlat acım. Onunla niye dövüşüyorum?”
“Devletin yanlışlarından biri şu. Doğu Anadolu’da medreseler vardı. En meşhuru da Norşin medresesiydi. Bu medreseler evet, inkılaplara aykırıydı ama devlete, Türk milletine bağlıydı. Kapatıldıkça bölgede Kürtçülük yayıldı.”
Amerikan düşmanlığını hafife alan, Amerika ile kuyruk acısı ve evlat acısı olmadığını yumurtlayan bu Köszade, 1980 öncesinde MHP Milletvekili idi. Aynı yolun yolcusu olmadığımız belliydi o günlerde de.. Fakat o günün atmosferi içinde bir netleşme ve ayrışma olamıyordu. 1981 yılında, MHP davasından tahliye edilince telefon açıp geçmiş olsun demiştim. Sonra “Geldik yol ayrımına”. O, Nurculara doğru kırdı dümeni. Said-i Nursi hakkında Cemal Kutay’ın kitabının yüzde seksen tekrarı olan bir kitap yazdı. Öyle alelacele yazılmıştı ki, Nursî’nin doğum ve ölüm tarihleri bile yanlıştı.
Doksanlı yıllarda “Ocakçı Biraderleriyle” ele geçirdikleri Türk Ocağı’ndan postnurcu cemaate cilveler başladı. Ve böyle böyle, Köszade, işi “Açılımcılığa”, “Amerikanperestliğe” kadar götürdü. Bunların bu melanet açılımına başta HEPAR olmak üzere CHP ve MHP karşı duruyor ya, bir yerlerden bu cepheyi sarsmak istiyor karşıdaki şer güçler. Osman Paşa’ya “Türk Bölücübaşısı” yaftasını yapıştırmaya uğraşıyorlar. Bahçeli’yi “Yapma ya... Sen akıllı çocuksun... Sen, biliyoruz Ekim’deki kongre için yapıyorsun, yoksa ikna olursun..” diye ayağa almaya çalışıyorlar, Baykal’a da “Bir daha ki seçimde biteceksin” tehdidini savuruyorlar. Fakat yetmiyor bunlar, surda başka gedikler de açmak gerek. Televizyonlara bazı “ülkücü(!) reisler” çıkarılıyor, gazetelere “ülkücü abi” olarak sürmanşet ediliyor Köszade Hazretleri. Adam utanmadan, vicdanı sızlamadan “Amerika ile ne kuyruk acım var, ne evlat acım” diyebiliyor. Önce çekiç güçle, sonra da işgal güçleriyle PKK’yı ve Barzani-Talabani ikilisini koruyup güçlendiren, bize karşı kullanan bu Amerika değil miydi? Mehmetçiklerimizi bu satılmışlar katletmedi mi?
Yazıklar olsun sana be!
O Amerika değil miydi Irak’ta 1 milyon Müslüman’ı katleden, şimdi de Afganistan’da bunu sürdüren?
Senin o kuyruğun nasıl hünerle sallanıyor ki etkilenmiyor bütün bu darbelerden?
“Kürtçe konuşmak, yayın yapmak, Kürdoloji Enstitüsü kurmak kolay. Kültürel hakları tanırken aynı anda PKK’yı bitirmek lazım. İş, iktisadi yatırımlar, PKK’dan döneceklere iş imkânları ile devam etmelidir.”
Olur Köszade olur, niye olmasın, iş de verin, madalya da takın, yetmezse birer de karı bulun. CFR ve Pentagon makamından “kös vurursun” sen de gerdek odalarının önünde.
Bekledim ki cevap versin, şöyle tam ercesine bir tartışalım, vermedi… Uzantılarından sitemler geldi o kadar…
O sitemler, hatta hakaretler bir de, Kösoğlu’nun kanser olup ölüm döşeğine yattığında gelmeye başladı. Sanki ondan da ben sorumluymuşum gibi.
Nevzat Kösoğlu’na ben sağlığında diyeceğimi demişim, benden merdini bulabilir mi? Üstelik yazdıklarıma cevap dahi vermemiş/verememiş. Bu gibilere bakılırsa tenezzül etmemiş.
Her neyse, öldü Allah taksiratını affetsin, bende hakkı varsa öte tarafta nasılsa sorulacak…
Öldü ama öldüğünde öyle abartılı övgüler oldu ki (meğer mürşidmiş, büyük mütefekkirmiş) dayanamadım, şu şiirimi yazdım, adını anmadım ama anlayan anladı:
Kırmızı gözlük
Evet gördük… Sonra bu “Mürşid”den zerre kadar vefa görmeyip tepki gösteren Necati Bölükbaşı’nın, Nevzat yüzünden bana küsüşünü de gördük.
Bölükbaşı Sarıkamış için bir kitap yazmış, yolladı Yeniçağ’da yazı yazdım, övdüm kendisini, fakat kitaba yönelik eleştilerimi de sıraladım. Sen misin sıralayan? Küstü benden, gönül koydu.
Bölükbaşı Dostum, kitabında hep Kösoğlu’nun Enver Paşa kitabında yazdıklarına dayanıyordu, ondan alıntılar vardı bol bol. Tabii Kösoğlu onun gözünde de mürşit ve büyük mütefekkirdi, dolayısıyla o ne derse doğru kabul edilmeliydi, anlayış ve algılayış bu.
Şimdi ben Kösoğlu’nun o kitabında yazdıklarından örnekler vererek meseleyi biraz açayım. Bakınız neler diyor Sayın Mürşid:
“Osmanlı’nın çöküşü de kuruluşu gibi destandır. Çöküşün kahramanları olan neslin bayraktarı Enver Paşa’dır. Onların varlığıyla imparatorluğun çöküşünü birlikte düşünmek şaşırtıcıdır ve haksızlık gibi görünür. Onların yürekleri dağ gibiydi, hayalleri de öyle… Asla küçük düşünmüyorlardı.(…) Büyük düşünmek, büyük rüyalar görmek büyük zamanların görüntüleridir. Oysa bunlar çöküyorlardı ve çökerken bile yüreklerindeki, kafalarındaki büyüklükleri terk etmiyorlardı.”
Çöküşü destanmış ve büyük düşünüyorlarmış… Sen kalk kıçına bakmadan Hasan Dağı’na oduna git, ahır sekisinde yat Sultan Süleyman’ı rüyanda gör, sonra da kalkıp birisi Osmanlı’nın son haykırışı olduğun için seni böyle ululasın… Ahır sekisi dedim de aklıma geldi. Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam’da anlatır, 1918 yılında, Sarıkamış yakınlarında bir köyde o günün yedek teğmeni Hüseyin Avni Ulaş’la birlikte bir ahır sekisinde gecelemektedirler. Bu sekiler ahırın içinde bir yükseltidir. Hayvanların sıcağından yararlanmak için yapılır ve orada o koku ve ısı ile yatılır. Yolda bir uğrakta bir zarf verilmiştir kendilerine başkumandanlıktan gelmektedir. Ancak şimdi açabileceklerdir. Açarlar; Enver Paşa şöyle demektedir “Medeniyeti daha ilerileriler götürün”… İşte Enver Paşa budur, ahır sekisini görmez, Sarıkamış’ta yaptıklarını hiç düşünmez bile, böyle ipe sapa gelmez emirnameler yayımlar…
Destanmış… 2 milyona yakın vatan evladı şehit oldu… Bütün topraklarımızı kaybettik, İtilaf Devletleri donanmasının gemileri İstanbul’a girip namlularını padişahın sarayına çevirdiler…
Tarihin neredeyse en onursuz mütarekesini ve Sevr gibi bir esaret sözleşmesini imzalamak zorunda kaldı o batışı muhteşem Osmanlınız… Ve bütün bunlara sebep olan Enver-Talat-Cemal üçlüsü ülkeden kaçtılar yargılanmamak için.
Bu mu destan?
Buna kumar derler efendi kumar! Memleket üstüne kumar…Başka neler diyor o meşhur kitabında Büyük Mütefekkir?
Diyor ki: “Şehit sayısıyla siyaset yapmak alçaklıktır”
Yani ? Yanisi şu: 2 milyon can gitti demeyeceksiniz, derseniz alçaksınız…
Kafaya bakın kafaya, bu kafa normal olabilir mi?
Ve getirip Said Nursi’yi sokuşturmuş adam Enver Paşa’nın yanına. “Ne alaka?” demeyin, öyle işte… Milis Yarbayı imiş ya Kürt Sait, kendisine harp madalyası ve gazilik beratı verilmiş ve de İşaratü’l İcaz adlı kitabının masraflarını Enver Paşa karşılamış.
Fethullah Cemaatinin etkinliklerinde ve sözümona Türkçe Olimpiyatlarında sahne almak da bu Said Nursi izleğinin bir devamıydı.
İşte Kösoğlu’nun son halleri bunlardı…
“Devletin yanlışlarından biri şu. Doğu Anadolu’da medreseler vardı. En meşhuru da Norşin medresesiydi. Bu medreseler evet, inkılaplara aykırıydı ama devlete, Türk milletine bağlıydı. Kapatıldıkça bölgede Kürtçülük yayıldı.”
Amerikan düşmanlığını hafife alan, Amerika ile kuyruk acısı ve evlat acısı olmadığını yumurtlayan bu Köszade, 1980 öncesinde MHP Milletvekili idi. Aynı yolun yolcusu olmadığımız belliydi o günlerde de.. Fakat o günün atmosferi içinde bir netleşme ve ayrışma olamıyordu. 1981 yılında, MHP davasından tahliye edilince telefon açıp geçmiş olsun demiştim. Sonra “Geldik yol ayrımına”. O, Nurculara doğru kırdı dümeni. Said-i Nursi hakkında Cemal Kutay’ın kitabının yüzde seksen tekrarı olan bir kitap yazdı. Öyle alelacele yazılmıştı ki, Nursî’nin doğum ve ölüm tarihleri bile yanlıştı.
Doksanlı yıllarda “Ocakçı Biraderleriyle” ele geçirdikleri Türk Ocağı’ndan postnurcu cemaate cilveler başladı. Ve böyle böyle, Köszade, işi “Açılımcılığa”, “Amerikanperestliğe” kadar götürdü. Bunların bu melanet açılımına başta HEPAR olmak üzere CHP ve MHP karşı duruyor ya, bir yerlerden bu cepheyi sarsmak istiyor karşıdaki şer güçler. Osman Paşa’ya “Türk Bölücübaşısı” yaftasını yapıştırmaya uğraşıyorlar. Bahçeli’yi “Yapma ya... Sen akıllı çocuksun... Sen, biliyoruz Ekim’deki kongre için yapıyorsun, yoksa ikna olursun..” diye ayağa almaya çalışıyorlar, Baykal’a da “Bir daha ki seçimde biteceksin” tehdidini savuruyorlar. Fakat yetmiyor bunlar, surda başka gedikler de açmak gerek. Televizyonlara bazı “ülkücü(!) reisler” çıkarılıyor, gazetelere “ülkücü abi” olarak sürmanşet ediliyor Köszade Hazretleri. Adam utanmadan, vicdanı sızlamadan “Amerika ile ne kuyruk acım var, ne evlat acım” diyebiliyor. Önce çekiç güçle, sonra da işgal güçleriyle PKK’yı ve Barzani-Talabani ikilisini koruyup güçlendiren, bize karşı kullanan bu Amerika değil miydi? Mehmetçiklerimizi bu satılmışlar katletmedi mi?
Yazıklar olsun sana be!
O Amerika değil miydi Irak’ta 1 milyon Müslüman’ı katleden, şimdi de Afganistan’da bunu sürdüren?
Senin o kuyruğun nasıl hünerle sallanıyor ki etkilenmiyor bütün bu darbelerden?
“Kürtçe konuşmak, yayın yapmak, Kürdoloji Enstitüsü kurmak kolay. Kültürel hakları tanırken aynı anda PKK’yı bitirmek lazım. İş, iktisadi yatırımlar, PKK’dan döneceklere iş imkânları ile devam etmelidir.”
Olur Köszade olur, niye olmasın, iş de verin, madalya da takın, yetmezse birer de karı bulun. CFR ve Pentagon makamından “kös vurursun” sen de gerdek odalarının önünde.
Bekledim ki cevap versin, şöyle tam ercesine bir tartışalım, vermedi… Uzantılarından sitemler geldi o kadar…
O sitemler, hatta hakaretler bir de, Kösoğlu’nun kanser olup ölüm döşeğine yattığında gelmeye başladı. Sanki ondan da ben sorumluymuşum gibi.
Nevzat Kösoğlu’na ben sağlığında diyeceğimi demişim, benden merdini bulabilir mi? Üstelik yazdıklarıma cevap dahi vermemiş/verememiş. Bu gibilere bakılırsa tenezzül etmemiş.
Her neyse, öldü Allah taksiratını affetsin, bende hakkı varsa öte tarafta nasılsa sorulacak…
Öldü ama öldüğünde öyle abartılı övgüler oldu ki (meğer mürşidmiş, büyük mütefekkirmiş) dayanamadım, şu şiirimi yazdım, adını anmadım ama anlayan anladı:
Kırmızı Gözlüklü Mürşid
Kırmızı gözlük
Bay öksürük...
Mürşidiymiş meğer ölüsevicilerin...
Al takke o cematten
Ver külah iktidara
Sam Amca elinde kıvrılı kuyruk.
Kırmızı gözlük
Bay öksürük
Ardından onca hödük ve güdük
Ellerinde dilli düdük
Dillerinde üfürük
Bunu da gördük.
Evet gördük… Sonra bu “Mürşid”den zerre kadar vefa görmeyip tepki gösteren Necati Bölükbaşı’nın, Nevzat yüzünden bana küsüşünü de gördük.
Bölükbaşı Sarıkamış için bir kitap yazmış, yolladı Yeniçağ’da yazı yazdım, övdüm kendisini, fakat kitaba yönelik eleştilerimi de sıraladım. Sen misin sıralayan? Küstü benden, gönül koydu.
Bölükbaşı Dostum, kitabında hep Kösoğlu’nun Enver Paşa kitabında yazdıklarına dayanıyordu, ondan alıntılar vardı bol bol. Tabii Kösoğlu onun gözünde de mürşit ve büyük mütefekkirdi, dolayısıyla o ne derse doğru kabul edilmeliydi, anlayış ve algılayış bu.
Şimdi ben Kösoğlu’nun o kitabında yazdıklarından örnekler vererek meseleyi biraz açayım. Bakınız neler diyor Sayın Mürşid:
“Osmanlı’nın çöküşü de kuruluşu gibi destandır. Çöküşün kahramanları olan neslin bayraktarı Enver Paşa’dır. Onların varlığıyla imparatorluğun çöküşünü birlikte düşünmek şaşırtıcıdır ve haksızlık gibi görünür. Onların yürekleri dağ gibiydi, hayalleri de öyle… Asla küçük düşünmüyorlardı.(…) Büyük düşünmek, büyük rüyalar görmek büyük zamanların görüntüleridir. Oysa bunlar çöküyorlardı ve çökerken bile yüreklerindeki, kafalarındaki büyüklükleri terk etmiyorlardı.”
Çöküşü destanmış ve büyük düşünüyorlarmış… Sen kalk kıçına bakmadan Hasan Dağı’na oduna git, ahır sekisinde yat Sultan Süleyman’ı rüyanda gör, sonra da kalkıp birisi Osmanlı’nın son haykırışı olduğun için seni böyle ululasın… Ahır sekisi dedim de aklıma geldi. Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam’da anlatır, 1918 yılında, Sarıkamış yakınlarında bir köyde o günün yedek teğmeni Hüseyin Avni Ulaş’la birlikte bir ahır sekisinde gecelemektedirler. Bu sekiler ahırın içinde bir yükseltidir. Hayvanların sıcağından yararlanmak için yapılır ve orada o koku ve ısı ile yatılır. Yolda bir uğrakta bir zarf verilmiştir kendilerine başkumandanlıktan gelmektedir. Ancak şimdi açabileceklerdir. Açarlar; Enver Paşa şöyle demektedir “Medeniyeti daha ilerileriler götürün”… İşte Enver Paşa budur, ahır sekisini görmez, Sarıkamış’ta yaptıklarını hiç düşünmez bile, böyle ipe sapa gelmez emirnameler yayımlar…
Destanmış… 2 milyona yakın vatan evladı şehit oldu… Bütün topraklarımızı kaybettik, İtilaf Devletleri donanmasının gemileri İstanbul’a girip namlularını padişahın sarayına çevirdiler…
Tarihin neredeyse en onursuz mütarekesini ve Sevr gibi bir esaret sözleşmesini imzalamak zorunda kaldı o batışı muhteşem Osmanlınız… Ve bütün bunlara sebep olan Enver-Talat-Cemal üçlüsü ülkeden kaçtılar yargılanmamak için.
Bu mu destan?
Buna kumar derler efendi kumar! Memleket üstüne kumar…Başka neler diyor o meşhur kitabında Büyük Mütefekkir?
Diyor ki: “Şehit sayısıyla siyaset yapmak alçaklıktır”
Yani ? Yanisi şu: 2 milyon can gitti demeyeceksiniz, derseniz alçaksınız…
Kafaya bakın kafaya, bu kafa normal olabilir mi?
Ve getirip Said Nursi’yi sokuşturmuş adam Enver Paşa’nın yanına. “Ne alaka?” demeyin, öyle işte… Milis Yarbayı imiş ya Kürt Sait, kendisine harp madalyası ve gazilik beratı verilmiş ve de İşaratü’l İcaz adlı kitabının masraflarını Enver Paşa karşılamış.
Fethullah Cemaatinin etkinliklerinde ve sözümona Türkçe Olimpiyatlarında sahne almak da bu Said Nursi izleğinin bir devamıydı.
İşte Kösoğlu’nun son halleri bunlardı…