Mustafa Sancar, Türk romanında özel yeri olan, marifetleri yeterince iltifat bulamamış bir yazarımızdır. Ben onu ilgiyle, alkışla okuyorum ve ısrarla yazıp tavsiye ediyorum sesimin ulaştığı okurlara.

Bugün de “Gölgeleri Kaldı” adlı romanındadır sıra. Bu roman Vivo Yayınevi’nce yayımlanmış ve 199 sayfa.

Roman yine aynı coğrafyada, Sancar’ın tutkunu olduğu o yerlerde geçiyor. Dağlar aynı dağlar, insanlar aynı insanlar, yazgıları da benzer. 

Yazarımız yine ilgi çekici, olağanüstü, şiirsel, imgesel ve asla okuru sıkmayan betimlemeler yapıyor. Örnekleyelim azıcık:

“Göğün gözler kan ağlıyor, ay bu akşam yasta.”

“Güneş, suyu iyice azalmış ölgün akan çayın üzerinde yükselmiş, gözüken sular gümüş gibi parlıyordu. Kedere bulanmış bir halde, yan yana bağdan çıkıp köye doğru yürüdüler.

Güz sonu gazele dönmüş bağ gibiydi. Yakup, asmaların altına, toprağa düşmüş bakır yapraklar hatıralarına, çıplak dallar ise kendisine benziyordu. Sonunda bir insan kendi elleriyle diktiği bağa, asmalara bu kadar mı benzerdi? Benzemişti işte.”

Bu romanın ana izleği göç, iç göç, köyden kente apansız, amansız göç. Bu bağlamda da yazardan alıntılar yapalım: 

“Evlerinin duvarlarına, kapılarına, küçük pencerelerine yapışmış, bazen devinen gölgelerini, yoksul hatıralarını bırakarak gidiyorlardı.”

“Bereketli bulutlar gibiydiler yanımızdayken.”
“İstanbul bilmiyor, deniz bilmiyor, denizin kuşları bilmiyor.”

Mustafa Sancar, bu göçün getirdiği kişisel ve toplumsal sarsıntıları, yaraları, çileleri kişiler ekseninde acıtıcı, çarpıcı biçimde aktarıyor.

Romanın geçtiği o köy boşaldıkça boşalıyor, sonunda kala kala kalıyor bir yaşlı karı-koca. Yazarımız onların psikolojilerini de hakkıyla ve gerçekçi biçimde aktarıyor. Köyün eski şenlikli günlerini arayan bu karı-koca, adlarıyla diyelim: Yakup ve Şefika, hayal etmeye başlıyorlar. Hayaller gerçekleri aşıyor sonra, boşalmış evlerin eski sakinlerinin giyitleri dolduruluyor korkuluklar gibi, sonra da onların özlenen yüzleri çiziliyor. Sonra mı? Romanın finalini, romanı okuyarak görmelisiniz.

Ve kişiler Gülsün, Gülsün’ün sevdiği, talihsiz Süryani genci Ashur… Onların öyküsü çok can acıtıcı.

Benim ilgimi ise en çok Dengbej Zemher çekti. Sevdiğinin ardına düşüp geziyor dağ dağ oba oba ve Mustafa Sancar’ın deyimiyle “Eli boş ama heybesi insan hikâyeleriyle dolu” olarak dönüyor, söylüyor bunları eli kulağa atıp. “Vah acının bal sözlü Zemheri vah” deniliyor romanda, yazgısı da öyle.

Ve göçtüğü yerdeki Ulu Camiye taş kapı yapan Taşçı Mustafa. Bu Taşçı Mustafa bana, yazarımızın “Aze’nin Yakarışı” adı romanındaki taşçıyı anımsattı, hani taşa tablolar ve öyküler çizen o ustayı. Zaten o romanla bu romanda kimi olaylar ve kişileri yazgıları arasında bağ kurmak olanaklı. Sözgelimi bu romanda Gülsüm, o romanda Aze, “sevdalarının seline kapılarak sevdikleriyle birlikte oluyorlar”, bu oluş karınlarını büyütüyor onların, yazgılarını öyle bir değiştiriyor ki…

Haa az kalsın Piro’yu unutacaktım. “Benim yaşım dünyanın yaşı kadardır” diyen algılı, görgülü bilge ve özverili kadın. Piro’yu da unutamayacaksınız bu kitabı okursanız.

Azerbaycanlı yazar Elçin “Zaman, sözün karşısında güçsüzdür. Zaman kitabın karşısında güçsüz” der. Mustafa Sancar, güçlü olarak algılanan zamanın, yazı ve kitap karşısındaki güçsüzlüğünü en iyi kanıtlayan ediplerimizden biridir. Daha çok yazmasını diliyor ve bekliyoruz…