Takdir edersiniz ki, Allah dostları, Allah’a gidilen yolda sadece vesiledirler. Bunun dışında onlara maksadı aşan herhangi bir misyon biçmek,  hiç kuşkusuz ki en başta onlara haksız isnatta bulunmak olur elbet. Bakınız, Hz. Âdem (a.s) cennet yurdunda yasaklanmış ağacın meyvesini yediğinde kendini bir anda dünyaya inmekte buldu. Tâ ki dünya sathında Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in ismini vesile edinerekten Allah’tan af diler ancak o zaman tövbesi kabul oluverir. Elbette ki tevbesi kabul görür, zira Yüce Allah (c.c) tüm âlemleri Habib’inin yüzü suyu hürmetine yarattı. Hiç kuşkusuz O’nun isminin geçtiği her mekân ve zaman diliminde iman etmiş hemen herkes payına düşen rahmetten istifade etmesi son derece gayet tabi bir durumdur.  Nitekim Yüce Allah (c.c), Âdem’i yarattığında “İzzet ve celalime yemin ederim ki, O senin zürriyetinden gelecek en son peygamberdir. Eğer O olmasaydı seni yaratmazdım” diye ferman buyurması bunun en bariz gösterge işaretidir. Yine Yüce Allah (c.c), Habib’inin kıymetini kullarına şöyle beyan eder de: "De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan ve esirgeyendir." (Al-i İmran 31)

İşte yukarıda zikrettiğimiz ayet-i celileden yola çıkarak dualarımızda Habib’inin şefaatine nail olmak için tevessülde bulunmayı ihmalde etmeyiz.  Niye derseniz,  bikere her şeyden önce O (s.a.v)  bizim Allah’a vasıl olmamıza vesile olacak baş tacımızdır. Hatta ve hatta Allah’a vasıl olmamızda bize vesile olacağımıza inandığımız peygamber varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimlerde buna dâhildirler.

Evet, sakın ola ki, Allah’a vasıl olma da vesilelere yapışmakta neymiş deyip işi hafife alıp es geçmeyelim,  Şayet hafife alıp teğet geçersek hem vesilelere başvurmaktan kendi kendimizi alıkoymuş oluruz hem de kendi bildiğimizi okuruz habire. Oysaki vesile arayışına koyulmaksızın ya da vesile edinmeksizin vuslata erişilemeyeceği muhakkak. Üstelik vesile arayışı tevessülü de kendi içinde barındıran bir köprü bağıdır.  Dolayısıyla böylesi bir gönül bağı veya köprü bağı olmaksızın, Allah’a hem nasıl vasıl olunsun ki.  Malumunuz tevessül yardım dilemek manasına bir gönül bağıdır. Delil mi? İşte bu hususta bizatihi Peygamberimiz (s.a.v.)’in ashabın huzurunda şefaat gerçeğinden bahsetmiş olması delil olarak yeter artar da.  Malum, Şefaatten maksat Allah Teâlâ’ya can-ı gönülden ve kalben münacat edip ümmetin kurtuluşuna vesile olmaktır. İşte bu manada Peygamberimiz (s.a.v)  kıyamet günü bilhassa ümmeti için şefaat yetkisini kullanacağını zikrettiği hadis-i şeriflerinde bildiriyor da.  Hele kıyamet günü kurtuluş ümidi kuvvetle muhtemel olan bir ferd düşünün ki,  mahşerde boynu bükük bir halde: ''Ya Resulullah! Bana şefaat et'' dediğinde, bu hususta Allah'ın izniyle âlemlere rahmet olarak gönderilen Adı Güzel Kendi Güzel Peygamberimiz (sa.v)’in hemen devreye girip şefaat edeceğine inancımız tam da. Dikkat edin satır aralarında bilhassa Allah’ın izniyle ifadesini vurgulayaraktan şefaat dedik,  çünkü iz izini iz sürdüğümüz ehl-i sünnet âlimlerin öğretilerinden biz biliyoruz ki Allah (c.c) izin vermediği müddetçe şefaat asla vuku bulmaz.  Hakeza Evliyaların Allah’a tevessül eyleyip Allah için ümmetin kurtuluşu için vesile olmaları da öyledir.  Ki,  tevessül edenin duasının kabul olması tevessül olunanın kerameti olur.  Öyle anlaşılıyor ki vesile olmak ister tevessül yoluyla, ister himmet etmek yoluyla olsun hiç fark etmez sonuçta tüm bunların kaynağı ve faili hiç şüphesiz Yüce Allah’tır. Besbelli ki tüm ümmetlerin kurtuluşu noktasında Peygamberler ve Evliyalar kaynak değil, sadece vesiledirler.  Sanmayın ki başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Ashab-ı kiram, Evliyalar bu dünyadan göç ettiler diye tabii oldukları kaynaklarda bir anda kesiliverdi. Yok, öyle bir şey,  tam aksine İmam-ı Gazali Hz.lerinin beyan buyurduğu veçhiyle  “Diriyken tevessül olunan, feyiz alınan zata, öldükten sonra da tevessül edilerek feyiz alınır”  (Mişkat)  şekliyle her devirde Allah Resulünün izini iz süren Allah dostları kanalıyla kıyamete dek bu söz konusu kaynak silsilesi tükenmeyip devam eder de. Hatta kıyamet sonrası da tevessül hadisesi mahşer günü ilahi huzurda da apaçık bir şekilde yaşanacaktır. Bakınız Muhammed Hadimi Hz.leri bu hususta ne buyuruyor: “Peygamberler ve evliya zatlar dar-ı bekaya intikal ettikten sonra da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istiğase etmek denir. Ki,   onlar ölünce de mucizeleri ve kerametleri devam eder” (Berika).  İşte bize müthiş gelen bu sözlerden de anlaşılan o ki, Allah’ın hazinesi boldur.  Öyle ya,  peygamberlik kapısı kapandı diye tevessül ortadan kalkacak değil ya, bu kez onun izini iz süren evliyalar ne güne duruyor,  hiç kuşkusuz Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna vesile olmak için devreye girip tevessül yolunu devam ettirecekleri muhakkak. Nitekim Mürşidi kâmillerin her devirde var oluşları insanları Allah'a yönlendirmek için varlardır. Yani Allah dostları, taliplilerine Allah-u Teâlâ’ya nasıl kul olunacağını, nasıl ibadette bulunacaklarını talim ettirerek vuslata ermelerine vesile olmak için varlardır.

Hiç kuşkusuz bir şeye vesile olmak sadece tövbeyle sınırlı değildir elbet, daha pek çok durumlarda da vesile oldukları malum.  Örnek mi? İşte Halife Hz. Ömer (r.a),   Yüce Allah’tan yağmur talebinde bulunduğunda Allah Resulünün amcası Hz. Abbas’ı duasına kataraktan vesile edindiğini müşahede ediyoruz. Keza bir bakıyorsun Yezid b. Muaviye’de teberrüken Dahhak bin Esved’i duasına kataraktan vesile edinirken,  öte yandan bir bakıyorsun İmam Şafii’de Bağdat’ta bulundukları sırada İmam-ı Azam’ın merkadına doğru yönelerekten teberrüken onu vesile edinmekte. Nitekim bu husus ‘Hüccetül İslam’  adlı eserde şöyle geçmekte: “İmam-ı Azam Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Zor bir durumda kalınca, kabrine gidip iki rekât namaz kılarak Allah Teâlâ’ya yalvarıp dileğime kavuşuyorum.”

İşte yukarıda zikrettiğimiz tüm bu örnekler bize gösteriyor ki bir insan Halife Ömer’de olsa, âlim bir zatta olsa teberrüken vesilelere başvurup Allah’tan niyazda bulunabilir pekâlâ. Siz bakmayın öyle vesilelere başvurmak da neymiş diyenlerin çığırtkanlıklarına,  onlar itiraz ede dursunlar,  oysaki İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Şafii ismini anaraktan dua ettiğinde oğlu Abdullah’ta itiraz eder etmesine ama aldığı cevap son derece manidardır:

“-Bak oğul!  İmam Şafii güneş gibidir, bizim gibi nice yıldızı kuşatır. Onun ismini anaraktan dualarımda vesile edinmeyim de kimi edinim.”

Tabii burada daha da bize manidar gelen durum hem dua talep eden ismin hem de duaya katılan ismin, yani her iki isminde mezheb imamı olmasıdır. Üstelik ortada ne tevessül edende ne de tevessül olunanda en ufak ne bir kuruntu ne de benlik davası söz konusudur.  Malum, O âlimse bende âlimim denen hadise ancak kibir abidesi sözde âlim müsveddelerinde olur,  ehl-i sünnet âlimlerinin arasında böyle şeylerin olması asla söz konusu olmaz. Hakeza aynı inceliği, aynı duyarlılığı, aynı hürmeti bir bakıyorsun İmam Ebu’l Hasan Eş Şazeli’nin bizatihi İmamı Gazali Hz.lerinin adını anaraktan Rabbul âleme münacatında da görebiliyoruz pekâlâ. Dolayısıyla hiç kimse durduk yere ahkâm kesip vesile edinmekte neymiş deyip itiraz etmesine gerek yoktur,  işte görüyorsunuz vesile edinme erdemliliği iki mezheb imamı arasında olduğu gibi iki tasavvufi şahsiyet arasında da yaşanan en dikkate şayan bir çarpıcı örnektir. Kaldı ki biz aciz kullar olarak her daim dualarımızda “Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine, Sahabe-i kiramın yüzü suyu hürmetine, Enbiya, Evliya ve Şühedanın yüzü suyu hürmetine” diye başlayan ifadelerle dua etmekle aslında bir şekilde vesile edinmiş oluruz. Besbelli ki vesile edinme hissiyatı yaratılış mayamıza kodlanmış olsa gerek ki dualarımızda ikide bir Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine, Sahabe-i kiramın yüzü suyu hürmetine, Enbiya, Evliya ve Şühedanın yüzü suyu hürmetine demekten kendimizi alamıyoruz. Hele birde başlangıçta ‘gayret bizden, tevfik Allah’tandır’ azmiyle dualarımıza hürmetine ifadelerle kattığımız Allah katında sevilmişlerin sevilmişi, seçilmişlerin seçilmişi, aynı zamanda naz ve niyaz makamında bilinen Salih bir zat ise bak o zaman değme keyfine, her an kurtuluşa ve felaha ermemiz imkân dâhilinde diyebiliriz de. Zira Rabbü’l âlemin bu hususta arayış içerisinde olan kullarını şöyle müjdelemekte bile: “Ey müminler! Allah’tan korkun ve O’na vesile arayın; O‘nun yolunda cihad ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 35)

Mademki, Yüce Allah (c.c) ayet-i celile de  "Sizi Allah'a yaklaştıracak vesileler arayın" buyuruyor, o halde bize vesilelere ve sebeplere başvurmak yaraşır. Hiç kuşkusuz ayette ifade edilen vasıta (vesile) ibaresi umuma şamil ifadedir. Her ne kadar bir takım aklı evveller vesilelere başvurmayı kendine zül addedip Fatiha suresinde geçen ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz’ cümlesini kendi kafalarınca hareket etmek manasına yorumlasalar da kazın ayağı hiçte öyle değildir. Oysa Fatiha suresinde geçen ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz’ ifadesi tekil değil çoğul bir ifadedir. Dikkat ettiyseniz cümlenin sonunda ‘..isterim’ denmiyor, ‘..isteriz’ denmekte. Yani bu ibarede kendi başına buyrukluk ve tek başınalık vurgusu asla söz konusu değildir, tam aksine hep birlikte birbirimizden güç ve destek alaraktan cemaat vurgusu edasıyla Allah’ın ipine sarılıp yardım dilemek söz konusudur. Hatta bundan daha da öte  "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Sadıklarla beraber olun" (Tevbe, 119) ayetinin hükmünce vuslata yolculuk söz konusudur.

Peki, iyi hoşta  ‘Vuslata hangi sadık dostla vasıl olunur ki’  denildiğinde,  elbette ki Allah’a sadık olan dostla vasıl olunur. Unutmayalım ki, sadık dostu dost edinmek ya da Allah’a giden yolda vesile edinmek asla ulûhiyet edinmek ya da tapınmak değildir, bilakis adetullah ve sünnetullahın gereğini yerine getirmektir.  Zaten vesileler Allah’a giden yolda sadece basamaktır.  Dahası sıçrama tahtasıdır, dolayısıyla bunun dışında özel bir anlam yükleyip ulûhiyet isnad etmek kimin haddine.  Bikere adı üzerinde vesile, yani sebeplere yapışmak manasına tevessülü de kapsayan bir kavramdır bu.  Keza elle tutulmayan gözle görülmeyen aşk, şevgi, muhabbet gibi sübjektif öğelerin her biride soyut vesilelerimizdir.  Nitekim Şah-ı Hazne (k.s) “Muhabbet sofilerin bineğidir” derken tamda bu hususa dikkatimizi çekmiştir.  O halde daha ne duruyoruz, tez elden Hakka giden yolda muhabbet besleyeceğimiz bir bineğimiz olsun ki,  sevgi halkasına tutunabilelim. Ki, tutunacağımız halkanın baş imamı bizatihi Allah Resulünün ta kendisidir. Nitekim Allah Resulü (s.a.v)  “Beni anneniz, babanız, evladınız ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe gerçek imanın tadına varamazsınız”  diye beyan buyurmakla kendisinde tecelli eden ilahi aşk ve ilahi sevgiyle ümmetinin yoğrulmasını dilemekte. Hatta dilemekle kalmayıp tükenmek bilmeyen bu söz konusu deryayı umman ilahi aşk iksiri sırasıyla Ashabına, Tabiine, Tebe-i tabiine, Rabbani âlimlere ve tüm Ümmet-i Muhammed’e derece derece pay edilir de.  Nasıl pay edilmesin ki, yaradılanı sevmek bir noktada Allah’ı sevmek gibidir. Madem öyle, Yunus’un “Yaradılanı sev,  Yaradan’dan ötürü”  deyişini düstur edinmemiz gerekir.  Öyle ya,  kul olarak şahısların kendisiyle ne alıp verebileceğimiz olabilir ki, bizler ancak şahısların kötü fiillerine buğz edebiliriz, bunun dışında sahsına asla buğz edemeyiz.  Dikkat edin şahsına suizanda bulunmuyoruz,  kötü filline buğz ediyoruz, sonuçta hepimiz beşeriz, şahıslar düşer, kalkar da. Malum, bir düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır. İşte bu gerçeklerden hareketle bir insanın kalıbına ya da şahsına değil fiilleri itibariyle iyiliğine muhabbet etmek, kötülüğüne de buğz etmek düşer bize. Zaten İslam ahlakı da bunu gerektirir.  Kaldı ki aklıselim mümin o dur ki; şahısların kendisiyle değil,  hayatını  ‘fikir-zikir-şükür’ ekseninde güzelleştiren insanların takip ettikleri yollarıyla hemhal olandır.  Salih insanların yollarına ram olalım ki,  zikir halkalarına inen rahmetten istifade edebilelim. Bakınız Rasulüllah (s.a.v) bu hususta ne buyuruyor:

“-Yeryüzünde zikir meclislerini seyreden meleklere Allah Teâlâ onların halini sorduktan sonra:
-Sizleri şahit tutarak onların hepsini affettim. Bunun üzerine içlerinden bir melek:
-Ya Rabb! İçlerinden biri var ki onlarla beraber ama bir ihtiyaç için aralarında bulunuyor, onu da mı affettin?
Allah Teâlâ:
-Olsun, onlar öyle bir topluluktur ki onlarla oturan asi olmaz, onu da affettim.”
(Buharı, Müslim).

Düşünsenize zikir meclisinde dünyalık beklentisi içerisinde olana bile iyilerin yüzü suyu hürmetine affedilebiliyor.  Ne diyelim işte görüyorsunuz zikir halkalarında bulunmak böyle bir şeydir,  şimdi gel de onların takip ettikleri yolları iz bilme, ne mümkün. Zikir halkaların sıradan halkalar olmadığı şundan besbelli ki Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri o halkada bulunanlar hakkında  “En edna bir sofinin mensup olduğu tarikatın Silsileyi Şerife’sine ve kutbu'l aktab kabul ettiği mürşidine muhabbetinden dolayı imanını kurtarabileceğini, günaha girse bile küfre girmeyeceğini” gıptayla dile getirmekten kendini alamamıştır.

Keza Yüce Allah (c.c) birbirini sevenler için bakın Hadisi Kudsi de ne buyuruyor:

“-Benim için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu mahşer gününde onları kendi rahmet gölgemde gölgelendireceğim.” (Müslim) 

Hatta bir gün Resul-i Ekrem (s.a.v)  bu hadis-i kudsinin mana ve ruhuna uygun ashabına: ‘Kişi sevdiği ile beraberdir’ (Buharı) diye beyan buyurduğunda, merak bu ya orada bulunan Ebu Zer (r.a)  dayanamayıp şöyle sual eylemeden duramayacaktır:

-Ya Resulallah! İyi hoşta, bir insan hayırlı bir cemaati sevdiği halde, onlar gibi ya amel etmez ya da güç yetiremiyorsa onun hakkında ne buyurursunuz

Resulullah (s.a.v) cevaben şöyle der;
-Ya Ebu Zer! Sen sevdiklerinle beraber olacaksın. 
Ebu Zer (r.a):
-Ya Resulullah, şüphesiz Allah ve Resulünü çok seviyorum.
Efendimiz (s.a.v) bunun üzerine en nihayet şöyle kelam eyler:
-Muhakkak ki sen sevdiklerinle berabersin (Buhari).

Tabii şunu unutmayalım ki, burada Allah Resulünün kast ettiği sevgi şeklen telaffuz edilen sevgi değildir, kast edilen ta kalbin derinliklerinde hissedilen sevgidir bu. Dahası hiç bir dünyevi menfaat beklentisi olmaksızın karşılıksız Allah için sevmek ve sevilmenin adı bir sevgidir bu.

Anlaşılan o ki, sevgi asla dünyevi menfaat kabul etmeyen bir iksirdir.  Öyle ki,  Allah Teâlâ bu manada Peygamberimize:

-Ey Habib’im! Dile ne dilersen dile diye çağrı yaptığında, Efendimiz (s.a.v)’in talebi şu olmuştur:
-Allah’ım sevgini, Seni sevenlerin sevgisine ulaştıracak amellerin sevgisini diliyorum. (Tirmizi)

İşte hakiki sevgi, nübüvvet kokusu bu sevgide gizlidir.

Vesselam.