Ülkü Yolu’nun 12 Eylül’e kadar ki mücadeleleri tarihe mal olmuştur artık. Adına ister ülkücü, ister Alperen denilsin bu kardeşlerimiz dünyanın gözü önünde destan yazmışlardır. Hiç kuşkusuz bu şerefli tablonun ilk manevi Başbuğu Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’den başkası değildir. İşte bu yüzden Hoca Ahmet Yesevi hakkında Yahya Kemal’in Fuad Köprülü’ye ithafen söylediği; “Şu Ahmet Yesevi kim? Bir araştırın göreceksiniz, bizim milliyetimizin temellerini asıl onda bulacaksınız” sözleri ülkü yolu neferleri için çok kıymet ifade eder.  Tabii bu destan içinde Pir-i Türkistan’ın (k.s)  yolunu yol bilmiş Mevlâna, Yunus Emre, Şeyh Edebali, Akşemseddin, Emir Sultan gibi nice manevi sultanlarda vardır.  Onların her biri bu kutlu yolun kandilleri olup, bulundukları devirlerde Hakanlara istişare ve feyiz kaynağı olmuşlar bile.  

Anlaşılan Başbuğ Velilerin hayatları hayrete şayan örneklerle doludur. Onların dergâhına gelen her kim olursa olsun İ’lây-ı kelimetullah davasını gönlünde hâkim kılmak için mayalanır. Ve maya tutar da. Hatta bu öyle bir maya ki, günümüze kadar uzanır da. Nitekim bu maya sayesinde ülkü erleri verdikleri mücadelede “Bir ölür bin diriliriz” diyecek kadar can yürek olmuşlardır. Bakın, İslâmiyet’ten önceki Türk'ün  'Alp'i,  Pir-i Ahmet Yesevi’nin dergâhında 'Eren'lik vasfıyla buluştuğunda nasıl 'Alperen' hüviyeti kazanmışsa, aynen öylede Orta Asya Türklüğü Türk Cihan hâkimiyeti Mefkûremiz de İslâmiyet’le buluştuğunda  'İ’lây-ı kelimetullah için Nizam-ı Âlem ülküsü' bir ideal kazanmıştır. 

Malum, İslâmiyet öncesi Türk'ün Alp’ine yön veren Kâm, Dede Korkut, Korkut Ata ve Irkıl Hoca gibi sözlerine itibar edilen bilge şahsiyetler vardı.  Ne zaman ki Türk’ün Alp’i İslâmiyet’le buluştu, bu kez Pir,  Evliya, Veli, Şeyh vs. unvanlarına haiz  “Gönül Sultanları” devreye girmişlerdir.  İyi ki de devreye girmişler, zira Ülkü Yolu neferlerini destanlaştıran asıl ruh bu manevi sultanların feyzi, bereketi ve hizmetlerinde gizlidir. Öyle ki, Barak Baba, Sarı Saltuk, Hacı Bektaş-ı Veli, Tabduk vs. hepsi İ’lâyı Kelimetullah uğruna nefes tüketmişlerdir. Derken göğsünde bir nebze iman olanlar evliyanın soluğunda 'Alperen'lik hüviyetine kavuşmuşlardır. Dahası Ülkü Yolu devleri kartal yuvasından sınır uçlarına kaydığında Ertuğrul Gazinin açtığı sancak etrafında toplanıp Söğüt burçlarından “Ölsek de bu yoldan dönmeyiz!” diye Başbuğ Velilerin huzurunda söz vermişler de.   
    
Ülkü Yolu’nun yükselişinde hem Başbuğ Velilerin, hem Başbuğ Hakanların çok büyük katkı payı olduğu bir sır değil elbet. Malum,  her kahramanlığın zahiri yönü olduğu gibi,  manevi yönü de söz konusudur. Bakın Osman Gazi’nin manevi destek aldığı kaynak Şeyh Edebali, Fatih’in Akşemseddin, Yıldırım Beyazıt’ın Emir Sultan olması bunu teyit ediyor. Yeter ki bu ikili özelliği görmeye çalışalım. Görelim ki, Hakanlarımızı yâd ettiğimiz kadar onlara ışık kaynağı olan Gönül Sultanlarını da hakkıyla yâd edebilelim.

Düşünsenize kafileler şanlı kitap önünde eğilip iman sancak gönlünde yola koyulduklarında hep kızıl elmaya ulaşmayı hedef edinmişlerdir.  Zaten bu ülkü kervanının en tipik özelliği, kızıl elma için gönlünü mazluma sütliman etmesidir. İşte bu yüzden Ülkü Yolu Gönül Sultanları ülkü evlatlarına; “Halkı Müslim ve Gayrimüslim ayırmadan aça aş, açığa bez vermeyi” öğütlemişlerdir. Onlar da bu nasihatin gereğini yerine getirip bu uğurda canlarını feda etmeyi yeğlemişler.  Öyle ki 12 Eylül öncesi Türkiye'sinde; “Kanımız Aksada Zafer İslâm’ın” diyecek kadar can yürek olmuşlardır. Canlarını sebil ettikleri bu kutsi dava için inatla “Soy sop faslına girmeyin, kurtsa kurt, itse it, döner aslına” dercesine Peygamber kavlince yılmadan mücadele vermişlerdir. Hatta bu mücadelede dış ve iç mihrakların saldırısına uğrarlar da. Yetmedi iftiraya maruz kaldılar, yetmedi işkence gördüler, yetmedi aç susuz bitap düştüler, yetmedi dikenli yollarda yürüdüler ama yılmadılar; “Zaferle değil seferle yükümlüyüz” dediler. Bu kutlu seferde Dursun Önkuzu’lar, Süleyman Özmen'ler ilk şehitlerdi ama sonda değildi, şehitlerin ardı arkası kesilmez de.  Faşist dediler, gerici dediler, akla ziyan çirkin iftiralara uğradılar, derken kendi öz yurdunda parya muamelesi gördüler.  Yine de onlar töre nizam yolunda yordam olup usul erkân edep yolunda ilerlediler hep.  Tabii her ilerleyişte zulme uğramak, işkence görmek, mahpusa düşmekte vardı, olsun ulvi dava uğruna çile çekmeye değerdi.  Haksızlığa uğrasalar da mümkün mertebe itidali elden bırakmayıp devlet’e asla baş kaldırmadılar, tam aksine devleti “Ebed müddet” bildiler. Hatta Hz. Yusuf (a.s) misali zindana mahkûm edildiklerinde zindana  “Yusufiye” dediler. Her karanlığın arkasında mutlaka nurlu şafakların doğabileceğinin rüyasıyla yaşadılar hep. Sanki Yusuf’un rüyası üzerilerine sinmişti. Malum,  vaktiyle Yusuf (a.s)'ın kuyuya atıldığından zindana mahkûm kalışına kadar ki süre içerisinde gösterdiği o büyük sabır yürüyüşünün ardından babası Yakub (a.s)'a:

“Babacığım, işte vaktiyle gördüğün ve size anlattığım rüya gerçek oldu. Rabbim beni zindandan çıkarttıktan sonra Mısır’a vezir yaptı. Şeytan kardeşlerimle bizim aramızı ayırmıştı. Yüce Allah’a şükürler olsun ki sonunda tekrar bizleri bir araya getirdi, ne kadar şükretsek azdır”
  deyip böylece vuslat gerçekleşmiş olur.  İşte Ülkü Yolu neferleri de tıpkı Yusuf’un bu sabr-ı cemil tavrını örnek alıp adaletin elbet bir gün tecelli edeceği ümidiyle tarihe bir başka vuslat not düşmüşlerdir. Derken bu büyük sabır yürüyüşü semeresini verir de. Artık gelinen nokta itibariyle bugün en keskin sol ağızlar bile eskisi kadar milliyetçiliği ırkçılık, İslâmiyet’i gericilik olarak telakki etmiyorlar. Hatta  “Devlet tarihi ile barışmalı, Devlet İslâmiyet’le barışmalı, Devlet Bediüzzaman gibi gönül sultanları ile barışmalı” diyebilmekteler. Şayet bugün o alışık olmadığımız çevrelerden barış türküleri geliyorsa, biliniz ki bu büyük ölçü de geçmişte destan yazmış Ülkü Yolu Alperenlerinin vermiş olduğu mücadelenin bir sonucudur. Düşünsenize bir zamanlar bir takım çevreler “Çırpınırdı Karadeniz, Bakıp Türk'ün Bayrağına” marşını duymaya tahammülleri olmazken artık orak çekiç bayrağının yerine Türk bayrağı dalgalandırabiliyorlar. Hakeza 12 Eylül öncesi milli değerlerden söz etmek bazı çevreleri çileden çıkarabiliyordu. Siz misiniz bizi çileden çıkaran derhal Moskof beşinci kol devreye girip bedel ödettiriyorlardı. Öyle ki bu bedel hayata mal olur da. Demek ki bedel ödemeden birçok tabular tabuluktan çıkamıyor.   Hakikati kabul ettirmek kolay değildi elbet, çile gerektiriyordu. Nitekim nice çamlar devrildikten sonra ancak bir takım ön yargılar silinebildi.

Anlaşılan bir değil bin yıllık tarihi birikimimiz hokkabazlarca kabulü kolay olmamış. Neyse ki, Ülkü Yolu Alperenleri, her şahlanışta Karadeniz’in o coşkun çırpınışıyla dalgalanıp insanımızın uyanmasına vesile oldukça “Şükür Elhamdülillah” demişler. Asla isyan etmemişlerdir. Bu çetin yolculukta nice düşler yıkıldı, ama kuyu gölgesinde bile nasıl bir hayat yaşanacağını cümle âleme ancak o gençlik gösterebilmiştir. Ömürlerin baharında hasretle Nizam-ı âlem davasının yılmaz fedaileri bir görev üstlenmişlerdi. Dünyanın o aldatıcı cazibesine kapılmadan hiç kimsenin burada kalıcı olmadığının idrakiyle iyiyi kötüden ayıracak bir anlayışla öbür âlem için faaliyet içinde bulundular. Aslında tüm bu yaşanan sıkıntı, çile ve bekleyiş hakka giden yolda yaşanılan birer duraklardı.    

Onlar 'İ’lây-ı Kelimetullah'  için en koyu karanlığa ışık oldular. Düşleri, Nizam-ı âlem için kıpırdadı hep. Uyandıklarında “Sen yürüyene bak, durana bakma” dediler. Sakın ola ki umudunu kesip azmi elden bırakma,  bu yolda çile çok olur ama ölsek de alnın açık, gönlün pak,  yüzün ak olur dediler. Sanma ki bu kervan yorulur, yürü yürüyebildiğin kadar ileri dediler.

Bir kere baş koyulmuştu bu yola, asla geri dönmek olmazdı. Asırlardır bu dava büyük kararlılıkla böyle yürüyüp sonunda üç kıtaya hükmetmiş bile. Madem azmin elinden bir şey kurtulmaz, o halde bugün de pekâlâ aynı kararlılıkla aynı ruh yeniden diri tutulabilir. Bu yolun yolcularına zaten durmak yaraşmaz, çizgi çizgi efkârı yenip diriliş muştusuna geçmek yaraşır.  Kaldı ki bu toprağın bağrına beş bini aşkın şehit düşmüş, boş bir dava uğruna değildi elbet.  Bakın her bir alperen boylu boyunca uzandığı kabri şerifinde bile boş durmayıp adeta bize şöyle sesleniyorlar; “Ey hayatta kalan Ülkü Alperenleri! Bu yola baş koyun ki kadre eresiniz, aşkın elinden kül olmuş özünüzle ayağa kalkın ki insanlık huzur bulsun!”  Belli ki bu sözlerden;  hadi daha ne duruyorsunuz dercesine üzerimizdeki ölü toprağı atmamızı, bir an evvel yola koyulmamızı diliyorlar. Dilemekte haklılar da.  Derken haklılıklarını şöyle dile getiriyorlar:

“Günler günleri kovaladığı demlerde bu ülkeyi yiğitçe savunduk. İ'lay-ı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem uğruna mücadele verip yolumuzu yol bildik,  gerektiğinde kurşun kurşun üstüne göğsümüzü siper edip ecele şerbet dedik. Ve bu uğurda kimimiz kabre, kimimiz mahpushaneye düştük.”

İşte Mevlâ’ya canlar adayan bu yolcuların görevi üstlenecek yeni ülkü erlerine seslenişi bu müthiş ifadelerde ziyadesiyle mevcut. Elbette ki bize de o anlatılanlar ve yaşananlardan ders alıp onları hasretle yâd etmek düşer. Yâd edelim ki, Maveraya doğru kanat çırpabilelim, yâd edelim ki o şehitler katında kana kana içilen Kevser sularının hışırtısıyla gaflet uykusundan uyanabilelim. Olur ya, bir bakarsın her yâd ediş bir gün bizi kendimize getirip pembe şafakların doğuşunu beraberinde getirir.   En iyisi mi haramiler aşkımızı çalmadan, tutku gözlerle tez elden yeni ufuk turuna yönelmeli. Şu an kabirlerinde nur içerisinde yatan ülkü yolu şehitlerinin bizden bekledikleri budur.  Mutlaka seccademizle, kitabımızla, imanımızla, sancağımızla bu yola baş koymalı da.     

Bu kutlu yolda Yunus’un feyiz aldığı yere doğru yürümek vardır.  Dahası her yaratılanı Allah’ın mukaddes emaneti bilip can ülkümüzle zalime korku,  mazluma umut ışığı olmak için “Biz geleceğiz” demek vardır. Bu da yetmez sevda diyarından ve şehitler katından gelen bir mektupla;

“Yüceltip Tuğları Fisebilillah. 
Değiştir Çağları Fisebilillah”
demek vardır.

Velhasıl;  Büyük diriliş muştusu gerçekleşirse, Allah (c.c)  'Nurumu tamamlayacağım' vaadi gereği insanlığın kurtuluşu da beraberinde geleceğine inancımız tamdır. 
             Vesselam.