“Ey insanlar doğrusu biz sizleri bir erkek bir dişiden yarat¬tık. Sizi millet ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O’na karşı gel¬mekten en çok sakınandır.” (Hucurat, 13)
Ayeti kerimeden anlaşıldığı üzere Yüce Allah tarafından kabilelere ayrılan insanlık farklı lisanlarla dünya sathına yayılmışlardır. Kabilelerin doğuş sebebi ne ise farklı dillerin teşekkül edişi de aynı sebep netice ilişkisine dayanmaktadır. Her ne farklılık varsa biliniz ki içerisinde bizim bilmediğimiz nice hikmetleri bağrında taşıyan bir zenginlik var demektir, farklılık asla kısırlık değildir. Zira Türklük, Müslümanlık, Doğululuk ve Batılılık gibi kavramlar elbette ki kendi içinde değer ifade eden kavramlardır, fakat bu kavramların her biri taraftarlarını iyiye doğru yöneltmiyorsa slogancılıktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Keza kavramların şekli, biçimi önem arz etmez, aslolan muhtevadır. Dolayısıyla bu noktadan sonra asıl mevzuumuza geçiş yapabiliriz.
Malum olduğu üzere insanlar hangi ana ve babadan doğacağı yönünde tercih hakkına sahip olamadıkları gibi, hangi ırka ait olabileceği hususunda da seçme şansına sahip değillerdir, karar mercii Allah’tır. Madem her şeyi Yüce Allah belirliyor, o halde hiç kimse falancanın çocuğu veya şu ırkın evladı olmasından dolayı kınama hakkını kendinde göremez. Zira bu mensubu bulunduğumuz Türk milleti içinde geçerlidir. Tarihi süreç içerisinde necip bir millet olarak anılmamız bizim diğer milletlere üstünlük ve tahakküm kurma hakkını doğurmaz. İşte bu gerçekler ışığında kendi haşmetini, kendi reaya’sında ve feth edilmiş ülke halkının mutluluğunda arayan Osmanlı bize örnek olmalıdır. Batı bu konuda bize rehber olamaz.
Kaldı ki ırkçılık bize ait kavram olmayıp, tam aksine batının bizim içimize attığı bir Truva atıdır. Bu topraklarda yaratılanı sev yaratandan ötürü sevmek vardır.
Sevmek asla ırkçılıkla özdeşleştirilemez. Nitekim başkasını hor görmek taassupçuluktur, dinimizce makul olan hoşgörüdür. Bu yüzden Rasûlallah (s.a.v.); “Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” diye ferman buyurmuştur. Elbette ki bir insan kavmini (bugünkü anlamda milletini) sevecektir, ama diğerlerini dışlamamak kaydıyla sevmek esastır. Bakın psikolojide sevmek yakınlık anlamında tarif edilir. Ancak sevgi teoride kalmamalı, pratiğe de yansımalı. Şayet yüreğimizde taşıdığımız sevgiyi şiddete, hor bakmaya veya taassuba dönüştürdüğü¬müzde o sevgi, sevgi olmaktan çıkar, düpedüz “ırkçılık” adını alır. Bakın, Hz. Mevlâna göçebe Türkmenlerin bir takım davranışlarını tahripkâr olarak niteleyip eleştirmesi, bu gerçeğe işarettir. Her ne kadar Hz. Mevlâna’nın bu tutumunu Türk’e saygısızlık olarak telakki edenler çıkmış olsa da bu boşa çabadır, oysa o, göçebe hayat şartlarının ver¬miş olduğu yıkıcılığa dikkat çekmek istemiştir.
Zaten Hz. Mevlâna’nın “Aslen Türk-est, a gerçi Hindû gûyem” (Bkz. Desâlıs-i Seb’a, nşr. F.N. Uzluk. Ank. 1937 S.1, Eflâki Menakıbul Arifin) sözleri Türk adına son derece hürmetkâr olduğunun teyididir. Mevlâna’nın zikrettiği mısraları sadeleştirdiğimizde; “Aslım Türktür...” buyruğunu görmek mümkün. Belli ki her ırk kendi içinde güzeldir. Mevlâna da kendi ırkından utanmamış, bilakis özeleştiri yapıp Türk ırkına Moğol serdarlarını hatırlatacak tahripkârlık yerine yerleşik hayata geçmeyi öğütlemiştir.
Hakeza aynı şekilde İbn-i Haldun’da Arap olmasına rağmen bedevi Arap¬ların bedevi tutum takınmalarını kınamıştır. İşte İbn-i Haldun’un bedeviyet içerisinde yüzen Araplara öz eleştiride bulunması, tıpkı bizim Mevlana’nın başına gelen meselede olduğu gibi maalesef bazı Arap düşünürlerce Arap düşmanlığı olarak yorumlanmıştır. Oysa o, “Bedeviliği bırakın hadariyete (yerleşikliğe) geçin” mesajını vermek istemiş¬tir. Hadi diyelim ki Mevlana ve İbn-i Haldun’u anlamak istemiyorlar, bari Allah Resulünün çağlar üstü fermanına odaklansalar fena mı olurdu. Kaldı ki İslâmiyet’te insan eşref-i mahlûkat ilan edilmiştir.
Hatta Eşrefi mahlûkat bir insanın mensup olduğu millet ve ırkını sevmesine mani olunmaz. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.); “Kavmin efendisi kavmine hizmet edendir” beyanıyla teşvik bile etmiştir. Zaten mensubiyet gerçeğini İslâmiyet göz ardı etseydi Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Bilal’i (r.anh.) Habeşi kimliği ile çağırmazdı. Sadece Bilal’i Habeşi mi, elbette ki hayır bunun yanı sıra Selman-i Farisi gibi milliyet kimlikleriyle çağrılan birçok sahabe örnekleri mevcuttur.
Sosyolojik alana baktığımızda ise Evrimciler güya zayıfların güçlülerin karşısında seleksiyona (seçime) uğrayarak güçlü ırkların meydana geldiği iddiasıyla karşılaşırız.
Maalesef bu görüş bir iddia olarak kalmayıp zamanla ideolojik akımlara temel dayanakta olmuştur, böylece Nietzsche tipi ırkçılık, Adolf Hitler tarzı Nazi ırkçılılığı ve sosyal Darwinizm türü marazlara yol açan bir durum ortaya çıkmıştır. Dahası Evrimcilerden Thomas Henry Huxley; “Tarafsızı olan bir kimse üstün beyaz insanın, zenciye eşit olduğunu kabul edemez” deyip ayrımcı bir zihniyet örneği sergilemiştir. Zaten insanlıktan nasibini almayanların bu tür hezeyanlarda bulunması kendi karakterlerini ve beslendiği ideolojisinin rengini ortaya koymaya yeter artar da. İşte bu tür zihniyetler ayrımcılık yaparken, İslâmiyet çok farklı bir tavır sergileyip kimliklere dokunmayı insanlık suçu ilan etmiştir. Hatta dinimizde ırka ait kimliklerin, tahakküm aracı ve başka milletlere üstünlük olarak kullanıl¬masına müsaade verilmez. Ne var ki Hulefa-i Raşidin döneminden sonra ırkçılık vebası içimize sirayet etmesiyle birlikte maalesef Emevi Devleti Arap ırkından olmayan Müslümanlara Mevali (azadlı köle) muamelesi yapmışlardır. Emeviler bununla da kalmamış, fırsat buldukça kabile ırkçılığı da (Ümeyye oğuları) gütmüşler, derken minberlerde Hz. Ali’ye hakaretler yağdırıp mesnetsiz suçlamalarda bulunmuşlardır. Hatta hızlarını alamayıp ca¬milerde Arap olmayanların imamlık yapmalarına müsaade etmemişler ve Müslümanlardan cizye bile almışlardır.
Tabii onlar cizye ala dursunlar bu arada Abbasiler de bu durumdan vazife çıkarıp Emeviler’in ırkçılık hareketlerine gereken tepkiyi göstermekte gecikmemişlerdir.
Ancak Abbasilerin Emeviler’e olan düşmanlıkta aşırıya kaçınca bu sefer de Acem ırkçılığının hortlamasına sebep olmuşlardır. Ma¬lum olduğu üzere Hz. Abbas, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) amcası olması hasebiyle, bu isim altında Abbasi devleti olarak sahne almıştır. Maalesef, Abbasiler de örnek tavır sergileyemediler. Nitekim Veda Haccı’nda Kâinatın Efendisi (s.a.v.) Kusva isimli deve üzerinde “Cahiliyet devrine ait her şeyi çiğniyorum! Ne Arab’ın Acem’e, ne Acem’in Arab’a üstünlüğü var! Hepsi insanoğlu, insansa topraktan...” buyurmasına rağmen, ne Emeviler, ne Abbasiler, ne de Acemler bu hadis-i şerifin mana ve ruhuna sadık kalmışlardır.
Neyse ki; bu hadis-i şerifin ruhuna sadık çıkan bir millet çıkar diyeceğimiz noktada tarih sahnesine Türkler çıkıvermiştir. Bakın bu konuda Elmalı Hamdi Yazır tefsirinde; “Arap ve Fars hizmette saf dışı kalınca bu defa Allah, Türkleri gönderdi.
İslâm devleti Türklerin elinde kaldı. İstanbul fethi hadis-i şerifinin Allah’ın gönderdiği ve övdüğü milletler camiasına Türkler de dâhil oldu” diye açıklık getirmişte. Sadece Elmalı Hamdi Yazır mı, bunun yanı sıra birçok müfessir ve sözüne güvenilir birçok ulemanın kelamları da kayda değerdir. Şöyle ki;
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse... bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar...” (Maide Suresi, Ayet 54) ayetini XVII. asrın büyük Türk âlimlerinden Vani Mehmed Efendi, bu kavmin Türk kavmi olduğuna kanaatine vardığı gibi (Beyazıd Kütüphanesi ‘nde 67 numarada kayıtlı, Ara’isül-Kur’an Tefsiri), aynı zamanda Vani Mehmet Efendi, “Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz” hadis-i şerifini de delil olarak gösterir:
“İki camiayı kışkırtmayınız. Türklerle, Habeşliler size iliş¬medikçe siz de onlara ilişmeyiniz” (Kütüb-i Sitte İmam Ebu Da¬vud Kitab-ı Sünen 1280).
“Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin. Çünkü milletimin mülkünü ve Allah’ın ona olan ihsanını onun elinden evvel kantara nesli alacaktır.” (Teberani Mücem’ül-Kebir ve Mü¬cemül Efsat eserinde İbn-i Mesut’dan rivayet, Türk Irkı Niçin Müslüman oldu, İsmail Hami Danışmend, S. 78, 79, 80, 81)
Keza Divan-u Lügat’it Türk’le adını duyuran Buhara ve Nişabur hadis imamlarından Kaşgarlı Mahmud ise şu hadisi şerifi nakleder: “Türk dilini öğ¬reniniz. Çünkü Türklerin çok uzun sürecek bir hâkimiyetleri var¬dır” (Divan-u Lügat’it Türk C.1, S.23).
Yine Bursalı İsmail Hakkı Efendi’nin “Hadis-i Erbain” (Kırk Ha¬dis) adlı eserinde geçen; “Âdem, Cennet’e Lisan-ı Türk ile Hakk demek¬le kıyam edip çıkmıştır. Zira dünyada ahir tasarruf Türk’ündür” ifadeleri de kayda değerdir (Bkz. Sinan Omur, Bugün Gazetesi, 12.2.1971). Gerçekten de II. Âdem olarak ni¬telendirilen Hz. Nuh’un Ham, Sam, Yasef adındaki üç oğlundan insan soyunun dal budak saldığı gerçeğinden hareketle Yasef’in de Türklerin atası olduğunda bütün tarihçiler ittifak halindedir.
İsterseniz birazda tarihçilerin sesine kulak verelim. Bakın Selçuklu Tarihi müellifi Râvendi, İmam-ı Azam Ebu Hani¬fe’nin bir duasını şöyle nakleder: “Ey Allah’ım ben senin için Muham¬med’in şeriatını takrir ettim. Eğer içtihadım doğru, mezhebim haksa bana yardım et” demiştir. Gaipten hafiften gelen bir ses O’na: “Sen doğru söyledin, kılıç Türklerin elinde bulundukça mezhebine ze¬val yoktur” (Bkz. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, Prof. Osman Turan S.936).
Her ne kadar Osmanlı bağrında taşıdığı milletlerin milliyet duygularını tahrik etmemek adına sıkça Türk ifadesini kullanmasa da yeri geldiğinde milliyetimize dil uzatan olduğunda gereken tavrı göstermekten imtina etmemişlerdir. Kaldı ki Bernard Lewis, Osmanlıları İslam dininin en doğru karakterli üyeleri diye tanımlamıştır. Nitekim II. Abdülhamid zamanında sarayda görevli olan bir Arna¬vut, bahçıvanlık yapan bir Türk’e mayası icabı; “Pis Türk” diye haykırdığında, Ulu Hakan penceresinde bu durumu işitir işitmez, şöyle tepkisini ortaya koymuştur:
“- Unutma ki ben de Türküm!”
Hakeza Yahudi asıllı Macar Türkolog Arminius Vambery bir şekilde İstanbul Hariciyesinde görev aldığında Müslüman gibi görünüp Reşid Efendi adıyla ham softa kılığında tüm Türk İslam âlemini karış karış dolaşaraktan İngilizler hesabına bilgi toplamıştır. Fakat bu durumu dâhiyane ferasetiyle sezen Ulu hakan Abdülhamit Han Özbek Tekkesi Şeyhi Buharalı Süleyman Efendiyi Orta Asya’ya salıp önlem almakta gecikmez. Hatta ona Pantürkist bir strateji izlemesini öğütler. Derken Özbek Tekkesi Şeyhi sayesinde ata yurtta kendisinin kontrolünde Turan kurultayı da düzenlenir. Böylece İngiltere, Rusya ve Fransa’nın etnik sinsi politikalarını boşa çıkartılır. Elbette ki Abdülhamit Han sadece Türk dünyası ile ilgilenmemiş aynı şekilde Müslüman âlemiyle de işbirliğine girip Teşkilat-ı Mahsusa vasıtasıyla İstanbul’a bağlı bir oluşuma da imza atmıştır. Bu arada Ulu Hakan uzak doğuyu da ihmal etmez ve Japonlarla münasebetler içerisine girer de. İşte bu noktada Ulu Hakanı hem Türk lideri, hem Müslümanların lideri, hem de cihangir bir lider olarak görebiliriz. Galiba Abdülhamid Han dehası bu olsa gerektir.
Cumhuriyet dönemine geldiğimizde de Hacı Bayramda dualar eşliğinde kurulan TBMM ile birlikte nübüvvet gülüyle olan gönül bağımız yine devam etmiştir. Bakın dünyada Mehmet adıyla anılan sadece Türk silahlı kuvvetlerinin yiğit evlatları vardır. Düşünsenize askerine “Mehmetçik” unvanını veren tek millet biziz. Belli ki “Muhammed” ismine hürmeten Türk askerine bu ismi layık görmüşüz.
Elbette ki Türklerle ilgili söylenecek daha çok söz var. Bu yüzden yukarı satırlarda Türklere atfen söylenen sözlerin değerlendirmesini karınca kararınca aktarmaya çalıştık. Bir de Said-i Nursi Hazretlerinin Türk milleti ile ilgili şu müthiş sözlerine kulak vermekte fayda var. Bakın Bediüzzaman ne buyuruyor:
“... İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları, altı yüz sene değil, belki, Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hâkim’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’an-ı ilan etmişsiniz. Milletinizi Kur’an’a ve İslâm’a kal’a yapmışsınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı defettiniz, ta ‘Allah sevdiği ve onların da O’nu sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet-i nefs sahibi, Allah yo¬lunda cihad eden bir millet getirir’ (Maide–54) ayetine güzel bir musaddak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk meşrep münafıkların desiselerine uyup, şu ayetin evvelindeki hitaba “kim dininden dönerse...” hitabına musaddak olmaktan çekinmelisi¬niz, korkmalısınız.
Cay-ı dikkat bir hal Türk milleti anasırı İslâmiyet içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten de çıkmışlardır. Türkler sair unsurlar gibi Müslim ve Gayri Müslim olarak iki kısıma inkişam etmemiştir. Hâlbuki küçük unsurlar bile hem Müslim, hem Gayri Müslim iki kısımdır.
Ey Türk kardeş bilhassa sen dikkat et, senin milliyetin İslâ¬miyet’le imtizaç etmiş, ondan tefriki kabil değil, Tefrik edersen mahvsın. Bütün mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir zemin yüzünde hiç bir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme” (S. Nursi, Mektubat).
Gerçekten de Said-i Nursi Hazretlerinin kendisi Kürt kökenli olmasına rağmen, Türkler için telaffuz ettiği bu övgü dolu sözler, bizlere necip milletimizin kıymetini bilmemizi ortaya koyması açısından çok mühim bir yer teşkil eder. Hakeza İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’da Arnavut asıllı olmasına rağmen, o da Türk milleti için şöyle demiştir;
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!”
İşte Akif’in bu şiiriyle Türklük böyle mana kazanır. Milliyet anlayışımızın kuru cihangirlik davası olmadığının delilidir bu sözler. Bir kere Türkler İslâm’a köle olmakla et ve tırnak misali hem ruhen hem de madden kaynaşarak müspet milliyetin doruğuna ulaşmıştır.
Anlaşılan bütün bu kıymetli âlimlerin dilinde yankılanan Türkler, tarihi süreç içerisinde üç kıtada âleme nizam götürme ülküsünü kimliğine yakışır bir şekilde rol oynayıp yediden yetmişe herkese milliyet nedir öğretmiştir. İslâmiyet öncesi Türklüğün cihan hâkimiyeti mefkûresi İslâmiyet’i kabul etmesiyle birlikte İ’lây-ı Kelimetullah için âleme nizam vermek idealine dönüşüp, Türklük daha da yeni bir veçheye kavuşmuştur. İyi ki de böyle bir veçheye bürünmüş, bu sayede Türkler İslâmiyet’e hadim (hizmetkâr) olmuş, dün de, bugün de ve yarın da bu hadimiyetiyle payidar kalacağına ümit varız. Her ne kadar ara sıra ırkçılık vebası bizim topraklarımıza uğrasa da asla amaçlarına ulaşamayacaklardır. Öyle inanıyorum ki bugün Türklüğü içte ve dışta maraz kavram haline getirme çabaları milletimizin o derin ferasetiyle son bulacaktır. İşte bu milletin derin ferasetiyle birlikte Türklük kavramı ayrıştırıcı değil birleştirici bir değer olarak yoluna devam edeceğine inancımız tamdır.