Mahmut Baycan dostum; yöresi Ardahan’daki izlenimlerini, yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını romanlaştırmayı sürdürüyor. Bunun son örneği, Kora Yayınları arasından çıkan “Sudaki Kan/Mezbaha” adlı yapıt.

Romanın başlangıç bölümündeki Karadeniz betimlemesi, Baycan’ın iyice ustalaştığının göstergesi. Hele azıcık tadınız, siz de beni onaylayacaksınız:

“O gün Karadeniz güneşi, her zaman olduğu gibi kendini sislerin altına gizlemiş, denizin üstünde keyifle yüzen buluttan gemileri andırıyordu. Karşı yamaçlardaki çay bahçelerine kadar uzanan sis, bahçeleri bir gelinlik gibi sarmıştı. Rüzgâr kıskanç bir ısrarla sisi dalgalandırıp açmaya çalışsa da sis, bu güzelliği daha da bozmamak için direniyordu. Geceden kalan nemli hava sabah güneşiyle birleşince nem çiye dönüşmüş, güneşin de katkısıyla her şeyi süsleyerek doğayı süslü bir kuyumcu dükkânına çevirmişti. Kıştan kalan kar, yüksek tepelerin kuzey yamaçlarına sığınmıştı ama; korkan bir çocuk gibi, güneşe karşı olan yerlerde küçülerek, yavaş da olsa erimesinin önüne geçemiyordu.”

Karadeniz’den güneye iniyor yazarımız, Ardahan’a. Ardahan’a aç gözlü bir kavurma tüccarını indiriyor. İdris, Ardahan köylüsünün zayıf anını kollamış, hayvanlarını ucuza kapatmıştır kendisi gibi uyanıklarla. Bu hayvanlar dünyanın en güzel otlaklarının bulunduğu dağlarda beslenecek, etlenecek, ağırlaşacak ve güzün kesileceklerdir mezbahada. Yazarımız Mahmut Baycan, bu hayvan alımı, besisi ve kesimi ile ilgili her ayrıntıyı biliyor, çalışmış bu süreçte ya da gözlemlemiş. Bunlara o yılların Ardahan’ından ekonomik bilgiler ve yorumlar eklemiş.

İşte kesime götürülen hayvanların durumları ve duyumsadıkları:

“Sürü, mezbahanın yanı başındaki askeri hastanenin virajını dönünce, kasabanın et ihtiyacının de karşılandığı mezbahaya yaklaşınca, onlarca yıldır duvarların taşlarına, hatta karşı kayalıklara bile sinmiş olan kan kokusunu alınca, keyfini yitirdi, delipatpat (deliotu) yemiş gibi huysuzlandı. Nefesleri sıklaştı; gözleri yerinden fırlayacakmış gibi irileşti. Bazıları sürüden ayrılıp sağa sola kaçıştılar. Olacakları hissetmiş gibi mezbahaya yaklaşmak istemediler.

Hayvanlar sabahın köründe, kan kokusu yüzünden hızlanan nefesleri serin havaya karışıp havayı mızrak gibi delerken, ölüm korkusu, uysal hallerini unutturdu, saldırganlaştılar.”

Bu korkunç manzara bu kadarla bitmiyor, iç yakan ayrıntısı kitapta var. Özellikle mezbahada çalışanların ve çok yoksul-aç yöre insanının bu kesimden pay kapma yarışına ilişkin kısa kısa aktarımlar yapalım:
-Kemik ve sakadat manzaraları ve kılıç kemiği.
-Bağırsak paylaşımı ve kavgası.
-İlik çıkarma sesi ve korosu
-Don yağının işlevi.
-Kelleden beyni çıkarmanın zorluğu.
-Erkek elbiselerinin et kokması ve onları izleyen sineklerin eğitilmiş izlenimi veren görüntüleri.

Ve mezbaha dışındaki yaşamdan da geçim ve doyum çabaları. Bu işin adı “Karavanaya gitmek.” Çocuklar askeri birliklerin yakının varıyorlar, ya asker karavanasından onlara da pay düşüyor ya da artıklardan. Bu pay ve artıklar evlere getiriliyor, ev halkı bunlarla karınlarını doyuruyor. 

Tam burada bir yutturmacaya ve hamasetle gerçekleri saklama çabasına değineceğim.

Ardahan Üniversitesi, Erzurum’dan iş insanı Muammer Cindilli’yi davet etmiş Ardahan’a ve o da öğrencilere girişimciliği anlatmış.

Ben bu “İş İnsanı Cindilli”yi çok iyi tanırım eski mahallemden, 1980 öncesinde Erzurum’da Ülkü Ocakları başkanlığı yaptı, sonra da MHP Genel Merkezi’nin eğitimcilerinden oldu, bu görevleri sırasında ne işler çevirdiğini de epeyce bilirim. 1980 sonrası BBP ve Muhsincilik serüvenini, birdenbire büyük iş adamı olmaya sıçramasını da Erzurum Ticaret Odası başkanlığını da gözlemiş ve izlemişimdir.

Belli ki Cindilli’yi Ardahan’a davet ettiren, Ardahan Üniversitesine yuvalanan dinbaz ülkücülüktür. Sanki Ardahanlı iş adamlarına kıran girmiştir.

Peki ne demiş Cindilli, ardahan.edıu.tr’den öğrenebilirsiniz ayrıntısıyla. Ben buradan bir tümceyi seçeceğim ve sözü bir yere getireceğim. Demiş ki Cindilli: “Ardahan, Arda Türklerinin hanlığının kurulduğu yerdir.”

Arda Türkleri ve Arda Hanlığı?... Kim bunlar, nerede ve ne zaman yaşamışlar? Hiçbir ciddi tarihi kayıtta bunlar yazmaz. Ülküdaşlarının uydurduğu bir kuyruklu yalana, Mamo (Muammer) Efendi de atlamış belli ki. http://www.ardahan.gov.tr/ardahan-tarihcesi-1 adlı erişim adresine girenler, Ardahan’ın tarihine ilişkin doğru bilgileri göreceklerdir.

Evet resmi ve doğru bilgiler onlar, ama gerçek tarih, halkın yaşadığı tarih; sosyolojik, antropolojik, etnolojik ve ekonomik tarih, Ardahanlı toplumcu-gerçekçi yazarların yazdıklarındadır. Kim bunlar? Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu gibi dev isimler ve bugün de Erdal Çakıcıoğlu, Kenan Karabağ ve Mahmut Baycan gibi değerli yazarlardır.

Mahmut Baycan, işte bu damarın ve geleneğin bir izleyicisi olarak yöresindeki insanları ve olayları anlatıyor en ince ayrıntılarına dek. Ancak bu anlatım, yöreselliğin ötesine geçen bir anlatım. Yazarımız; ulusal, hatta yer yer evrensel bir bakışla değerlendiriyor, irdeliyor anlattıklarını ve diyalektik düşünüyor konuları çözümlemelerken.

Yöre insanının yöre gerçeklerini bir tümcede açıklayabilmesini de Baycan’ın kaleminden okuyoruz. Diyor ki yörenin gün görmüşü: “Burada pek bir şey yetişmez, yetişse de bize yetişmez.” 

E peki bu romanda kahramanlar, rol alanlar, iyiler, kötüler, sevenler, ezilenler, ezenler yok mu? Olmaz mı, hem de pek çok… Bir Güldane var örneğin, bahtsız Güldane, aşklı Güldane, aşkı başını yiyen Güldane. Ve Turgut, çıkar ilişkilerine göre kurulan kara ve kahpe düzenin ezmeye çalıştığı bir boyun eğmez. Onun öyküsü bile bu romanı okunaklı ve dokunaklı etmeye yetecek içerikte.

Diğer insanlar… Onları tanımak, onlarla Baycan’ın aracılığı ile tanışmak ve söyleşmek de okuyanların dünyalarını varsıllaştıracaktır, geçmişlerini gösterecek, bakışlarını değiştirecektir. Bir örnek bu bağlamda: Dengbej Hamit Usta ve onun yaralı bir kartalı yeniden uçurup göç yollarına düşürmek için verdiği çaba… Ne iletiler var bu olayda neler… 

Bu akıcı, sürükleyici romanı okuyanda mutlaka bu romandan anlamlı izler kalacaktır, okuyunuz.