Kıbrıs tarih boyunca hep gözde adamızdır. Nasıl gözde olmasın ki? Şöyle tarihe bir göz attığımızda Fenikeliler, Romalılar, Cenevizlilerden tutunda İngilizlere kadar pek çok ülke durduk yere Kıbrıs’a süs olsun diye gelmiş değiller. Ancak bizim açımızdan durum biraz farklı, Hz. Osman hilafeti döneminde daha çok fütuhat amaçlı Şam valisi Hz. Muaviye ordusunun ayak basmasıyla gerçekleşir gönül bağımız. Keza Osmanlı dönemi de aynı amaç doğrultusunda Kıbrıs’la bağlantımız Lala Mustafa Paşa döneminden Abdülhamit’e uzanan bir zaman dilimini kapsar. Tarihler 1878’i gösterdiğinde adanın önemini ortaya koyacak en belirgin işaret İngilizlerin Sultan Abdulhamid’den adayı bir bedel karşılığında rehin alma istekleridir. Tabii adanın önemini ortaya koyan işaret taşı sadece bunla sınırlı değil, bikere her şeyden önce adanın Akdeniz havzası alanı içerisinde jeo-stratejik bir konumda yer elması da mühimdir. Yine aynı havzada pek çok medeniyete beşiklik etmesi, okyanusları birbirine bağlayacak stratejik üst olması gibi pek çok avantajları bağrında taşıması da önemini ziyadesiyle ortaya koymaya yetiyor. Üstelik buraya gelen doğrudan kendisiyle alakalı ne bir dini, ne de kültürel bağı olmadığı halde gelmekte. İyi ki de geliniyor, çünkü her gelen kendinden bir şeyler katıp gelmekte, böylece Kıbrıs Akdeniz’de medeniyetlere beşiklik eden inci bir ada olarak göz kamaştırır. Nitekim Kıbrıs tarihi süreç içerisinde Asurlar Mısır, İran ve Büyük İskender’in Makedonya’sı gibi pek çok kadim milletlere beşiklik ederek kazandığı birikimle geleceğe yelken açmakta bile. Tabii bu arada Roma’nın da hakkını yememek gerekir. Hani tüm yollar Roma’ya çıkar sözü var ya, aynen öyle de, tarihler 395 yılını gösterdiğinde bu gözde ada Roma’ya açılan bir başka yol güzergâhı olur da. Tâ ki Roma kendi içinde parçalanıp Doğu ve Batı Roma olarak iki yol ayrımına girer, ister istemez bu kez sadece Doğu Roma’nın (Bizans'ın) eyaleti konumda yol güzergâhı olur.
Peki ya Müslümanlar? Yukarıda da belirttiğimiz gibi Müslümanların bu adayla ilk izdivacı 649 yılında Hz. Osman dönemine denk düşer. Hiç kuşkusuz bu tesadüfü denk düşüş değil, bilakis Allah Resulünün halası Ümmü Haram binti Milhan Larnaka yakınlarında şehit düşmesiyle gerçekleşen tevafuku denk bir düşmedir. Böylece şehit katında tevafuk mührümüzü vurmak suretiyle yıllık 7200 dinar vergi karşılığında İslam devletine bağlı adamız olur da. Ancak ne var ki 965 yılına gelindiğinde şehit katında anlamlandığımız adamız Bizans’ın eline geçecektir.
Tarihin yaprakları bu kez 1191 yılına çevrildiğinde Kıbrıs’ı kuşatan İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard’ın adayı Templar (Tapınak) Şövalyelerine sattığına, Şövalyelerin de adayı Kudüs Hâkimine devrettiğine şahit oluruz. Hiç kuşkusuz Kudüs Hâkimi bu işten kazançlı çıkacaktır. Öyle ki gücüne güç katıp ilerisinde Frank krallığını kuracaklardır. Böylece ada Haçlıların sığınacak limanı hale gelir. Nasıl mı? İşte Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs ve Suriye yönelik yıldırım hızıyla giriştiği fütuhatta kaçacak delik arayan Haçlılar, Frank kralına güvenerekten soluğu Kıbrıs’ta almalarında bunu fark ederiz. Malum, Selçuklunun da Frank Krallığıyla ilişkisi bilhassa ticari alanda yaptığı anlaşmalar çerçevesinde beşinci Haçlı seferine dek sürecektir. Hiç şüphesiz Haçlılık damarları tutmasaydı ilişkilerimiz daha da devam edecekti. Ne var ki krallığın Haçlılara kucak açan bir liman rolü üstlenmesi ilişkilere gölge düşürmeye yetmiştir. Hele ki 1362 yılı itibariyle Kıbrıs Kralı I. Pierre’nin, Papanın izni doğrultusunda donanmasını İskenderiye limanına çıkarıp Müslüman kıyımına ortak olması bardağı taşıran son damla oldu. Bam telimize dokundular da ne oldu, I. Memluk Sultanı Baybars’ın Kral Guy de Lusignan’ı hezimete uğrattığında ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste’ sözü 1426 yılı itibariyle yerini bulmuş oldu. Tabii bu ahın tutması zulmetme şeklinde tecelli etmez, tam aksine kral fidye karşılığında serbest bırakılır da. Hatta Yavuz Sultan Selimin 1517’de Memluklara karşı kazandığı Ridaniye zaferiyle buralarda hâkimiyeti Osmanlıya geçtiğinde bile Memluklara ödenen 800 flori (Osmanlı altını) haraç sanki o kıyım unutulmasın babından devam ettirilir de. Sonuçta fidye düşkünü bir millet değiliz ki, asıl bizim açımızdan Allah’ın adaletini dünyaya yaymak fidyedir. İşte Mercidabık, Ridaniye derken bu ulvi amaç doğrultusunda Mısır Akdenize açılan kapımız olur da. Tabii açılmakla kalmayız, II. Selim Hac yolunun emniyete alınmasının Kıbrıs’ı Osmanlı coğrafyasına kazandırmaktan geçtiğini düşünerekten Venediklilerden bu meseleyi barış yoluyla çözmek isteyecektir ama elçiler vasıtasıyla yapılan görüşmelerde bu teklif kabul görmeyecektir. Bunun üzerine donanmamızı adaya 1570 tarih itibariyle çıkardığımızda asıl fetih bu tarihte gerçekleşir. Hiç kuşkusuz bu fetih Katolik Venedikliler tarafından kapatılan Ortodoks Başpiskoposuna da çok yarayacaktır. Çünkü Başpiskopos’a bir takım yetkiler tanınaraktan Katolik baskısından sıyrılıp kilise özgürlüğüne kavuşmuş olur. Değim yerindeyse Kıbrıs’ta adeta bahar havası esecektir. Fakat Venedikliler bu esen bahar havasını hazmedemeyeceklerdir. Zaten hazımsızlıkları el altından Haçlıları kışkırtarak kendini belli edip hıncını İnebahtı’da çıkaracaklardır. Hem de ne hınç çıkarma, batı dünyası İnebahtı zaferinin gurur okşayıcılığıyla Rönesans'ını gerçekleştirecek mecraya doğru ilerlerken Osmanlı’da ilk yenilgisini tatmış olaraktan hızla hasta yatağa düşmüş konuma gerileyecektir. Hani şu meşhur 93 Harbi yarası var ya, işte bu harb Osmanlının hasta yatağa düşmüş bir devlet olduğunun ilanı ve teyididir. Zira 93 Harbi (1877–78) bizi hasta yatağa düşürürken Rusları da sıcak denizlere inme hevesini tetikleyecektir. Neyse ki ‘Yunan-Rum-Rus Ortodoks’ şeytan üçgeninin ittifaka dönüşme ihtimali İngiltere’yi huzursuz eder de bu sayede heveslerine geçit verilmez. Çünkü İngiltere açısından bu ittifakın gerçekleşmesi sömürge yollarının elinden uçuvermesi demektir. Bunun üzerine İngiltere Berlin'de yapılacak toplantıda Devlet-i Aliye ile Ruslar arasında yapılan Ayastefanos anlaşmayı revize edecek bir hamleyle Kıbrıs adasının kendilerine verilmesini deklare eder. Bunun karşılığında da Rus yayılmacılığına karşı Osmanlının korunacağı taahhüdünde bulunur. Tabii İngiltere’nin deklaresi ve taahhüdü Abdülhamid’e incitici gelip memnuniyetsizliği gözlerden kaçmaz da. Dedik ya Osmanlı hasta yatağında devlettir, yani bağrı yanık yaralı bir devlettir. Bu yüzden, uzun süren müzakereler eşliğinde kira karşılığında ada İngilizlere verilir de. İcabında bu da yetmez, I. Dünya savaşı koptuğunda 5 Kasım 1914 tarihi itibariyle İngiltere Kıbrıs’ı resmen ilhak ettiğini deklare edecektir. Ada artık İngilizlerin sayılırdı. Derken İngiltere bu fiili ilhakla Ortadoğu’ya açılacak önemli bir üs edinmiş olur. Ve bu noktadan sonra Kıbrıs bizim için unutturulmaya çalışılan kayıp bir adadır.
Enosis Ruhu
İlginçtir İngilizlerin Lozan’da ilhak işlemine Türkiye’nin sessiz kalaraktan itiraz etmeyişi Kıbrıs'ın İngiltere'ye bağlı koloni hale gelmesini kolaylaştırmaya yetmiştir. Üstelik ilhak etmekle mesele bitmiş olmuyor, çünkü ilerleyen zamanlarda Rumlar ve Yunanlılar işi farklı boyuta taşıyıp işi Enosis romantizme dönüştüreceklerdir. Tabii bu arada İngiltere’de Enosis romantizmden endişe duyacaktır. Burada bizim açımızdan endişe edici durumsa Kıbrıs Türklerinin onca zamandır yaşadıkları sıkıntıların nasıl giderileceği hususudur. Belli ki Rum Ortodoks Kilisesinin 1950’de ada’da organize ettiği referandumla %96 çoğunluğun Enosis romantizmi (Kıbrıs’ın Yunanistan'la birleşme hülyası, bizdeki Turancılık akımının bir değişik ideali.) yönünde oy kullanması birçok sıkıntıları beraberinde getirecektir. Nitekim referandum neticelendiğinde Enosis Romantizmi hemen etkisini gösterip EOKA terör örgütünün Stalin varı katliamları aratmayacak şekilde etrafa korku ve dehşet salacaklardır. Böylece o güzelim ada bundan böyle bizim için kanayan yaradır artık. İster istemez bu durumda Kıbrıs Türkleri çaresiz bir halde İngilizlerle ortak hareket etmek mecburiyeti hisseder. Zaten Anavatan Türkiye’nin durumu ortada, elinden gelen şey sadece her fırsatta diplomatik girişimlerde bulunmaktı. Derken bu tip girişimler tarihler 1955’i gösterdiğinde netice verip İngiltere Ankara’nın Kıbrıs konusunda müdahil olmasına tepki göstermeyeceği gibi Kıbrıs meselesini adada iki toplumun bir arada yaşama model üzerine çözme şeklinde kendini gösterir. Ne var ki, bu teklif Rum tarafında kabul görmez. Aslında tüm bu yaşanan diplomatik trafiğin bize kazandırdığı tek bir şey vardı, unutulmaya yüz tutturulmak istenen o güzel adamızı İngilizlerin ve Rum tarafın birlikte sebep olduğu sancıya karşı Kıbrıs davasının bizimde davamız olduğunu hatırlamış olmamızdır.
Evet, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında Zürih’te sağlanan anlaşmayla birlikte unutulmaya yüz tutmuş adamız bizim yeniden hatırlayacağımız ve üzerine titreyeceğimiz dış politika milli uğraş alanımızdır bundan böyle. Her ne kadar Zürih anlaşmasının akabinde İngilizlerin ada’da işgali resmen sona erse de o gün bugündür Kıbrıs davası bizim omuzlarımız üzerimizde kalan çözülmeye muhtaç bir konu olurken bu arada Rumlar da İngiliz sömürgeliğinden kendilerini kurtarmış oluyorlardı.
Fatin Rüştü Zorlu farkı
Meseleyi biraz daha detaylandıracak olursak aslında 1957 yılında Eisenhower doktriniyle birlikte İngiltere’nin bölgedeki rolünü devr alan ABD, meseleyi çözmek için kollarını sıvadığını görürüz. Amerika’nın bu uğurda ilk hamlesi Türkiye ve Yunanistan’ı NATO paktına dâhil etmek olur. Sonrasında aralarında İngiltere'nin de bulunduğu masada tarafların 19 Şubat 1959 yılında Zürih'te geçekleşen görüşmeler muvacehesinde bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş olur. Aslında o günün şartlarında düşündüğümüzde bizim açımızdan en iyi elde edilebilecek sonuçtur diyebiliriz. Şüphesiz bu görüşmelerde özellikle Fatin Rüştü Zorlu’nun ortaya koyduğu tezlerin çok büyük etkisi söz konusudur. Tabii Fatin Rüştü Zorlu’nun katkısı bunla sınırlı kalmaz, yine aynı yıllarda Yunanistan’ın 8 Haziran 1959 tarihinde AET’ye başvurusundaki ince hesabı sezip hemen bu hesabı boş çıkaracak bir diplomatik atakla, Türkiye'nin üyelik girişimi hamlede bulunur. Derken bu diplomatik atak sayesinde 10 Eylül 1959’da her iki ülkenin ortaklık görüşmelerine start verilir. Ne var ki 27 Mayıs ihtilali ülkemizin üzerine kara kâbus olarak çökecek, derken hem kendisi, hem de Menderes’in idam edilir. Düşünsenize idam edilmiş Başbakan ve Dışişleri Bakanından yoksun halde 1975 yılına gelindiğinde Türkiye gerek Kıbrıs olsun gerekse AET girişimlerinde aynı duyarlılığın sürdürülmediği görülür. Nasıl sürdürülsün ki, bikere Yunanistan 1977'de tam üyelik girişiminde bulunurken biz ise içimizde habire kazan kaynatıp zaman kaybediyorduk. Böylece tarihler 1981’i gösterdiğinde Yunanistan’ın topluluğa girmesine Türkiye sadece seyirci kalmakla yetinir. Hadi seyirci kalmak neyse de 12 Eylül darbesi lideri Kenan Evren’in Yunanistan’ın tekrardan NATO’ya girmesini sağlayan vetoyu kaldırmasına ne demeli. Bunun anlamı gayet net açık, ‘ben yiyemiyorum al sen ye’ misali kendi elimizle altın tepsiyi Yunanistan’a sunmakla onlara ikinci bir mevzi alan kazandırmış olduk. Ne acıdır ki Yunanlılar hem Avrupa topluluğunda, hem NATO içinde bulunmakla söz sahibi konuma geldikleri gibi elde ettiği avantajla icabında Türkiye’ye karşı veto kartını kullanaraktan köşeye sıkıştıracak hamlelere girişirde. Öyle ki 1974’te Kıbrıs barış harekâtıyla kaybettiklerini bu kez masada kazanarak telafi edeceklerdir. İşte bu noktada DP iktidarının o diplomatik deha bakanımız Fatin Rüştü Zorlu’nun yokluğunu yüreğimizde hissederiz de. Şimdi gel de böyle bir diplomatik dehayı arama.
Ya Taksim ya ölüm
Malumunuz İngiltere İkinci Cihan harbi sonrası tası tarağı toplayacak halde Kıbrıs’tan elini ayağını çekme noktasına gelir. Böylece Kıbrıs yönetimi Rum ve Türk tarafına geçer. Bu bir anlamda ada’nın Yunanistan’ın insafına bırakılmaması anlamına gelir ama uygulamaya baktığımızda kazın ayağı hiçte öyle görünmez. Nasıl ki İngiltere çekilmiş gözüküp ada da garantör devlet olarak iki askeri üs bulunduraraktan varlığını hissettirmişse, aynen öyle de Yunanistan’da bağını bir şekilde sürdürmesini bilecektir. Her şeye rağmen yine de uzun bir aradan sonra Kıbrıs’ın her iki yakasının da üniter devlet olarak kabul görüyor olması önemli aşama sayılır. Şimdi önemli olan bundan sonraki aşamaların ne getireceğidir. Nedir o aşamalar diye baktığımızda bikere ada halkının yeniden Anayasa oluşturma hakları yoktur, bu yüzden tam bağımsız sayılmazlardı. İcabında kendi kaderlerini tayin etmeye kalkışmış olsalar İngiltere, Yunanistan ve Türkiye garantör devlet olmaktan doğan hakları kullanarak izin vermeyecekleri malum. Dolayısıyla Kıbrıs’ta tam üniter devletten söz etmek çok zordur. Baksanıza adanın kuzeyinde Türk tarafı istenmeyen ve dışlanır durumda iken Rumlarınsa keyfine diyecek durum ortada gözükmez, üstelik hem diplomatik kanalları kullanmakta hem de gerektiğinde şiddet kullanacak tutum sergileyeceklerdir. Rum tarafın Helenist ayarları o kadar bozuk işler ki, Türk köylerini basıp nice masum insanların canına kıyacak kadar alçaklıktan geri durmayacaklardır. Şimdi gel de buna yürek dayansın. İşte Türk kamuoyu yürekleri dağlayan bu zülfüyârımıza dokunan hadiseler karşısında ‘Ya Taksim ya ölüm’ demekten kendini alamaz da. İşte Türk kamuoyunun bu çığlığı karşısında Türk hükümeti müdahale etmek ister, ama bu istek her zaman olduğu gibi BM ve ABD barikatına takılacaktır.
Al kurtul
Dedik ya Rumların değme keyfine. 1960 tarih yılı itibariyle Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşunun gurur okşayıcılığıyla ENOSİS çalışmalarına hız vereceklerdir. Bunun ilk işareti 1963’te gerçekleşen kanlı Noel eylemlerle kendini gösterecektir. Bu eylemle verilmek istenen mesaj bellidir; Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaktır dert dava. Hiç kuşkusuz Ankara, bu durumda Rum tarafına karşı elini kolunu bağlayıp seyirci kalamazdı, stratejik hareket edecektir. Tabii Ankara strateji belirlerde onlar boş durur mu, EOKA’cılar da hemen Yunan askerleriyle birlikte 15 Temmuz 1974’te kendilerine engel gördükleri Makarios’u bir darbeyle devirip Kıbrıs Helen Cumhuriyetini kurmaya kalkışacaklardır. İşte bu kalkışma bizim açımızdan bardağı taşıran son damla olur. Öyle ki bu kalkışma Türk kamuoyunda ‘al kurtul’ tepkisiyle karşılık bulur. Derken Türkiye kamuoyu rüzgârını da arkasına alaraktan 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta garantör devlet olmaktan doğan haklarını kullanaraktan adaya çıkarma yapmaya gerekçe teşkil edecektir. İşte bu gerekçeyle çıkarmamızı zaferle taçlandırıp, bu sayede cunta yönetimi düştüğü gibi ardından Cenevre görüşmeleri de başlatılır. Ancak görüşmeler beklentilerimizi karşılayacak türden neticeyle sonuçlanmaz, ister istemez Mehmetçiğin 14 Ağustos 1974’de adayı ikiye ayıracak fiili müdahalesiyle kendi çözümümüzü kendimiz neticelendirilip adına da bugünkü yeşil hatla sınırları belirlenen bağımsız Kıbrıs Türk Federe Devleti deriz.
Ver kurtul
Kıbrıs Barış Harekâtını zaferle neticelendirmesine neticelendirdik ama Yunan lobisi boş durmayacaktır. Lobi faaliyetleri meyvesini verir de. Nitekim ABD Türkiye’ye karşı silah ambargo uygular. Ne diyelim, işte görüyorsunuz kazınılan zaferimizi bile ağız tadıyla kutlamamıza fırsat vermiyorlar. Oysa kazanılan bu zafer Yunanistan’a da hayrı dokunur bir çıkarmaydı. Nasıl mı? İşte bu zafer sayesinde Yunanistan’da albaylar cuntasının devrilip böylece derin bir rahat nefes almış olurlar. Yetmedi ileriki yıllarda AB’ye üye olacak noktaya gelirler. Bu yüzden Yunanistan’ın başına talih kuşu kondu dersek yeridir. Hatta yetmedi Güney Kıbrıs’ın da ileriki yıllarda AB’ye üyeliği gerçekleşir. Tabii onlar için her şey mubah, söz konusu Türkiye olduğunda Kuzey Kıbrıs’la garantör devlet bağımız söz konusu olduğu halde AB üyeliği noktasında hala bekleme salonundayız. Hele bir de bunun üstüne KKTC’nin kaderi statükocu Rauf Denktaş’ın içe kapanık siyasetine terk edilmişliği var ya daha da içimizi kanatan yara olur. Düşünsenize Denktaş habire işi yokuşa sürüp beş parmak dağlarını aştığımızın hülyasıyla işi kotarmaya çalışır. Oysa hayalle pilav gemi yürüseydi Kıbrıs davası çoktan halledilmesi gerekirdi. Masaya oturmamakla Kıbrıs davası güdülemez, bilakis masaya oturup mesele hal yoluna koyulabilirdi. Bunun dışında sadece kendi kendimize avunup kandırmış oluruz.
Malum, Kıbrıs meselesinde her iki tarafında karşılıklı bitip tükenmek bilmeyen uzlaşmazlıklar neticesinde 1983 itibariyle KKTC olarak bağımsızlığımızı ilan etmiş olduk. Ancak bu ilanımız dünya platformunda doğru dürüst karşılık bulmaz. Üstelik Yavru Vatan Kıbrıs’a uygulanan ekonomik yaptırım ve izolasyonların ağır maliyeti üzerimize bindirilerekten Türk kamuoyunda ‘Ver kurtul’ noktasına gelen bıkkınlığın alameti sayılan mesele haline dönüşür. İlginçtir bu arada Çiller hükümetinin gerek izolasyonların kaldırılma noktasında gerekse 1995’te gümrük birliğine girme karşılığında 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık anlaşmasında yer alan; Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadığı hiçbir uluslararası örgüte üye olamaz maddenin gereğini yapmadığı gibi itiraz hakkından vazgeçtiğini bildirme gafletinde bulunur. Vazgeçtiğini AB’ye bildirdi de ne oldu, sonunda Rum tarafının tek başına Avrupa Birliğine üye olmanın yolunu kendi elleriyle açmış oldu. Belki aklınızdan Kıbrıs meselesinin AB ile ne alakası var geçirebilirsiniz. Bal gibi alakası var elbet, bikere gerek 1972’de Güney Kıbrıs'ın tüm ada adına AET ile arasında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması, gerekse 1995’te Türkiye’nin Gümrük Birliğine alınması noktasında ki görüşmeler AB’nin Kıbrıs’la olan alakasını yeterince ortaya koyan verilerdir. İşte önemli addettiğimiz bu püf noktaları iyi analiz edip masadan alnımızın akıyla kalkabilmek esas olmalıydı, ama gel gör ki o günkü görüşmelerin satır aralarında yer alan; Güney Kıbrıs’ın ada halkının tümünü temsil ediyormuşçasına takvime bağlanmasıyla ilgili ilintili maddeye maalesef ses çıkarılmamıştır. Şimdi sormak gerek bu durum tam bir cehalet örneği değilse nedir peki bu? Maalesef bu iş bilemezliğin neticesi olarak Murat Karayalçın ve Deniz Baykal’ın imzası bulunan belgeye dayanarak bu sancı start alır. Yani Türkiye bu tavizi Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin gerçekleştirildiği noktada vermiştir. Hani taviz tavizi doğurur derler ya, gerçektende bu aşamada Kıbrıs meselesi bizim meselemiz olmaktan çıkıp AB platformuna kayar. Yetmedi 30.12.1995 tarihli resmi gazete ile yürürlüğe giren Gümrük Birliği görüşmeleri esnasında AB ve Güney Kıbrıs arasında başlayacak tam üyelik görüşmelerine sorgusuz sualsiz gözü kapalı dönemin hükümetince onay verilmesiyle neticelenecektir. Hem de hafızalarda unutulmayacak izler bırakarak neticelenir.
Artık Kıbrıs AB zemininde
Peki ya Türkiye?
11 Aralık 1999 Helsinki zirvesiyle Türkiye’nin AB adaylığı kabul edilir edilmesine ama bu arada Kıbrıs Rum tarafının da AB’ye girmesi hususunda engel çıkarılmaması babından bir kabul edilmedir bu. Hani derler ya minareyi yapan kılıfı hazırlarmış diye, aynen öyle de Kıbrıs Rum tarafı 2000’li yıllarda Yunanistan’ın desteğini de arkasına alarak AB ile olan ilişkilerini tek taraflı yürüterek kılıf hazırlar. Böylece 2003 yılına gelindiğinde lehlerine alınan kararın ardından 2004’te AB’ye tam üyeliği gerçekleşir. Hadi üye olmaları neyse de sanki adanın bütününü kapsayan üyelikmişçesine Türkiye’nin garantörlük hakkının yok sayma havası içerisine gireceklerdir. Neyse ki ABD, Kıbrıs Rum tarafının bu hevesiyle adanın tamamını temsil ettiği algısına yol açacak tavırlarından rahatsızlık hissedip meseleye Annan planı çerçevesinde çözme cihetine gidecektir. Böylece mesele önce BM zeminine taşınıp Rum tarafın heveslerini boşa çıkaracak bir gelişme yaşanır. Bu arada doğrusu başlangıçta Ankara’nın da Annan planına kuşkulu yaklaşımı gözlerden kaçmaz, ama masada plan üzerinde görüşmelerde meseleye vakıf oldukça Rum tarafının elini zayıflatacak plan olduğunu fark ettik. Öyle ya madem tüm ada halkının hamisiyim diye ortaya çıkıyorsun, o halde işte hodri meydan Annan planı referanduma gidilsin denildiğinde el mi yaman bey mi yaman bir görelim dediğimizde daha referandumun adını duyduklarında hemen hop oturup hop kalkmakları samimiyetsizliklerini ortaya koymaya yetti. Öyle ki referandum sonuçları açıklandığında Rumların ‘hayır’, Kıbrıs Türk Halkının ‘evet’ demesiyle birlikte çözümden yana tarafın Türk tarafı, mızıkçılık yapan tarafında Rum tarafı olduğunu tüm cümle âlem görmüş oldu. Bu arada Türk halkı olarak da geçmişte Fatin Rüştü Zorlu’nun akıl dolusu o diplomatik ataklarının meyvelerinden bir yenisini daha yaşamış olduk. Referandumda ‘Evet’ demekle Türkiye bir yandan kendisine yöneltilen işgalci suçlamalarını bertaraf ederken diğer yandan Rum tarafın ENOSİS hayalini söndürmüş oldu. Ama şu da var ki daha her şey bitmiş sayılmazdı, sonraki aşamalarda her şey referandum kartını uluslararası arenada iyi kullanıp kullanamayacağımıza bağlı olarak şekillenecektir. Öyle ya madem çözümden yana tavır koyan biz olduk, o halde her uluslararası platformda Kıbrıs meselesi dillendirildiğinde her defasında ‘Evet’ kartımızı hatırlatarak Rum tarafını sıkıştığı köşeden çıkmasına fırsat vermemek gerekirdi. Bilhassa bu noktada Ankara kararlılığını sürdürdükçe Kıbrıs’ta gerçek anlamda barışa katkı sunacak taraf biz olacağız demektir. Her ne kadar gelinen noktada verilen sözlerin birçoğu yerine getirilmese de, şu bir gerçek KKTC’nin artık muhatap alınıyor olması bile önemli bir gelişme sayılır. Bu noktaya gelişimizde hiç kuşkusuz Tayyip Erdoğan’ın katkısı çok büyüktür. Gerçektende bir takım statükocu çevrelerin ‘en iyi çözüm çözümsüzlüktür’ anlayışıyla devam etseydik Kıbrıs davasında bir arpa boyu yol kat edemezdik. İşte bu yüzden Tayyip Erdoğan baştan beri meseleye çözüm odaklı bir arayışla Kıbrıs davasını sırtlayıp ciddi manada sorumluluk üstlenmiştir. Doğrusuda buydu zaten. Hamaset politikalarından kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Eninde sonunda bu çözüm odaklı politikalar meyvesini verip Türkiye AB yolunda müzakere kartını alır da. Ancak Kıbrıs meselesi bu kez, Rum ve Avrupalıların isteklerine uygun bir mecrada yürütülmek istendiğinden AB’ye tam üyelik yolunda önümüze bir sürü ipe sapa gelmez başlıklarla kota konularaktan yürütülmeye çalışılır. Oysa Türkiye ne uyarılmaya ne de kapı kulu olmaya gelirdi. Zira Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Birliği kapısında bekleme meraklısı değiliz çıkışı bir bakıma dikleşmeden dik duruşumuzun bir göstergesidir. Öyle ya, adı Avrupa Birliği olmaz da Shangay olur, ya da bir başka Birlik olur, zaten bize de değişik alternatif yollar üretmek yaraşır, onlara da kendi kazdığı çukurlarda debelenmek düşer. Baksanıza daha şimdiden o çok övündükleri AB çatırdar halde. İngiltere çekileceğini bildirdi bile. Yıllardır Türkiye’yi bekleme salonunda beklettiler de ne oldu, şimdi kara kara düşünmek sırası artık bu kez onlar da.
Velhasıl, uzun ince bir yoldayız. Şimdilik Ya sabır deyip 2023 hedefimize kilitlenmek zamanıdır.
Vesselam.
Peki ya Müslümanlar? Yukarıda da belirttiğimiz gibi Müslümanların bu adayla ilk izdivacı 649 yılında Hz. Osman dönemine denk düşer. Hiç kuşkusuz bu tesadüfü denk düşüş değil, bilakis Allah Resulünün halası Ümmü Haram binti Milhan Larnaka yakınlarında şehit düşmesiyle gerçekleşen tevafuku denk bir düşmedir. Böylece şehit katında tevafuk mührümüzü vurmak suretiyle yıllık 7200 dinar vergi karşılığında İslam devletine bağlı adamız olur da. Ancak ne var ki 965 yılına gelindiğinde şehit katında anlamlandığımız adamız Bizans’ın eline geçecektir.
Tarihin yaprakları bu kez 1191 yılına çevrildiğinde Kıbrıs’ı kuşatan İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard’ın adayı Templar (Tapınak) Şövalyelerine sattığına, Şövalyelerin de adayı Kudüs Hâkimine devrettiğine şahit oluruz. Hiç kuşkusuz Kudüs Hâkimi bu işten kazançlı çıkacaktır. Öyle ki gücüne güç katıp ilerisinde Frank krallığını kuracaklardır. Böylece ada Haçlıların sığınacak limanı hale gelir. Nasıl mı? İşte Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs ve Suriye yönelik yıldırım hızıyla giriştiği fütuhatta kaçacak delik arayan Haçlılar, Frank kralına güvenerekten soluğu Kıbrıs’ta almalarında bunu fark ederiz. Malum, Selçuklunun da Frank Krallığıyla ilişkisi bilhassa ticari alanda yaptığı anlaşmalar çerçevesinde beşinci Haçlı seferine dek sürecektir. Hiç şüphesiz Haçlılık damarları tutmasaydı ilişkilerimiz daha da devam edecekti. Ne var ki krallığın Haçlılara kucak açan bir liman rolü üstlenmesi ilişkilere gölge düşürmeye yetmiştir. Hele ki 1362 yılı itibariyle Kıbrıs Kralı I. Pierre’nin, Papanın izni doğrultusunda donanmasını İskenderiye limanına çıkarıp Müslüman kıyımına ortak olması bardağı taşıran son damla oldu. Bam telimize dokundular da ne oldu, I. Memluk Sultanı Baybars’ın Kral Guy de Lusignan’ı hezimete uğrattığında ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste’ sözü 1426 yılı itibariyle yerini bulmuş oldu. Tabii bu ahın tutması zulmetme şeklinde tecelli etmez, tam aksine kral fidye karşılığında serbest bırakılır da. Hatta Yavuz Sultan Selimin 1517’de Memluklara karşı kazandığı Ridaniye zaferiyle buralarda hâkimiyeti Osmanlıya geçtiğinde bile Memluklara ödenen 800 flori (Osmanlı altını) haraç sanki o kıyım unutulmasın babından devam ettirilir de. Sonuçta fidye düşkünü bir millet değiliz ki, asıl bizim açımızdan Allah’ın adaletini dünyaya yaymak fidyedir. İşte Mercidabık, Ridaniye derken bu ulvi amaç doğrultusunda Mısır Akdenize açılan kapımız olur da. Tabii açılmakla kalmayız, II. Selim Hac yolunun emniyete alınmasının Kıbrıs’ı Osmanlı coğrafyasına kazandırmaktan geçtiğini düşünerekten Venediklilerden bu meseleyi barış yoluyla çözmek isteyecektir ama elçiler vasıtasıyla yapılan görüşmelerde bu teklif kabul görmeyecektir. Bunun üzerine donanmamızı adaya 1570 tarih itibariyle çıkardığımızda asıl fetih bu tarihte gerçekleşir. Hiç kuşkusuz bu fetih Katolik Venedikliler tarafından kapatılan Ortodoks Başpiskoposuna da çok yarayacaktır. Çünkü Başpiskopos’a bir takım yetkiler tanınaraktan Katolik baskısından sıyrılıp kilise özgürlüğüne kavuşmuş olur. Değim yerindeyse Kıbrıs’ta adeta bahar havası esecektir. Fakat Venedikliler bu esen bahar havasını hazmedemeyeceklerdir. Zaten hazımsızlıkları el altından Haçlıları kışkırtarak kendini belli edip hıncını İnebahtı’da çıkaracaklardır. Hem de ne hınç çıkarma, batı dünyası İnebahtı zaferinin gurur okşayıcılığıyla Rönesans'ını gerçekleştirecek mecraya doğru ilerlerken Osmanlı’da ilk yenilgisini tatmış olaraktan hızla hasta yatağa düşmüş konuma gerileyecektir. Hani şu meşhur 93 Harbi yarası var ya, işte bu harb Osmanlının hasta yatağa düşmüş bir devlet olduğunun ilanı ve teyididir. Zira 93 Harbi (1877–78) bizi hasta yatağa düşürürken Rusları da sıcak denizlere inme hevesini tetikleyecektir. Neyse ki ‘Yunan-Rum-Rus Ortodoks’ şeytan üçgeninin ittifaka dönüşme ihtimali İngiltere’yi huzursuz eder de bu sayede heveslerine geçit verilmez. Çünkü İngiltere açısından bu ittifakın gerçekleşmesi sömürge yollarının elinden uçuvermesi demektir. Bunun üzerine İngiltere Berlin'de yapılacak toplantıda Devlet-i Aliye ile Ruslar arasında yapılan Ayastefanos anlaşmayı revize edecek bir hamleyle Kıbrıs adasının kendilerine verilmesini deklare eder. Bunun karşılığında da Rus yayılmacılığına karşı Osmanlının korunacağı taahhüdünde bulunur. Tabii İngiltere’nin deklaresi ve taahhüdü Abdülhamid’e incitici gelip memnuniyetsizliği gözlerden kaçmaz da. Dedik ya Osmanlı hasta yatağında devlettir, yani bağrı yanık yaralı bir devlettir. Bu yüzden, uzun süren müzakereler eşliğinde kira karşılığında ada İngilizlere verilir de. İcabında bu da yetmez, I. Dünya savaşı koptuğunda 5 Kasım 1914 tarihi itibariyle İngiltere Kıbrıs’ı resmen ilhak ettiğini deklare edecektir. Ada artık İngilizlerin sayılırdı. Derken İngiltere bu fiili ilhakla Ortadoğu’ya açılacak önemli bir üs edinmiş olur. Ve bu noktadan sonra Kıbrıs bizim için unutturulmaya çalışılan kayıp bir adadır.
Enosis Ruhu
İlginçtir İngilizlerin Lozan’da ilhak işlemine Türkiye’nin sessiz kalaraktan itiraz etmeyişi Kıbrıs'ın İngiltere'ye bağlı koloni hale gelmesini kolaylaştırmaya yetmiştir. Üstelik ilhak etmekle mesele bitmiş olmuyor, çünkü ilerleyen zamanlarda Rumlar ve Yunanlılar işi farklı boyuta taşıyıp işi Enosis romantizme dönüştüreceklerdir. Tabii bu arada İngiltere’de Enosis romantizmden endişe duyacaktır. Burada bizim açımızdan endişe edici durumsa Kıbrıs Türklerinin onca zamandır yaşadıkları sıkıntıların nasıl giderileceği hususudur. Belli ki Rum Ortodoks Kilisesinin 1950’de ada’da organize ettiği referandumla %96 çoğunluğun Enosis romantizmi (Kıbrıs’ın Yunanistan'la birleşme hülyası, bizdeki Turancılık akımının bir değişik ideali.) yönünde oy kullanması birçok sıkıntıları beraberinde getirecektir. Nitekim referandum neticelendiğinde Enosis Romantizmi hemen etkisini gösterip EOKA terör örgütünün Stalin varı katliamları aratmayacak şekilde etrafa korku ve dehşet salacaklardır. Böylece o güzelim ada bundan böyle bizim için kanayan yaradır artık. İster istemez bu durumda Kıbrıs Türkleri çaresiz bir halde İngilizlerle ortak hareket etmek mecburiyeti hisseder. Zaten Anavatan Türkiye’nin durumu ortada, elinden gelen şey sadece her fırsatta diplomatik girişimlerde bulunmaktı. Derken bu tip girişimler tarihler 1955’i gösterdiğinde netice verip İngiltere Ankara’nın Kıbrıs konusunda müdahil olmasına tepki göstermeyeceği gibi Kıbrıs meselesini adada iki toplumun bir arada yaşama model üzerine çözme şeklinde kendini gösterir. Ne var ki, bu teklif Rum tarafında kabul görmez. Aslında tüm bu yaşanan diplomatik trafiğin bize kazandırdığı tek bir şey vardı, unutulmaya yüz tutturulmak istenen o güzel adamızı İngilizlerin ve Rum tarafın birlikte sebep olduğu sancıya karşı Kıbrıs davasının bizimde davamız olduğunu hatırlamış olmamızdır.
Evet, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında Zürih’te sağlanan anlaşmayla birlikte unutulmaya yüz tutmuş adamız bizim yeniden hatırlayacağımız ve üzerine titreyeceğimiz dış politika milli uğraş alanımızdır bundan böyle. Her ne kadar Zürih anlaşmasının akabinde İngilizlerin ada’da işgali resmen sona erse de o gün bugündür Kıbrıs davası bizim omuzlarımız üzerimizde kalan çözülmeye muhtaç bir konu olurken bu arada Rumlar da İngiliz sömürgeliğinden kendilerini kurtarmış oluyorlardı.
Fatin Rüştü Zorlu farkı
Meseleyi biraz daha detaylandıracak olursak aslında 1957 yılında Eisenhower doktriniyle birlikte İngiltere’nin bölgedeki rolünü devr alan ABD, meseleyi çözmek için kollarını sıvadığını görürüz. Amerika’nın bu uğurda ilk hamlesi Türkiye ve Yunanistan’ı NATO paktına dâhil etmek olur. Sonrasında aralarında İngiltere'nin de bulunduğu masada tarafların 19 Şubat 1959 yılında Zürih'te geçekleşen görüşmeler muvacehesinde bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş olur. Aslında o günün şartlarında düşündüğümüzde bizim açımızdan en iyi elde edilebilecek sonuçtur diyebiliriz. Şüphesiz bu görüşmelerde özellikle Fatin Rüştü Zorlu’nun ortaya koyduğu tezlerin çok büyük etkisi söz konusudur. Tabii Fatin Rüştü Zorlu’nun katkısı bunla sınırlı kalmaz, yine aynı yıllarda Yunanistan’ın 8 Haziran 1959 tarihinde AET’ye başvurusundaki ince hesabı sezip hemen bu hesabı boş çıkaracak bir diplomatik atakla, Türkiye'nin üyelik girişimi hamlede bulunur. Derken bu diplomatik atak sayesinde 10 Eylül 1959’da her iki ülkenin ortaklık görüşmelerine start verilir. Ne var ki 27 Mayıs ihtilali ülkemizin üzerine kara kâbus olarak çökecek, derken hem kendisi, hem de Menderes’in idam edilir. Düşünsenize idam edilmiş Başbakan ve Dışişleri Bakanından yoksun halde 1975 yılına gelindiğinde Türkiye gerek Kıbrıs olsun gerekse AET girişimlerinde aynı duyarlılığın sürdürülmediği görülür. Nasıl sürdürülsün ki, bikere Yunanistan 1977'de tam üyelik girişiminde bulunurken biz ise içimizde habire kazan kaynatıp zaman kaybediyorduk. Böylece tarihler 1981’i gösterdiğinde Yunanistan’ın topluluğa girmesine Türkiye sadece seyirci kalmakla yetinir. Hadi seyirci kalmak neyse de 12 Eylül darbesi lideri Kenan Evren’in Yunanistan’ın tekrardan NATO’ya girmesini sağlayan vetoyu kaldırmasına ne demeli. Bunun anlamı gayet net açık, ‘ben yiyemiyorum al sen ye’ misali kendi elimizle altın tepsiyi Yunanistan’a sunmakla onlara ikinci bir mevzi alan kazandırmış olduk. Ne acıdır ki Yunanlılar hem Avrupa topluluğunda, hem NATO içinde bulunmakla söz sahibi konuma geldikleri gibi elde ettiği avantajla icabında Türkiye’ye karşı veto kartını kullanaraktan köşeye sıkıştıracak hamlelere girişirde. Öyle ki 1974’te Kıbrıs barış harekâtıyla kaybettiklerini bu kez masada kazanarak telafi edeceklerdir. İşte bu noktada DP iktidarının o diplomatik deha bakanımız Fatin Rüştü Zorlu’nun yokluğunu yüreğimizde hissederiz de. Şimdi gel de böyle bir diplomatik dehayı arama.
Ya Taksim ya ölüm
Malumunuz İngiltere İkinci Cihan harbi sonrası tası tarağı toplayacak halde Kıbrıs’tan elini ayağını çekme noktasına gelir. Böylece Kıbrıs yönetimi Rum ve Türk tarafına geçer. Bu bir anlamda ada’nın Yunanistan’ın insafına bırakılmaması anlamına gelir ama uygulamaya baktığımızda kazın ayağı hiçte öyle görünmez. Nasıl ki İngiltere çekilmiş gözüküp ada da garantör devlet olarak iki askeri üs bulunduraraktan varlığını hissettirmişse, aynen öyle de Yunanistan’da bağını bir şekilde sürdürmesini bilecektir. Her şeye rağmen yine de uzun bir aradan sonra Kıbrıs’ın her iki yakasının da üniter devlet olarak kabul görüyor olması önemli aşama sayılır. Şimdi önemli olan bundan sonraki aşamaların ne getireceğidir. Nedir o aşamalar diye baktığımızda bikere ada halkının yeniden Anayasa oluşturma hakları yoktur, bu yüzden tam bağımsız sayılmazlardı. İcabında kendi kaderlerini tayin etmeye kalkışmış olsalar İngiltere, Yunanistan ve Türkiye garantör devlet olmaktan doğan hakları kullanarak izin vermeyecekleri malum. Dolayısıyla Kıbrıs’ta tam üniter devletten söz etmek çok zordur. Baksanıza adanın kuzeyinde Türk tarafı istenmeyen ve dışlanır durumda iken Rumlarınsa keyfine diyecek durum ortada gözükmez, üstelik hem diplomatik kanalları kullanmakta hem de gerektiğinde şiddet kullanacak tutum sergileyeceklerdir. Rum tarafın Helenist ayarları o kadar bozuk işler ki, Türk köylerini basıp nice masum insanların canına kıyacak kadar alçaklıktan geri durmayacaklardır. Şimdi gel de buna yürek dayansın. İşte Türk kamuoyu yürekleri dağlayan bu zülfüyârımıza dokunan hadiseler karşısında ‘Ya Taksim ya ölüm’ demekten kendini alamaz da. İşte Türk kamuoyunun bu çığlığı karşısında Türk hükümeti müdahale etmek ister, ama bu istek her zaman olduğu gibi BM ve ABD barikatına takılacaktır.
Al kurtul
Dedik ya Rumların değme keyfine. 1960 tarih yılı itibariyle Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşunun gurur okşayıcılığıyla ENOSİS çalışmalarına hız vereceklerdir. Bunun ilk işareti 1963’te gerçekleşen kanlı Noel eylemlerle kendini gösterecektir. Bu eylemle verilmek istenen mesaj bellidir; Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaktır dert dava. Hiç kuşkusuz Ankara, bu durumda Rum tarafına karşı elini kolunu bağlayıp seyirci kalamazdı, stratejik hareket edecektir. Tabii Ankara strateji belirlerde onlar boş durur mu, EOKA’cılar da hemen Yunan askerleriyle birlikte 15 Temmuz 1974’te kendilerine engel gördükleri Makarios’u bir darbeyle devirip Kıbrıs Helen Cumhuriyetini kurmaya kalkışacaklardır. İşte bu kalkışma bizim açımızdan bardağı taşıran son damla olur. Öyle ki bu kalkışma Türk kamuoyunda ‘al kurtul’ tepkisiyle karşılık bulur. Derken Türkiye kamuoyu rüzgârını da arkasına alaraktan 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta garantör devlet olmaktan doğan haklarını kullanaraktan adaya çıkarma yapmaya gerekçe teşkil edecektir. İşte bu gerekçeyle çıkarmamızı zaferle taçlandırıp, bu sayede cunta yönetimi düştüğü gibi ardından Cenevre görüşmeleri de başlatılır. Ancak görüşmeler beklentilerimizi karşılayacak türden neticeyle sonuçlanmaz, ister istemez Mehmetçiğin 14 Ağustos 1974’de adayı ikiye ayıracak fiili müdahalesiyle kendi çözümümüzü kendimiz neticelendirilip adına da bugünkü yeşil hatla sınırları belirlenen bağımsız Kıbrıs Türk Federe Devleti deriz.
Ver kurtul
Kıbrıs Barış Harekâtını zaferle neticelendirmesine neticelendirdik ama Yunan lobisi boş durmayacaktır. Lobi faaliyetleri meyvesini verir de. Nitekim ABD Türkiye’ye karşı silah ambargo uygular. Ne diyelim, işte görüyorsunuz kazınılan zaferimizi bile ağız tadıyla kutlamamıza fırsat vermiyorlar. Oysa kazanılan bu zafer Yunanistan’a da hayrı dokunur bir çıkarmaydı. Nasıl mı? İşte bu zafer sayesinde Yunanistan’da albaylar cuntasının devrilip böylece derin bir rahat nefes almış olurlar. Yetmedi ileriki yıllarda AB’ye üye olacak noktaya gelirler. Bu yüzden Yunanistan’ın başına talih kuşu kondu dersek yeridir. Hatta yetmedi Güney Kıbrıs’ın da ileriki yıllarda AB’ye üyeliği gerçekleşir. Tabii onlar için her şey mubah, söz konusu Türkiye olduğunda Kuzey Kıbrıs’la garantör devlet bağımız söz konusu olduğu halde AB üyeliği noktasında hala bekleme salonundayız. Hele bir de bunun üstüne KKTC’nin kaderi statükocu Rauf Denktaş’ın içe kapanık siyasetine terk edilmişliği var ya daha da içimizi kanatan yara olur. Düşünsenize Denktaş habire işi yokuşa sürüp beş parmak dağlarını aştığımızın hülyasıyla işi kotarmaya çalışır. Oysa hayalle pilav gemi yürüseydi Kıbrıs davası çoktan halledilmesi gerekirdi. Masaya oturmamakla Kıbrıs davası güdülemez, bilakis masaya oturup mesele hal yoluna koyulabilirdi. Bunun dışında sadece kendi kendimize avunup kandırmış oluruz.
Malum, Kıbrıs meselesinde her iki tarafında karşılıklı bitip tükenmek bilmeyen uzlaşmazlıklar neticesinde 1983 itibariyle KKTC olarak bağımsızlığımızı ilan etmiş olduk. Ancak bu ilanımız dünya platformunda doğru dürüst karşılık bulmaz. Üstelik Yavru Vatan Kıbrıs’a uygulanan ekonomik yaptırım ve izolasyonların ağır maliyeti üzerimize bindirilerekten Türk kamuoyunda ‘Ver kurtul’ noktasına gelen bıkkınlığın alameti sayılan mesele haline dönüşür. İlginçtir bu arada Çiller hükümetinin gerek izolasyonların kaldırılma noktasında gerekse 1995’te gümrük birliğine girme karşılığında 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık anlaşmasında yer alan; Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadığı hiçbir uluslararası örgüte üye olamaz maddenin gereğini yapmadığı gibi itiraz hakkından vazgeçtiğini bildirme gafletinde bulunur. Vazgeçtiğini AB’ye bildirdi de ne oldu, sonunda Rum tarafının tek başına Avrupa Birliğine üye olmanın yolunu kendi elleriyle açmış oldu. Belki aklınızdan Kıbrıs meselesinin AB ile ne alakası var geçirebilirsiniz. Bal gibi alakası var elbet, bikere gerek 1972’de Güney Kıbrıs'ın tüm ada adına AET ile arasında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması, gerekse 1995’te Türkiye’nin Gümrük Birliğine alınması noktasında ki görüşmeler AB’nin Kıbrıs’la olan alakasını yeterince ortaya koyan verilerdir. İşte önemli addettiğimiz bu püf noktaları iyi analiz edip masadan alnımızın akıyla kalkabilmek esas olmalıydı, ama gel gör ki o günkü görüşmelerin satır aralarında yer alan; Güney Kıbrıs’ın ada halkının tümünü temsil ediyormuşçasına takvime bağlanmasıyla ilgili ilintili maddeye maalesef ses çıkarılmamıştır. Şimdi sormak gerek bu durum tam bir cehalet örneği değilse nedir peki bu? Maalesef bu iş bilemezliğin neticesi olarak Murat Karayalçın ve Deniz Baykal’ın imzası bulunan belgeye dayanarak bu sancı start alır. Yani Türkiye bu tavizi Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin gerçekleştirildiği noktada vermiştir. Hani taviz tavizi doğurur derler ya, gerçektende bu aşamada Kıbrıs meselesi bizim meselemiz olmaktan çıkıp AB platformuna kayar. Yetmedi 30.12.1995 tarihli resmi gazete ile yürürlüğe giren Gümrük Birliği görüşmeleri esnasında AB ve Güney Kıbrıs arasında başlayacak tam üyelik görüşmelerine sorgusuz sualsiz gözü kapalı dönemin hükümetince onay verilmesiyle neticelenecektir. Hem de hafızalarda unutulmayacak izler bırakarak neticelenir.
Artık Kıbrıs AB zemininde
Peki ya Türkiye?
11 Aralık 1999 Helsinki zirvesiyle Türkiye’nin AB adaylığı kabul edilir edilmesine ama bu arada Kıbrıs Rum tarafının da AB’ye girmesi hususunda engel çıkarılmaması babından bir kabul edilmedir bu. Hani derler ya minareyi yapan kılıfı hazırlarmış diye, aynen öyle de Kıbrıs Rum tarafı 2000’li yıllarda Yunanistan’ın desteğini de arkasına alarak AB ile olan ilişkilerini tek taraflı yürüterek kılıf hazırlar. Böylece 2003 yılına gelindiğinde lehlerine alınan kararın ardından 2004’te AB’ye tam üyeliği gerçekleşir. Hadi üye olmaları neyse de sanki adanın bütününü kapsayan üyelikmişçesine Türkiye’nin garantörlük hakkının yok sayma havası içerisine gireceklerdir. Neyse ki ABD, Kıbrıs Rum tarafının bu hevesiyle adanın tamamını temsil ettiği algısına yol açacak tavırlarından rahatsızlık hissedip meseleye Annan planı çerçevesinde çözme cihetine gidecektir. Böylece mesele önce BM zeminine taşınıp Rum tarafın heveslerini boşa çıkaracak bir gelişme yaşanır. Bu arada doğrusu başlangıçta Ankara’nın da Annan planına kuşkulu yaklaşımı gözlerden kaçmaz, ama masada plan üzerinde görüşmelerde meseleye vakıf oldukça Rum tarafının elini zayıflatacak plan olduğunu fark ettik. Öyle ya madem tüm ada halkının hamisiyim diye ortaya çıkıyorsun, o halde işte hodri meydan Annan planı referanduma gidilsin denildiğinde el mi yaman bey mi yaman bir görelim dediğimizde daha referandumun adını duyduklarında hemen hop oturup hop kalkmakları samimiyetsizliklerini ortaya koymaya yetti. Öyle ki referandum sonuçları açıklandığında Rumların ‘hayır’, Kıbrıs Türk Halkının ‘evet’ demesiyle birlikte çözümden yana tarafın Türk tarafı, mızıkçılık yapan tarafında Rum tarafı olduğunu tüm cümle âlem görmüş oldu. Bu arada Türk halkı olarak da geçmişte Fatin Rüştü Zorlu’nun akıl dolusu o diplomatik ataklarının meyvelerinden bir yenisini daha yaşamış olduk. Referandumda ‘Evet’ demekle Türkiye bir yandan kendisine yöneltilen işgalci suçlamalarını bertaraf ederken diğer yandan Rum tarafın ENOSİS hayalini söndürmüş oldu. Ama şu da var ki daha her şey bitmiş sayılmazdı, sonraki aşamalarda her şey referandum kartını uluslararası arenada iyi kullanıp kullanamayacağımıza bağlı olarak şekillenecektir. Öyle ya madem çözümden yana tavır koyan biz olduk, o halde her uluslararası platformda Kıbrıs meselesi dillendirildiğinde her defasında ‘Evet’ kartımızı hatırlatarak Rum tarafını sıkıştığı köşeden çıkmasına fırsat vermemek gerekirdi. Bilhassa bu noktada Ankara kararlılığını sürdürdükçe Kıbrıs’ta gerçek anlamda barışa katkı sunacak taraf biz olacağız demektir. Her ne kadar gelinen noktada verilen sözlerin birçoğu yerine getirilmese de, şu bir gerçek KKTC’nin artık muhatap alınıyor olması bile önemli bir gelişme sayılır. Bu noktaya gelişimizde hiç kuşkusuz Tayyip Erdoğan’ın katkısı çok büyüktür. Gerçektende bir takım statükocu çevrelerin ‘en iyi çözüm çözümsüzlüktür’ anlayışıyla devam etseydik Kıbrıs davasında bir arpa boyu yol kat edemezdik. İşte bu yüzden Tayyip Erdoğan baştan beri meseleye çözüm odaklı bir arayışla Kıbrıs davasını sırtlayıp ciddi manada sorumluluk üstlenmiştir. Doğrusuda buydu zaten. Hamaset politikalarından kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Eninde sonunda bu çözüm odaklı politikalar meyvesini verip Türkiye AB yolunda müzakere kartını alır da. Ancak Kıbrıs meselesi bu kez, Rum ve Avrupalıların isteklerine uygun bir mecrada yürütülmek istendiğinden AB’ye tam üyelik yolunda önümüze bir sürü ipe sapa gelmez başlıklarla kota konularaktan yürütülmeye çalışılır. Oysa Türkiye ne uyarılmaya ne de kapı kulu olmaya gelirdi. Zira Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Birliği kapısında bekleme meraklısı değiliz çıkışı bir bakıma dikleşmeden dik duruşumuzun bir göstergesidir. Öyle ya, adı Avrupa Birliği olmaz da Shangay olur, ya da bir başka Birlik olur, zaten bize de değişik alternatif yollar üretmek yaraşır, onlara da kendi kazdığı çukurlarda debelenmek düşer. Baksanıza daha şimdiden o çok övündükleri AB çatırdar halde. İngiltere çekileceğini bildirdi bile. Yıllardır Türkiye’yi bekleme salonunda beklettiler de ne oldu, şimdi kara kara düşünmek sırası artık bu kez onlar da.
Velhasıl, uzun ince bir yoldayız. Şimdilik Ya sabır deyip 2023 hedefimize kilitlenmek zamanıdır.
Vesselam.