Üniversitede okuyordum. Babamın Ziraat Bankası Müdürlüğü yaptığı Erzurum-Narman’da bir yaz tatilinde tanıdım Ahmet Avcı’yı. Onunla aynı yaşlarda olan kardeşim Mucip’in arkadaşı idi. Dürüst bir çocuktu. Üniversiteye hazırlanıyordu. Granit gibi bir vücudu vardı, hafif şehla bakıyordu açık yeşil gözleri… Her işe ideolojik baktığım günlerimdi. İşimize yarar diye düşünmüştüm, ülkücülük telkin etmiştim. Daha önceden uzaktan akrabası olan Ali Karaavcı’dan da aynı yönde telkinler aldığından dolayı, elverişli idi durumu, kabul etmişti kolayca.
Etmişti ve tam bir militan olmuştu bir süre sonra. İyi de kitap okuyordu okuyacaklarını bilinçle seçemese de.
Fakat hep takıntılı, normal olmayan, deli yanları vardı. Pazılarına çok güvenmesi, sık sık yanındakilere gösterip yoklattırması, çok şey bildiğini, kanaat önderi olduğunu sanması ve buna inanmazlık edenlere fena halde kızması gibi…
Bir de lakabı vardı “Miloş” diyorlardı ona. Neden öyle diyorlardı hâlâ bilmiyorum, ben ona hiç öyle hitap etmemiştim.
Sonra Erzurum’da Üniversite kazandı, ilçeden İl’e geldi, o yılların en büyük fikir ve tartışma platformu olan Hemşin Pastanesi’ne devam etti bir süre. Ben derdini çekiyordum ama Hemşin’in tartışmalarda kaşarlanmış müdavimleri bozdular onu birkaç kez, haddini bildirdiler lisan-ı münasiple, kavga da edemedi onlarla, ondan sonra uğramaz oldu Hemşin’e.
Bağımız, ilişkilerimiz koptu böylece (ben artık öğrenci değildim o yıllarda). Bazı şeyler kulağıma çalınıyordu. Bir kızı seviyormuş, Trabzonlu ünlü bir ülkücü arkadaşımın kız kardeşi. Kız da onu seviyor muymuş? Sanırım hayır. Gözü tutmamış Ahmet’i. Tutmamış ki, sonra Karslı bir Kürt çocukla evlendiğini söylediler (o genci de tanıdım bir vesile ile).
Bu evlilik Ahmet’i deli etmiş… Yok öyle laf olsun diye değil, gerçekten delirmiş Ahmet…
12 Eylül İhtilali oldu tam o günlerde. Hani o Trabzon türküsünde der ya “Sevdaluk günlerime geldi çatti ramazan”. Ahmet’in sevdaluk günlerine de gözaltı ve tutuklama çatmıştı.
Babasını gördüm bir gün Hemşin Pastanesinde, Ahmet’i görememiş, göstermemişler, çok üzgün, o günün MHP il başkanı Necati Güllülü ile oturttuk, teselli ettik. Babamı sordu, bana. “Biz aslında ana tarafından hemşeriyiz sizinle. Anam yani Ahmet’in nenesi Bayburtludur, baban onların sülalesini iyi tanır” dedi.
Sonra duyduk, Ahmet, Kars yolu üzerindeki tutukevinde diklenmiş sorguda, bu diklendikçe, onlar da dövüp durmuşlar, Ahmet iyice çıldırmış.
1981’de ayrıldım ben Erzurum’dan, duyuyordum, Ahmet artık “Deli Ahmet”ti. Bir süre Elazığ’da tedavi görmüş ama düzelmemiş. Yaptıkları, dedikleri, fıkra gibi anlatılıp gülünüyordu.
Ya aşkı, sevdiği? O şimdi günümüzün en önemli romancılarından biri ve de edebiyat profesörü. Eşinden de ayrılmış duyduğuma göre.
Ahmet’se hâlâ seviyormuş onu. Nereden mi biliyorum? İlk bakışta delice ve komik gibi görünen yakıcı bir anekdottan… Kahvehaneye giriyor bir gün, yeni bir kimlik kartı çıkardığını söylüyor, gösteriyor da. Kendi fotoğrafının üstüne türkücü Zara’nın fotoğrafını yapıştırmış. Bilenler, eski arkadaşları anlıyorlar, gözleri doluyor hepsinin; Zara, Ahmet’in gizli sevda çektiği Hanım’ın gençlik günlerine benziyormuş.
E peki bu ünlü yazarın şurada burada bir sürü fotoğrafı var, Ahmet onun yazı ve romanlarını da okuyormuş, neden onun fotoğrafını değil de ona benzeyen Zara’nın fotoğrafını koymuş oraya?
Yoralım kendimizce:
Ahmet’in gözünde o profesör-yazar bir eski hikâyedir ama artık o bir başkasıdır. Bir eski hikâye olarak okuyor onu; övünüyor içten içe, böylesine sıra dışı birini onca güzel arasından seçip gönül verdiği için avunuyor da bununla. Avunuyor, övünüyor ya, onun sevdiği hâlâ oralarda, o yıllarda. Yaşlanmamış… Yaşlansın da istemiyor, hep öyle kalsın.
Daha doğrusu ortada bir “bu” ve “o” meselesi var.
Bu, avunç ve övünç, o ise hâlâ gönlünde Ahmet’in. O’yu öylesine ayırıyor ki bu’dan fotoğrafının bile bu değil o olmasını istiyor. Ve hayalindeki O’ya, Zara’yı uygun buluyor. Ve Zara’nın sözcük anlamı da çok soylu, uysal ve güzel demek, belki bunları da biliyordu Ahmet.
Peki ne çıkar bütün bunlardan, delilik mi, aşk mı?
Aşkla deliliğin sınırları nerede başlar nerede biter, bilen var mı ki?
Ah Ahmet ah! 2007 yılında ölmüş Ahmet…
Deli Ahmet, Âşık Ahmet, Ülkücü Ahmet…
Deliliği daha bir süre anlatılır, ülkücülüğü sağdıç emeği olup gitti çoktan, âşıklığını ise yazmak istedim ki unutulmasın…
Etmişti ve tam bir militan olmuştu bir süre sonra. İyi de kitap okuyordu okuyacaklarını bilinçle seçemese de.
Fakat hep takıntılı, normal olmayan, deli yanları vardı. Pazılarına çok güvenmesi, sık sık yanındakilere gösterip yoklattırması, çok şey bildiğini, kanaat önderi olduğunu sanması ve buna inanmazlık edenlere fena halde kızması gibi…
Bir de lakabı vardı “Miloş” diyorlardı ona. Neden öyle diyorlardı hâlâ bilmiyorum, ben ona hiç öyle hitap etmemiştim.
Sonra Erzurum’da Üniversite kazandı, ilçeden İl’e geldi, o yılların en büyük fikir ve tartışma platformu olan Hemşin Pastanesi’ne devam etti bir süre. Ben derdini çekiyordum ama Hemşin’in tartışmalarda kaşarlanmış müdavimleri bozdular onu birkaç kez, haddini bildirdiler lisan-ı münasiple, kavga da edemedi onlarla, ondan sonra uğramaz oldu Hemşin’e.
Bağımız, ilişkilerimiz koptu böylece (ben artık öğrenci değildim o yıllarda). Bazı şeyler kulağıma çalınıyordu. Bir kızı seviyormuş, Trabzonlu ünlü bir ülkücü arkadaşımın kız kardeşi. Kız da onu seviyor muymuş? Sanırım hayır. Gözü tutmamış Ahmet’i. Tutmamış ki, sonra Karslı bir Kürt çocukla evlendiğini söylediler (o genci de tanıdım bir vesile ile).
Bu evlilik Ahmet’i deli etmiş… Yok öyle laf olsun diye değil, gerçekten delirmiş Ahmet…
12 Eylül İhtilali oldu tam o günlerde. Hani o Trabzon türküsünde der ya “Sevdaluk günlerime geldi çatti ramazan”. Ahmet’in sevdaluk günlerine de gözaltı ve tutuklama çatmıştı.
Babasını gördüm bir gün Hemşin Pastanesinde, Ahmet’i görememiş, göstermemişler, çok üzgün, o günün MHP il başkanı Necati Güllülü ile oturttuk, teselli ettik. Babamı sordu, bana. “Biz aslında ana tarafından hemşeriyiz sizinle. Anam yani Ahmet’in nenesi Bayburtludur, baban onların sülalesini iyi tanır” dedi.
Sonra duyduk, Ahmet, Kars yolu üzerindeki tutukevinde diklenmiş sorguda, bu diklendikçe, onlar da dövüp durmuşlar, Ahmet iyice çıldırmış.
1981’de ayrıldım ben Erzurum’dan, duyuyordum, Ahmet artık “Deli Ahmet”ti. Bir süre Elazığ’da tedavi görmüş ama düzelmemiş. Yaptıkları, dedikleri, fıkra gibi anlatılıp gülünüyordu.
Ya aşkı, sevdiği? O şimdi günümüzün en önemli romancılarından biri ve de edebiyat profesörü. Eşinden de ayrılmış duyduğuma göre.
Ahmet’se hâlâ seviyormuş onu. Nereden mi biliyorum? İlk bakışta delice ve komik gibi görünen yakıcı bir anekdottan… Kahvehaneye giriyor bir gün, yeni bir kimlik kartı çıkardığını söylüyor, gösteriyor da. Kendi fotoğrafının üstüne türkücü Zara’nın fotoğrafını yapıştırmış. Bilenler, eski arkadaşları anlıyorlar, gözleri doluyor hepsinin; Zara, Ahmet’in gizli sevda çektiği Hanım’ın gençlik günlerine benziyormuş.
E peki bu ünlü yazarın şurada burada bir sürü fotoğrafı var, Ahmet onun yazı ve romanlarını da okuyormuş, neden onun fotoğrafını değil de ona benzeyen Zara’nın fotoğrafını koymuş oraya?
Yoralım kendimizce:
Ahmet’in gözünde o profesör-yazar bir eski hikâyedir ama artık o bir başkasıdır. Bir eski hikâye olarak okuyor onu; övünüyor içten içe, böylesine sıra dışı birini onca güzel arasından seçip gönül verdiği için avunuyor da bununla. Avunuyor, övünüyor ya, onun sevdiği hâlâ oralarda, o yıllarda. Yaşlanmamış… Yaşlansın da istemiyor, hep öyle kalsın.
Daha doğrusu ortada bir “bu” ve “o” meselesi var.
Bu, avunç ve övünç, o ise hâlâ gönlünde Ahmet’in. O’yu öylesine ayırıyor ki bu’dan fotoğrafının bile bu değil o olmasını istiyor. Ve hayalindeki O’ya, Zara’yı uygun buluyor. Ve Zara’nın sözcük anlamı da çok soylu, uysal ve güzel demek, belki bunları da biliyordu Ahmet.
Peki ne çıkar bütün bunlardan, delilik mi, aşk mı?
Aşkla deliliğin sınırları nerede başlar nerede biter, bilen var mı ki?
Ah Ahmet ah! 2007 yılında ölmüş Ahmet…
Deli Ahmet, Âşık Ahmet, Ülkücü Ahmet…
Deliliği daha bir süre anlatılır, ülkücülüğü sağdıç emeği olup gitti çoktan, âşıklığını ise yazmak istedim ki unutulmasın…