Namaz bütün zikir çeşitlerini içermesi bakımdan Miraç özelliği kazanan tek ibadettir. Zira tüm Meleklerin kendine özgü eda ettikleri ibadet çeşitleri hepsi namaz içerisine kodlanmış durumda. Çünkü meleklerin kimi kıyam, kimi rükû, kimi sücûd halde ibadet ederler.
TAHRİME
İftitah tekbiriyle ruh sema’ya yönelir, elleri kaldırmakla ise dünyevi ihtiraslar arka plana itilir.
Tahrime’den kasıt
‘En büyüksün’ anlamında ‘Allahu Ekber’ demektir. Bu yüzden tekbir ibadetin olmazsa olmaz şartının ötesinde Allah’la münasebetin ilk adımıdır. İyi ki de ilk adım atılmış olunuyor, zira akabinde rükûa eğilirken, secdede yüz sürerken ve kıyama kalkarken Allah’ın yüceliği birçok kez tekbirle dile getirilir de. Böylece mutlak manada yüceliğin Allah’a ait bir keyfiyet olduğu bilincine erilir. İşte iftitah tekbiri bu manada bu cesareti vermeye yeter artar da. Malum, iftitah tekbirinde Allah’u Ekber’in haricinde; Allah’u Azam, Allah’u Kebir, Allah’u Celil, La İlahe İllalah, Elhamdülillah, Subhanellah gibi lafızların söylenmesinde de beis yoktur, hepsi aynı mana içerdiğinden tekbir hükmündedir.
Evet, namaza Allahu Ekber lafzıyla başlamak vaciptir. Öyle ki Peygamberimiz (s.a.v) bu lafızla namazını devam ettirmiştir.
Kim imamdan önce tekbir alırda imamdan önce tekbiri bitirirse namaza başlamış sayılmaz. Hakeza rükû ve sücûd tekbirlerini terk etmek veya noksan söylemekse tenzihen mekruh kapsamında değerlendirilir.
Namaza girişte bir insan ister Arapçasını söyleyebilsin, isterse söyleyemesin, hangi dilde telbiye getirirse caizdir.
Tekbiri Farsça “Allahu Ekber” getirerek başlanılsa caizdir. Ancak imameyn bu konuda Arapça tekbirden aciz kalmayı şart koşmuştur. Şu da bir gerçek Farsça namaza başlamak hususunda İmamı Azam’ın delili daha kuvvetlidir. Zira namazda aranan asıl kriter zikir ve tazimin (saygının) olması esastır. Yeter ki her lisan ya da her lafız Allah’ı hatırlatsın bu bile yeter.
Bir kimse Farsça tekbir getirdiğinde, hayvan keserken Farsça besmele çektiğinde yahut ihrama girerken Farsça veya herhangi bir dille telbiye getirdiğinde ister Arapçasını söyleyebilsin isterse söyleyemesin caizdir. İftitah tekbiri rükû hâsıl için değil, kıyama bitiştiğinden dolayı şart kapsamında farzdır.
Senâ, kunut, bayram ve cenaze tekbirlerinin diğerlerinden en ayırıcı özelliği ellerin salınmasıdır. Ki, bu tekbirler zikir değildir.
KIYAM
Kıyam için Arafat’ta vakfeye durmak dersek yeridir. Nitekim vakfesiz namazın hakikatine vakıf olunamaz. İşte böyle bir hakiki kıyama vakıfla tüm bedenimizi vahyin soluğu sarar da. Derken bir yandan gönüller huzurda kıyamla durularak tazelenirken, öte yandan bu duruş sayesinde kul olduğumuzun idrakine varırız.
Anlaşılan Müminin velayeti istikamet üzere duruş sergilemekte gözüküyor, madem öyle namazı dosdoğru kılın hükmünce hakkın huzurunda kıyama geçmek gerek. Keza kıyama geçmekte yetmez huzurda yüz sürmek için secdeye varmak gerek. Besbelli ki huşuyla huzurda ayakta el bağlamak, rükûa eğilmek ve secdeye kapanmak suretiyle yüce makamlara yol alınabiliniyor. Böylece insan göğsünde kodlanmış letaifler bu huşuyla birlikte aslına dönüp nuraniyet kesb ederde.
Elbette ki huzura çıkıp durmak kolay değil, bir kere Yüce Allah’ın huzurundasın. Madem Allah kıyamı farz kılmış hakkını vermek gerek. Kıyamda hakkını verecek farz olan miktar ise;
- Tekbir almak,
- Fatiha okumak,
- Sure okumaktır elbet.
Fatiha bir bakıma ruhtur. Nasıl ki ruhsuz ceset ölmeye mahkûmsa, Fatihasız amellerde kurumuş meşe odunu misali kurumaya mahkûmdur. O halde eda edilen amellere ruh katmak gerek.
Nafile namazlarda kıyam vacip değildir, vacip olsaydı insanlar bunda zorluk yaşayacaklardı. İcabında insanlara bıkkınlık gelip nafilelerden uzaklaşması söz konusu olacaktı. Nitekim hasta olan kişi ayakta durmaktan aciz durumdaysa kıyam ondan düşmektedir. Dolayısıyla bu durumda namaz oturarak eda edilir. Hastanın oturmaya gücü yetmezse namazı sırt üstü yatarak kılar. Şayet hasta ayakta durmaya gücü yeterde rükû ve secde etmeye gücü yetmezse en faziletlisi imayla oturarak namaz kılması uygundur. Çünkü bu durum secde haline daha yakındır.
Kıyam başlı başına meşru bir ibadet değildir, ama secde-i tilavet bundan istisnadır, öyle ki secde kıyamsızda meşru bir ibadettir. Dahası secde asli bir rükündür. Kıyamsa secdeye varış için sadece bir vasıtadır.
El bağlamak kıyamın sünnetidir.
Bir kimse kıyam halinde namaza yetiştiğinde imam kıraate başlanmamışsa subhaneke duasını okuyabilir. Bazı âlimler; imamın rükûa varmadan öncede subhaneke okur demişlerdir. Diğer bir görüşse imam kıraati aşikâre okuduğunda subhaneke duasını terkeder, ama hafi (gizli) durumda ise subhaneke terk edilmez denilmiştir.
Kıyamdayken imamın önüne geçmemekten kasıt; ölçeklerinin, yani ayak topuklarını geçmemesidir. Aksi halde namaz bozulur.
KIRAAT
Kıraat; kendi duyacak kadar okumaktır. Dolayısıyla kendi duyamayacak sesle kıraat okuyuşu kıraat sayılmaz. Kıraatin en aşağı sınırı kulağa erişecek sesin çıkmasıdır, yani başkasının az işitmesidir, en fazlası ise yakınında olmayanın, ya da birinci saftakilerin işitmesidir. Rasulüllah (s.a.v);
“Her kim imamla namaz kılarsa imamın kıraatı onun içinde geçerlidir” beyan buyurmakta. İmama uyan kimseye kıraat men edilir, okursa kerahaten mekruh addedilir. Çünkü imamın kıraati tüm cemaati kapsar. Zaten İmamın okuduğunu bilmek namazın sıhhatine kâfi delildir (Hadis). Bu arada namazda sure okurken sure tertibi ve vakitlerin konumunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v), Hz. Bilal’a bir sureden başka sureye atlamayı yasak edip;
“Bir sureye başladın mı onu benzeri üzerine tamamla” diye emir buyurmuştur. Hakeza Hz. Ömer (r.anh) Ebu Musa el Eşariye gönderdiği mektupta;
“Sabah ve öğle namazlarında uzun sureleri, ikindi ile yatsıda orta sureleri, akşam namazında ise kısa surelerini oku” diye yazmıştır.
Kıraatten maksat;
-Bir fatiha,
-Bir sure veya üç kısa ayet okumaktır, ya da üç ayete tekabül eden otuz harf ihtiva eden uzun bir ayet okumaktır. Anlaşılan kıraatin farz miktarı bir ayettir. İmamı Azam’dan bir rivayete görede üç kısa ayet yahut otuz harfi kapsayacak uzun bir ayet okumak esastır.
Farz namazların ilk iki rekâtında sure okumak vaciptir, son iki rekâtında okumak tenzihen mekruhtur.
Besmeleler ayet değildir. Tek başına kılan biri Fatiha’yla birlikte surelerin başında besmele çekerse iyi olur. Dahası besmele için Kur’an’dan bir ayettir diyenler olduğu gibi değildir diyenler de var. Bu hususta ihtilaf var elbet. Yine de Fatiha’yla sure arasında besmele çekilirse iyi olur. Ebu Hanife okunmasa iyi olur demiştir, ama okursa mekruh sayılmaz görüşünü de ilave etmeyi ihmal etmemiştir.
Namazda kıraat ve zikirden başka birşeyin okunması katiyyen yasaktır. Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre
‘Euzu-besmele’ çekmek kıraate tabiidir. İmam Yusuf’a göre ise subhanekeye tabiidir denmiştir. Sonuçta Euzu-besmele çekmekle namaza başlamanın ilk işaretini alırız. İmamı Azam ve İmam Yusuf’a göre Fatiha’yla sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir görüşündedir. Keza,
“Euzubillahimineşşeytanirracim” demek helâya girmezden önce dahi sünnettir. Bir adam Kur’an okumak isterse öncesinde euzu-besmele çekmelidir.
İmamı Azam, namazda kıraatin başka bir dillede olabileceği görüşünden vazgeçip, İmameyn’in Arapça olması şarttır görüşüne dönmüştür. Fakat iftitah tekbirinde döndüğü sabit olmamıştır (Bkz. İbn-i Abidin 2.cilt sh. 256).
Bir kimse Farsça Kur’an okumayı adet edinir yahut Farsça mushaf yazmak isterse men edilir. Ancak bir veya iki ayet yazmak caizdir. Kur’an-ı Kerim’i yazıp tefsir veya tercümesini de katarsa caiz olur. Farsça asla Kur’an değildir. Zira şeriat örfünde Kur’an denilince Arapçası anlaşılır. Malum; Farsça İranlıların dili olup Arapçadan sonra hem en meşhur, hem de Arapçaya daha yakın bir dildir.
Fatiha bitince imam gizlice
‘âmin’ der. Çünkü Allah Teâlâ Fatiha’yı bu ümmet için ihsan etmiştir.
Vitir namazında kıraati aşikâre okumak Ramazana mahsus bir vecibedir.
RÜKÛ
Rükûda sırt mutmain olacak şekilde düzgün olmalıdır. Öyle ki, rükûa eğilmekle kul,nefsini yumuşatıp itaat şuuru kazanır, rükudan secdeye varmakla da itaatte kararlılık tazelenir. Bu yüzden Allah (c.c) rükû ve secdesi tam olmayan kimsenin namazına itibar etmez, dolayısıyla rükû ve sücut hali ilahi huzurda eğilip yüz sürmektir, yani tazimde kusur eylememektir.
Rükûdan sonra beli doğrultmaksızın secdeye varılırsa namaza bir rükû daha ilave edilmiş sayılır. Niye derseniz gayet açık biraz eğilmek rükûdan sayılır. Malum, kambur olan kişinin rükûsu da başını eğmekle gerçekleşir. Bunun da nedeni gayet açık, kambur hali rükû sayılmaz.
İmama rükûda yetişen her kimse tek tekbirle hemen rükûa varmalıdır. Böylece bu alınan tek tekbir hem iftitah, hem de rükû tekbiri yerine geçer.
Tek başına namaz kılan bir kişi rükûdan doğrulduktan sonra tesmî ve tahmîdi bir arada ifa eder. Ama İmamla kıldığında öyle değildir, sadece tesmî ile yetinir. İmameyn buna gizlice tahmidi de katmalı demiştir. Tahmîdin en efdali
‘Allahümme Rabbena lekel hamd’dir, orta hali
‘Rabbena lekel hamd’ denilmesidir.
Ulemanın rükû ve secdede okunan tespih için üç kavli mevcut olup; Tesbihin üçten az bırakılması mekruh olduğunu beyan edenler olduğu gibi üçten fazlası ya da tek sayıda bitirmek şartıyla beş, yedi veya dokuza kadar çıkarılmasının müstehap olduğunu belirtenlerde var. Ancak üçten fazlası tespih imamın dışındakiler içindir. Şayet bu duruma imam da dâhil olursa cemaate bıkkınlık hali vereceğinden uzatılmaz deniliyor. Tabiî ki tüm bu görüşler delil yönünden değildir. Tercihe şayan olanın tespihi getirmenin vacip olmasıdır.
SECDE
İnsanın yüzü Cemalullah’ın aynası hükmündedir. O ayna mahlûka yönelirse maazallah hayvani vasfa bürünme riski söz konusudur. Madem öyle, o ayna hep Allah’a yönelmeli ki hem kendi ruhumuz aydınlansın, hem de bütün âlem nasiplensin. Dolayısıyla yüzümüzü Allah’a çevirmek mecburiyeti var, yüz secde ettiğinde alınlarda secde pırıltıları gerçekleşir bile. Böylece secde sayesinde kalpler pirüpak, yüzler ak olur. Kâinatta her ne varsa secde için vardır.
Zaten secde hali hayatın nişanıdır. Nitekim Allah (c.c) bu hususta;
“Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır” (Fetih, 29) buyurmuş bile. İşte bu ayetin sırrına erenler secde sayesinde Miraç’a yükselir de. Ne mutlu alnı pak olanlara ki edeple vardıkları miraçtan lütufla döndüklerinde yeryüzüne secde halde kapanırlar. Ve kapandıkları o secde iz sayesinde cennet yurdunda sonsuza dek emniyet içinde kalırlar da. Öyle ki, şeytana secdeden daha ağır gelen bir şey yok. Kul’un öyle Allah’a en yakın anı secde hali o kadar net açık ki, Kur’an’da;
‘secde et yaklaş’ hükmü bunu teyit ediyor. Anlaşılan secde hali bambaşka bir hal, düşünsenize secde anında kalbe her ne geliyorsa bilin ki şeytandan değil. Malum kalbe gelen haller;
- Ya Mevla’dan,
- Ya Melekten,
- Ya da nefisten gelir. Dahası şeytan secde halinde bulunandan hep kaçar. Böylece insan bir rükû, iki secde olmak üzere toplamda üç kez nefsine galip gelerekten itaate geçebiliyor. Yeter ki rükû ve secdenin hakkı verilsin. Bu yüzden Allah Teâlâ rükû ve sücudu tamam olmayan kimsenin namazına itibar etmez. Belli ki secde, Allah’a teslimiyet ve huzurda huşu haline aracılık ettiği içindir kutsi addedilir. Bilhassa Kuranı Kerimde;
“Yüzlerine nimetin parıltısını tanırsın” (Mutaffifın, 24) ayeti mucibince ve
“Bir takım yüzlerin ağardığı gün” (Al-i İmran, 106) ayet-i hikmetince o yüzler melekleri bile imrendiren bir yücelik kazanır. Öyle bir yücelik ki yüzümü sürsem izine dedirtecek derecede insanı kendinden geçirir de. Zaten
“Beni hatırlamak için namaz kıl” (Taha, 14) fermanı bunun içindir. Kelimenin tam anlamıyla secdeyle tüm sahte mabutlara meydan okunup Allah’ta hürriyeti tatma hali elde edilir. Kaldı ki bir kimse Allah’tan başkasına secde etse kâfir olur, ama kıyam böyle değildir. Secde aynı zamanda tevazu halidir. Nitekim alnı yere koymakla hiç olduğumuzu idrak ederiz. Bu da yetmez kalp huzur bulur da. Bu yüzden tazimle, Allah için heybet, recâ ve hayâ perdesine bürünmek vasıflarına haiz olunup, bunlar namaza ruh veren öğeler olarak nitelenmiştir. Meğer alnı kıymetli kılan sadece alın teri değilmiş, bunun ötesinde taşa, toprağa, seccadeye değen alında paha biçilmez bir kıymettir. Hatta Kur’an’da zikredilen;
“Yüzlerine nimetin parıltısını tanırsın” (Mutaffifın, 24) ve
“Bir takım yüzlerin ağardığı gün” (Al-i İmran,106) ayetleri hikmetince, o yüzlere melekler bile âşıktır. Zira o alınlarda secde izleri vardır.
Secdenin en mükemmel şekli yedi kemik üzerine eda edilenidir, yani iki el, iki diz, iki ayak ve bir alın ile birlikte uygulananı makbuldür. Secdeye varıldığında önce iki diz, sonra eller, akabinde alın konulmalıdır. Secdeden doğrulurken de tam tersi sıralama takip edilir, yani önce alın, sonra eller, daha sonrada dizler devreye girer. Bir başka ifadeyle, secdede evvela alın konur daha sonra burun konulur kavline itimat edilir. Tercih edilen görüş gereği de secdede alnın azda olsa bir kısmını yere koymaktır (farz), ekserisini koymak vacip hükmündedir. Dahası secde de yüzün bir kısmını yere koymak esastır.
Secdede vacip olan hüküm alnın ekserisinin yere konmasıdır, yani buna burun da dâhil olup, çene ve yanak hariçtir. Şayet secdede burun yere konur, alın konmazsa sadece keraheten caiz olur. Alın yere konulduğu halde, burun konmazsa caizdir, ama özrü yoksa mekruhtur. Oldu ya alın ve burunda secde etmeye mani bir özür varsa bu kez ima ile secde edilir. Keza kalabalık bir durum veya başka bir özür söz konusuysa dizler üzerine secde edilmesinde mahzur yoktur. Hatta zarurete binaen kalabalık bir cemaatle namaz kılanların birbirlerinin sırtına secde etmesi de öyledir.
Secde halinde yerin sertliğini duymak gerekir. Bu duruma mani herhangi pamuk türü yumuşak eşyaya secde etmek caiz değildir. Mesela pamuklu bir şiltede secdenin caiz olması için secdenin sertliğini hissetmek şarttır. Sadece eşya mı, elbette ki hayır, mesela hayvan üzerinde secde caiz değildir.
Secde de ayaklarının sadece bir parmağının yere konmasıyla farz gerçekleşir. Ayak parmaklarını velevki birtanesi olsun kıble yönüne doğru yere koymak farzdır. Secde ederken iki ayağın parmakları yerden kesilse namaz caiz değildir. Dahası secdede ayakları yere koyma hususunda üç rivayet vardır:
- Ayakları yere koymanın farz olduğu görüşü,
- Vacip olduğu görüşü,
- Sünnet olduğu görüşüdür. Hanefilere göre ayakları yere koymak sünnettir. Bu da yetmez secdede topukları birbirlerine yapıştırmakta sünnettir. Nitekim ulema topukları birbirine yapıştırmayı secdeye has bir durum olduğunu beyan etmişlerdir.
TEŞEHHÜT
Aslında;
Tahiyyat insanlara Rablerinden selamdır. Bu yüzden Resulü Ekrem (s.a.v);
‘Kul; es-Selamü aleyna ve ala ibadillahis-salihin dediği vakit bu selam yerde gökte Allah’ın her salih kuluna ibadet eder’ diye beyan buyurmuştur.
Teşehhütten maksat tahiyyatı
‘...Eşhedu Enla İlahe İllallah ve Eşhedu Enla Muhammedin Abduhu ve Rasulu’ye kadar okumaktır, şeklen ise sol ayağını yatırıp sağ ayağını dikerek oturmaktır. Zira Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.v) teşehhütte sol ayağını yatırır, sağ ayağını dikerdi. Bu arada unutmamak gerekir ki son teşehhütte salâvatları okumak sünnettir.
SALÂVAT
Ulemamız salâvatın ömürde bir kez olsun zikredilmesinin farz olduğunu söylemişlerdir. Hatta namaz içi veya namaz dışı fark etmez, hüküm budur.
Peygamberimizin kendisine salâvat getirmesi vacip değildir. Çünkü
“Ey iman edenler!” hitabı O’na şamil değildir. Ancak Allah Teâlâ’nın; “Ey İnsanlar! Yahut Ey Kullarım!” gibi hitapları bunun hilafınadır.
Salâvat getirmenin faydası Peygamber’e değil sadece salâvat getirene aittir. Dolayısıyla salâvatı bir ibadet titizliğiyle terk etmekte fayda vardır. Her şeyden öte salâvat Allah’a yakınlaştırır.
Teşmiye ancak aksıran kimse
‘hamd’ ederse vacip olup, karşılığında
‘Yerhamükellah’ diye icabet etmek gerekir. Bir kimse üçden fazla aksırırsa artık ona teşmitte bulunulmaz.
Peki, salâvat hangi durumlarda güzeldir derseniz;
“ - Kamette,
- Bir yere toplanırken ya da dağılırken,
- Abdest alırken,
- Kulak çınlarken,
- Bir şey unutulduğu zaman,
- Vaaz ve ilim sohbeti yaparken,
- Resulü Ekremin kabrini ziyaret ederken,
- Duanın başında ortasında ve sonunda,
- Müezzine icap ettikten hemen sonra,
- Sual ve fetva yazarken,
- Mescide girip çıkarken vs. salâvat getirmek güzeldir (müstehap).
Bir ticaretçi bir elbiseyi açarda onun güzelliğini müşteriye bildirmek için Allah’ı tesbih eder yahut salâvat getirirse mekruh olur.
Büyüklerden biri meclise girdiğinde salâvat getirilirse bu hoş karşılanmaz. Dolayısıyla Büyüklerden biri meclise geldiği vakit kendisine yer verilmesi veya ayağa kalkılmasını temin için tesbih etmek ya da salâvat getirmek men edilmiştir. Keza;
- Cinsel ilişki esnasında hacette bulunmak,
- Satılan malın meşhur olması durumunda,
- Hata yapıldığı zaman,
- Birşeye şaşmak durumunda,
- Hayvan keserken,
- Aksırmak vs.” gibi durumlarda salâvat getirilmez denilmiştir.
Teşmiye ancak aksıran kimse
‘hamd’ ederse vacip olup, karşılığında
‘Yerhamükellah’ diye icabet etmek gerekir. Bir kimse üçten fazla aksırırsa artık ona teşmitte bulunulmaz.
Peygamberimizin adı anıldığında mutlaka salâvat getirilir. Fakat Kuran okunurken salâvat getirilmez, ama okuma bittikten sonra salâvat getirilmesi daha uygundur. Zira Kur’an okunurken dinlemenin vacip olması dolayısıyladır.
Allah Resulü;
“Her kim bana bir salâvat getirirde kabul olunursa Allah o kimsenin seksen yıllık günahını afv eder. Çünkü salâvat getirmek yapılacak duanın kabulüne vesile olur” diye beyan buyurmuştur. Hakeza
“Cimri, ben yanında anılıp ta bana salâvat getirmeyen kimsedir” hadisi şerifi, hadisi okuyan için değil, işiten içindir.
Delailü’l Hayrat’ın birinci faslında Ebu Süleyman Darani;
‘Her kim Allah’tan hacet isteyecekse Peygambere çok salâvat getirsin sonra hacetini dilesin ve maruzatını salâvatla bitirsin. Zira Allah her iki salâvatı kabul eder. Aralarındaki duayı bırakmayı keremine yakıştırmaz’ der.
Cennet Mekân Abdülhamit Han Peygamberimizin bastığı toprağın yüzü suyu hürmetine, o rahatsız olmasın diye Medine istasyonunun raylarının altına keçe döşetmiştir, işte Peygambere hürmet edebi budur.
Amentüde peygamberlere iman hususunda tümünün adını belirlemek zorunluluğu yoktur, bütün Peygamberlere iman ettim evveli Âdem, ahiri Muhammed Mustafa (s.a.v) demek kâfidir. Zira bütün peygamberlerin sayısını bilmek mümkün değil. Peygamberimize salatü selam etmekle aslında tüm Peygamberleri de selamlamış sayılırız. Kaldı ki O; tüm peygamberlerin en kıymetlisidir.
SELAM
Malum; Miraçta Efendimize;
‘Ey Resulüm bütün selam rahmet ve bereketim senin üzerine olsun’ dendiğinden, tahiyyat bu selama vesile olan oturuş olmuştur.
Selam esenliktir ve selam kalpleri yumuşatır da.
Es-Selam ismiyle dünya işine koyuluruz, bu ismin yüzü suyu hürmetine bereketleniriz de. Yüce Allah sıkıntılarda selamete geçmemizi murad eder hep. Dünya nasıl ki; anne karnına göre bir selamet ise, cennette dünyaya göre esenliktir. Bu yüzden gerçek anlamda Dar’us selam cennettir. Rasulullah (s.a.v);
‘Selamı aranızda yayın (Müslim) buyurmakta, yine Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki;
Herhangi biriniz bir kardeşiyle karşılaştığında ona selam versin, (giderken) aralarına bir ağaç, bir duvar yahut bir taş girerde tekrar karşılaşırsa bir daha selam verin.’ (Ebu Davud)
Namazda selam verirken
‘ve berekatühü’ kelimesini ilave etmek gerekmez, aksi takdirde bidat olur. Sünnet olan
‘es-Selamü aleyküm ve rahmet-ül-ilah’ dır.
Namazda selam verirken de niyet edilir. Fakat bugün birçok insan bundan bihaberdir. Öyle ki fukahadan başka niyet eden kalmamış gibi durum var ortada. Cemaat halinde isek, birinci selamımızı niyet ederiz, yani sağ omzumuza başımızı çevirdiğimizde cemaatı, hafaza meleklerini ve imamı selamlarız, doğrusu da budur. Namaz çıkışında ise selam vermekle iyilikleri yazan meleklere ve diğer meleklere, müminlere hatta cinleri selamlarız, böylece selamlamakla aralarına da dâhil olmuş oluruz.
Namazda selamı eliyle almak mekruhtur.
Bu yüzden
Selam;
- Namaz kılana,
- Kur’an okuyana,
- Zikir edene,
- Hadis okuyana, hatibe,
- Fıkhı tekrar edene,
- Hüküm vermek için oturan hâkime,
- Fıkhı konuları müzakere edenlere,
- Kamet getiren müezzine,
- Müderrise,
- Santraç oyuncusuna,
- Kâfirlere,
- Avret yeri açık olana,
- Abdestini bozana vs. selam verilmez, aksi takdirde günahkâr oluruz. Fıskını ilan eden fasıka da selam vermek mekruhtur. Hakeza selam;
- Şarkıcıya,
- Şakacı ihtiyara,
- Gevezeye,
- Sövene,
- Ecnebi kadınlara bakanlara,
- Güvercin uçurana vs. tüm bunların tövbe ettikleri bilinmedikçe selam verilmez.
Kâfire selam vermeyi terk et, ama ihtiyaç söz konusu olduğunda verilirse mekruh değildir.
Şehvetten emin olmak kaydıyla ihtiyar kadınla musafaha yapılabilir.
Velhasıl; Selam olsun tüm mazlumlara, selam olsun Allah için mücadele verenlere, selam olsun nefsi ile mücadele edenlere, selam olsun itaat edenlere.
Vesselam.
Faydalanılan kaynaklar: İbn-i Abidin, İslam Fıkhı Ansiklobedisi (Prof.Dr. Vehbe Zuheyli), İslam İlmihali (Ömer Nasuh’u Bilmen).