Mostar ismi anıldığında heyecanlanmamak ne mümkün. Hele birde tarihler 566 yılını gösterdiğinde Osmanlı’nın 30 m uzunluğunda, 24 m yüksekliğinde 456 kesme taşla inşa ettiği tek kemerli hilal kaşlı yâr abidemiz var ya,  işte o abidevi yâr Mostar köprüsünden başkası değil elbet. Düşünsenize Âşık Paşa, o köprünün Gökkuşağı heyecanına kapıldığında ‘Kudret kemeri’ demekten kendini alamayacaktır. Âşık Paşa nasıl âşıkça kendinden geçmesin ki, bikere o kudret ışığı Mekke’de doğar doğmaz sırasıyla Medine, Bedir, Hendek, Uhud ufuklarına doğru süzülüp en nihayet Mekke’nin Fethiyle birlikte tekrar doğduğu yerde tüm cihanı aydınlatacak şeklinde gerçekleşir.

Peki, bu nübüvvet-i ışık doğduğu Mekke’de doruk noktaya ulaşınca nereye kayacaktır?  Hiç kuşkusuz bu ışık Orta Asya Horasan Erenlerin elinde Selçuklu kilimine nakış nakış işlenerekten yedi kandilli Süreyya ışık misali Osmanlı’nın Söğüt otağına kayacaktır. Malum bu ışık buradan da Avrupa’nın tam ortasına, yani Bosna-Hersek semalarından Mostar şehri üzerine Gökkuşağı Hilal ve Kudret ışığı kemer olarak süzülecektir. Ve bu öylesi bir süzülüştür ki; maddenin manalaştığı noktada doğu ve batı insanının birlikteliği sağlayacak gönül köprüsü inşa edilmesine ilham ışığı olur da.

İşte böylesi gönül kaynaşmasını beraberinde getirecek hilal kaşlı köprünün inşası Mimar Sinan’ın talebelerinden Mimar Hayreddin’e ait bir şeref olarak tarihe kaydolunur. Hiç kuşkusuz bu şerefe nail olmasına vesile olacak hadise; 8–10 yaşlarındayken nehrin karşına yüzerek geçeceği sırada arkadaşlarından birinin akıntıya kapılaraktan canhıraşça attığı çığlığın etkisinde kalmasıdır. Ve o çığlık karşısında kendi kendinse şöyle ahdeder: “Ahdim odur ki, buraya köprü inşa ola.”

Ne diyelim, ahdettiği o söz İstanbul’da Mimarlık eğitimini tamamladığında yerini bulur da. Öyle ki Kanuni Sultan Süleyman’ın Mostar Köprünün yapımına yönelik fermanıyla kendisine gün doğacaktır. Derken Bosna-Hersek’in Mostar şehrini tam ortadan ayıran Neretva nehrin bir yakasında Hırvat, diğer yakasında Müslümanların yaşadığı toplulukları birbirine kavuşturacak bir gönül köprünün inşası artık hayal değil, hakikatin ta kendisi şahika eser olarak karşımıza çıkar.

Belki bu şahika eser ilk izleniminde seyredenlere taş yığını bir görüntü gibi gelse de asıl derinlemesine bakıldığında gönüllerde taht kuran eser olarak mest eder hep. Gönüllerde taht kurması da gayet tabiidir. Çünkü Nübüvvet-i ışık doğduğu yerden yüzyıllar sonra Mostar semalarına doğru Gökkuşağı hilal kemer olarak süzüldüğünde tüm insanlığa sırat köprüsünü hatırlatıcı misyon üstlenirde. Bikere Müslümanlar açısından Gökkuşağı hilalin şavkı Mostar köprünün kalbi üstüne vurdukça sırat-ı müstakim üzere yaşamayı hatırlatan vuslat köprüsü olurken, Salib açısından da adrese teslim, yani zebanilerin kucağına teslim hançer yarası köprü rol üstlenir.

Peki, Mostar köprünün inşasında çok büyük pay sahibi Osmanlı mimarları ve o’nun yıkımında rol üstlenen Hırvat topçuları nasıl örnek olur? Osmanlı mimari dehalar kendine özgü tarz sitiliyle yonttukları kilit taşlarıyla bir, dört, beş ve altı kemerli gönül köprüleri inşa ederek tüm insanlığa örnek model olurken, Hırvat Birlikleri de Mostar köprüsünü top mermileriyle bombalayaraktan tarihi eser düşmanı yıkım ekibi örnek model olmuşlardır. Onlar tarihi mimariye meydan okuya dursun, şu bir gerçek bombalanan tarihi her bir eser toz duman ya da sulara gark olup batsa da anlam kaybına uğramayacaktır. Mesela tarihi miras eserlerimizi kemer sayısına göre şöyle kendi kendimize gözümüzde canlandırmaya koyulalım. Şayet gözümüzde canlandırdığımız köprü beş kemerli ise biliniz ki mimari dehalarımız bunu İslam’ın beş şartı manasına anlam yükleyerek inşa etmişlerdir. Yok, eğer dört kemerli köprüyse mimari dehalarımız biliniz ki bunu dört büyük halifeyi hatırlatsın diye inşa etmişlerdir. Oldu ya köprü altı kemerli olarak inşa edilmişse ‘amentü’ hüviyetine bürüneceği muhakkak. Hele bu köprü iki, üç, dört, beş altı kemerli değil de tıpkı tek kemerli ise değme keyfine, bu kez tıpkı Mostar köprüsü anlam kazanacaktır. Dikkat ettiyseniz tüm bu anlam tarifleri eşliğinde tek ‘değme keyfine’ diyebileceğimiz köprü Mostar oldu. Niye derseniz, her şey gayet açık; bikere kilit taşlarının ‘Bir’ kemerde birleştirilerek örülmüş olması tesadüfü olamaz,  hiç kuşkusuz Tevhidi simgelesin diyedir. Derken bu tevhid meşalemiz müminlerin gerdanlığı olur da. Ama gün gelir Evliya Çelebinin ‘Kavs-i Kuzah’, Michel’in ise ‘Taş kesilmiş hilal’ olarak tarif ettiği bu tevhid meşalemiz mercek altına alınacaktır. Salibin Hilale karşı tahammülsüzlüğü yeni değil elbet, öteden beri alışık olduğumuz kanayan yaramız. Hele ki biz bu kanayan yarayı Osmanlı hasta yatağına düştüğünde Habsburg’un askerleri vasıtasıyla girdikleri yerleri virane hale getirmelerinden ve camileri kiliseye çevirmelerinden biliriz. Yine biz onları II. Dünya savaşıyla birlikte faşist Hırvat milislerinin yıkım faaliyetlerinden biliriz. En nihayet biz onları 9 Kasım 1993’de Hırvat topçularının yoğun bombardımanıyla Mostar köprüsünü sulara gark edişlerinden biliriz. Kahrolacağılar tüm dünyanın gözü önünde nasılda kıydılar o inci gerdanlığımıza. Düşünsenize Hilal kaşlı yâr abidemizi hunharca yıktıklarında adeta can evimizden vurulmuştuk. Sadece biz mi can evinden vurulduk, tüm nebatat,  tüm hayvanat, tüm cemadat incinmişti o gün. Öyle ki ayın şavkı bile Mostar köprüsünün kalbi üzerine o gün süzüldüğünde taş kesilir adeta. Ta ki savaş sonrası sulara gark olan orijinal kilit taşları büyük bir itinayla vinçlerle çıkarılıp yeniden inşa edilir, işte o zaman ayın şavkı taş kesilmekten kurtulup Mostar köprüsü üzerinde tevhidi meşale olarak ışıldayacaktır. Nitekim 1997 tarihinde TIKA, UNESCO, IRCICA, Dünya Bankasının desteğiyle start alan ve Türk Şirketi ER-BU’nun üstlenmesiyle yapımı tamamlanan Gökkuşağı hilalimiz adeta yıkılmadım ayaktayım dercesine tüm şer odaklarına Tevhidi yüzünü göstermesini bilecektir.

Her neyse aslında şöyle geriye dönüp olan bitene baktığımızda herkes kendine yakışanı yaptığını müşahede ediyoruz. Düşünsenize üç kıtada hükümran olduğumuz süreçte hiçbir ırka zulüm yapmadığımız halde tevhidi meşalesi köprümüze göz dikebiliyorlar. Onlar göz dike dursunlar bizde kendimize yakışanı yapıyoruz. Nasıl mı? İşte Foynica şehrindeki Fransiskon Kilisesi’nin duvarında 526 yıldır halen asılı duran 1478 tarihli Fatih Sultan Mehmed Han’ın yazılı fermanı bizim yakışan tarafımızın gösteren göstergedir. Bakınız Fatih Sultan Mehmed, o fermanda ne buyuruyor: “Ben Fatih Sultan Mehmet Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki; Bosnalı rahipler ve kiliseleri ve her din ve her milletten herkes himayem altındadır… Emrediyorum ki hiç kimse (Ben de dahil) bu insanların özgürlüklerini sınırlamayacak ve onlara zarar vermeyecektir..”

Evet, güneş balçıkla sıvanamaz gerçeği bu özgürlük fermanında gayet net açık ortada. Kaldı ki Osmanlı daha buralara gelmeden önce gönül fethi gerçekleşmiş. Doğrusuda buydu zaten. Yani, yol-usul-erdem bunu gerektirirdi, öyle de oldu. Malumunuz buralara ilk gönül mayası çalan gönül derviş Sarı Saltuk’tur. Düşünsenize tâ 13. yüzyılın ortalarında Moğol kasırgasının sürüklemesiyle hicret edip Balkanlara ilk ayak basan derviştir o. Derken Sarı Saltuk’la ilk gönül fethi mayası tutar da. Hiç kuşkusuz bunu takiben diğer gönül Sultanları da buralarda mesken tutacaktır. İyi ki de Gönül mimarları gönül fethi için gelmişler. Bu sayede ‘Horasani Asyatik Anadolu ruh’ buralara taşınmış olur. Örnek mi? İşte tıpkı Yunus’un Anadolu’nun pek çok yerinde adına türbeler yaptırılarak anıldığı gibi Bektaşi Dervişi Sarı Saltuk’ta Balkanların pek çok yerinde öyle yâd edilecektir. Şu bir gerçek gönül erenlerin ruhaniyeti her basılan toprakta var oldukça diriliş ruhu ilelebet sönmeyecektir. Ne mümkün sönsün, baksanıza buralara sadece Bektaşi dervişleri gelmiş değil ki, Nakşîlerde üç dalga halinde irşad için buralara gelmişler. Nitekim Nakşî yolunun birinci dalgada ilk irşad öncüsü olarak Ubeydullah-i Ahrâr (k.s)’ın talebesi Abdullah-i Îlâhi Hz.lerinin Yunanistan’ın Selanik yakınlarında Vardar Yenicesi’ne ayak bastığını görebiliyoruz. İkinci dalgada Şeyh Lütfullah’ın Üsküp’e adeta hayat kattığını gözlemleyebiliyoruz. Keza üçüncü dalgada Bosna fethinde şehit düşmüş Fatihin manevi danışmanı Ayni Dede ile Şemsi Dede’nin Balkanlarda Nakşî mayasını temsil ettiğini müşahede edebiliyoruz. Belli ki Nakşîler bir asra yakın zaman diliminde buralarda hep var olmuşlar ama şu da bir gerçek Halveti tarikatının gölgesinde kalarak pek kendilerini izhar etmemişler. Nakşî yolu hep böyledir zaten. Yani bir başka ifadeyle, zahiren yokmuş gibi sanırsın ama aslında manen her daim var olan bir yoldur. Hele bazen bir bakarsın irşat bakımdan doruk noktaya ulaştıklarında tıpkı XVIII. yüzyılın sonlarında olduğu gibi zahiren kendilerini hissettirdikleri dönemleri de olur. Her neyse hangi dönem olursa olsun sonuçta bu yolun buralarda neşet bulmasında Foynitsa Vukelyiçi Nakşibendî tekkesinin kurucusu Şeyh Hüseyin Baba Zukiç’in çok büyük payı vardır. Malum kendisi Vukelyiç’te doğup tahsilini Foynitsa’da temel dini eğitimini aldıktan sonra Saraybosnada Kurşunlu Medresesinde devam etmiş oradan da İstanbul’a gidip Nakşî Hafız Muhammed Hisari Hz.lerine biat etmiş bir zattır. Biat ettiğinde ise ilk işi Hocasının işaretiyle Konya, Semerkant ve Buhara’ya gitmekle tasavvufi idmanını tamamlamak olur. İşte 20-30 yılı bulan bu manevi seyahatinin akabinde Bosna’ya döndüğünde Vukelyiçi’de açtığı Nakşibendî Tekkesiyle o gün bugündür Bosna halkının Hüseyin Babası olarak adından söz ettirecektir. O şimdi kurduğu dergâhının yanında medfundur (Ölüm Yılı:1800).

Peki ya Mevleviler ve Kadiriler! Hiç kuşkusuz XVII. yüzyılın başlarında onlarda Balkanlara geldiklerinde tekkelerini kurarak irşada koyulurlar. Hacı Bayram Veli’nin sofileri de toplumsal aydınlanmaya hizmet için tekkelerini tüttürürler. Hakeza Rufailer de öyledir, onlar da iki koldan Bedevi ve Şazeli adıyla dal budak salıp bilhassa Saraybosna’da irşat faaliyetleriyle göz doldururlar. Tâ ki Osmanlı hasta yatağına düşer, işte o zaman tüm Tarikat-i Aliyye’ler Balkanlarda güç kaybına uğradıklarını müşahede ederiz. Hele birde buna Yugoslavya’da komünizmin sahne almasını hesaba kattığımızda tekkelerin kapılarına kilit vurulmalarını beraberinde getiren bir manzara yaşanır. Neyse ki tarihler 1970 yılını gösterdiğinde yer altına çekilmiş gibi gözüken tarikatlar yeniden nefes alır duruma geleceklerdir. Hatta 1974 tarihi itibariyle tarikatların birliktelik içerisinde teşkilatlandığına şahit oluruz. Hani birlikten dirlik, dirlikten birlik doğar derler ya, aynen öylede kurulan Tarikatlar Birliği teşkilat sayesinde halk yeniden toplumsal aydınlanmaya yönelik faaliyetlerin ortasında bulur kendisini. Öyle ki, 1980 yıllara gelindiğinde tasavvufi hayat Bosna halkının biricik manevi ab-ı hayat kaynağı olur da. Nasıl hayat kaynağı olmasın ki, 1991–1995 yılları arasında Sırpların tüm dünyanın gözü önünde giriştikleri o hunharca katliamlar karşısında sırra kadem basmayıp gazi alperence direniş ve mücadelesi bir ruh sergileyeceklerdir. Ve bu ruh sayesinde Mostar Köprüsü aslına rücu eder de.  En nihayet kazanan Sırp vahşeti değil, Bosna halkının iman dolu serhad göğsüdür. Hiç kuşkunuz olmasın Balkanlarda Evlad-ı Fatihan nesli var oldukça iman gücünün ne demek olduğunu tüm dünyaya göstermeye devam edecekler de. Dün nasıl ki Horasan Erenleri sırasıyla Orta Asya’yı, Anadolu’yu ve Balkanları nasıl aydınlatmışsa, bugünde Evlad-ı Fatihanlar aynı ruh ve heyecanla Avrupa’nın göbeğinde tüm dünyayı aydınlatacaklardır. Her ne kadar Batı dünyası boş durmayıp o aydınlık meşalesini karatmaya çalışsa da, hiç boşa heveslenmesinler. Zira Yüce Allah (c.c)’ın beyan buyurduğu ‘Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi var.

Velhasıl; Evlad-ı Fatihan neslinin Allah’ın ipine sarılınız hükmünce hareket edeceklerine inancımız tamdır, bu böyle biline.

Vesselam.