“Saat 11.00’de Bayburt’a vardım. İki dağın arasında küçük bir köyü andırıyordu. Çoruh nehri ve kale biraz güzellik katıyordu bu şehre. Elimde valizle vilayet önünde indim. Garaj şehrin biraz dışında ama otobüs firmaları yolcuları şehrin içine kadar getiriyorlar. Zaten kaç yolcu olur ki? Hatta otobüsler yolcuları servis gibi evlerinden alıyor. Elimde valizle Valilik binasına girdim. Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü ikinci katta üç odalı yerde faaliyet veriyor. İl Müdürü, kısa boylu, yeşil gözlü, sarışın, tipik bir Bayburtlu. Zararsız, iyi niyetli, kolçakları eksik bir efendi devlet memuru görünümünde. Tanıştık, çay içerken beni iki aydır beklediğini söyledi. Beş dakika içerisinde, çok işinin olduğunu, yalnız başına yetiştirmediğini, bir müdür yardımcısını zorla alabildiğini anlattı. Hak verdim kendisine, bütün dünyası orası. Daha önce Milli Eğitimde bir okulda din bilgisi öğretmeniymiş. Sosyal Hizmetler İl Müdürü olması için çok ısrar etmişler, partilileri (Refah Partisi) kıramamış, kabul etmiş.

İstanbul Zeytinburnu Kaymakamlığından sevk sonucu aldığım raporu kabul etmemişler. Teftiş Kurulu ve Hukuk Müşavirliği müstafi duruma düştüğüm yolunda görüş bildirmişlerdi. Bu nedenle Bayburt İl Müdürü göreve başlatmak istemedi. Ankara’yı aradı. Personel Dairesinden görüş sordu. Onlar da benden çok korktukları için fazla ileriye gitmemekle birlikte istifaya zorlayıp kurtulmak için de her fırsatı değerlendiriyorlardı. Vali ile görüşüldü. Koridorlarda, bahçede bir iki gün gezip sıkıntı içerisinde beklememin sonunda zorla iş başı yaptım. O zamanki vali Haydar Öner olmasaydı zor göreve başlardım. Vali bizzat Ankara’yı kendisi aradı, ‘Memurun aldığı rapora ancak itiraz eder, hakem hastanesine gönderirsiniz, kabul etmeme lüksünüz yok’ dedi. Sonra o valinin de başından benim gibi çok olaylar geçti. İstanbul’da bir ilçenin kaymakamı olan ağabeyini kendi yanına vali yardımcısı yaptılar, abisi emekli olmak zorunda kaldı.

Bayburt’ta kalacak ne öğretmenevi ne de misafirhane vardı. İl Müdürü Faruk Macit’e ‘Tanıdık otel var mı?’ diye sordum. Ankara’dan tembihli olduğu için yardımcı olmadı. Sonunda Bayburt’ta iki otel olduğunu, istese de fazla bir şey yapamayacağını öğrendim. Çoruh Nehrinin yanındaki iki otelden birine, uzun süre kalacağım için aylık pazarlık yaparak yerleştim. (…) Kebap ve döneri meşhur küçük bir yerle aylık ödemek üzere anlaştık. Küçük küçük defterler dağıtıyor memurlara, herkes ne yediyse yazıyor, ay sonunda kendimiz toplayıp borcumuzu ödüyoruz. (…) Şehirde içkili yer yoktu. Kartal restoran diye bir yer açıldı. Kalenin yanında nezih bir yer. Her akşam oraya takılıp arkadaşlarla yemek yiyip sohbet ediyoruz.

(…) Bayburtlular genellikle ‘g’yerine ‘c’ harfi kullanıyorlar. Tatlı bir konuşma şiveleri var. Trabzon’la Erzurum arası bir dil.”

NAMAZ MOLASI

“20 gün izin alıp İstanbul’ a gitmeye karar verdim. (…) İstanbul’a gidecek yolcularla (çoğunluğu köylü) birlikte otobüse bindim. Araba her namaz vakti bir yere çekip namaz molası veriyordu. Mecburen namaz kılanları bekliyorduk. Otobüsün mola verdiği yerler genellikle sosyoekonomik durum nedeniyle çok temiz ve bakımlı yerler değildi. Namaz kılmak için tuvalette abdest almak için sıra beklemeleri, birkaç rekât kıldıkları namaz, yemek bayağı zaman alıyordu. Bazı namazlar da uzun olurdu.”

HELE BAH Kİ BEN NE İÇİREM?

“Bir sabah kahvenin birine gidip oturdum. Çoğunlukla çay içerler. Küçük bir parça şeker (sert şeker) ağızlarına alırlar, üç beş bardak çay içerler. Kıtlama çay derler buna. Yan masada da bir grup yerli halktan kişiler oturuyordu. İçlerinden birisi kahveciyi yanına çağırarak ‘Arkadaşlara çay yap, hele bah ki bene, ben ne içirem?’ dedi. Garip şekilde izledim. Kahveci de döndü ‘sen ne içersin?’ dedi, ‘Bene de çay ver’ dedi, çok garibime gitti. Be adam ‘Hepimize çay ver’ desene. Meğer bu ağalığın göstergesiymiş. Yani ben ısmarlıyorum.

(…) Küçük bir caddenin kenarına eski yeni Rus mallarını dökmüş satıyorlar. Fotoğraf makinesi almak istedim. Paramın olmadığını, iki gün sonra almak üzere ayırmasını söyledim. Hiç tereddüt etmeden, nerede çalıştığımı, kim olduğumu sormadan makineyi bana verdi. İki gün sonra getirirsin dedi. Bu kadar güven verdiğim için kendimle iftihar ettim. Esnafı genellikle dürüst ve yabancılara karşı saygılı.”

BEN DE SÜRÜLDÜM ANLARIM

Yukarıdaki satırlar, Kahraman Eroğlu’nun Nergiz Yayınları arasından yeni çıkan “Sürgün” adlı kitabından derledim. Eroğlu, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığında bir sosyal hizmet uzmanı olarak çalışırken, hükümet değişiyor, yeni bakan Refah Partili Sacit Günbey oluyor. Eroğlu’na siyasal görüşleri ve sendikal faaliyetleri yüzünden sürgün yolları gözüküyor. Önce Kars’a, ardından Bingöl’e, sonra Eskişehir ve ardından Bayburt’a sürgün ediliyor. Yargıya başvuruyor bu haksız ve hukuksuz atamalar için, bir yandan bu hukuk mücadelesi, öte yandan karısını ve çocuklarını sürüldüğü yerlere götürmediği için sık sık bin bir güçlüklerle raporlar alıp İstanbul’a gitmeler… Ve sürgünlüğün öteki zorlukları ve çileleri…

Bu zorluk ve çileleri bendeniz de çokça çekmişimdir. Erzurum Tekel Başmüdürü iken, Tuncay Mataracı’nın bakan olmasıyla birlikte apar topar Diyarbakır’a muhasebe memuru olarak sürüldüm, heyet raporu alıp gitmedim, rapor için sevk kâğıdı bana da verilmek istenmedi, hem de daha 15 gün önce emrimde çalışanlar tarafından. Sonra da gidip Diyarbakır’da göreve başlamadığım için (raporumu kabul etmiyorlardı) maaşlarım ödenmedi, ihtar çektim noter kanalıyla hem Diyarbakır Başmüdürüne, hem de Tekel Genel Müdürüne, işin ucu kendi keselerine dokununca, ödediler.

Sonra Türk Standartları Enstitüsü Bölge Müdürlüğü günlerim, Ecevit+11’ler hükümeti, polis zoruyla, seçimle gelmiş yönetimi görevden uzaklaştırıyor, önce Ankara merkeze alınıyorum, sonra göreve son. Danıştay’a başvuru, sonu hiç… Ve bu son sürgün ve azli yaşadığımda 1 haftalık evli idim. 

Onun için Kahraman Bey’i en iyi ben anlarım.

Ve son bir şey, bu sürgün, kıyım yoluyla kadrolaşma çabalarına tüm iktidarlar girmişlerdir, hiç kimse günahsız değildir. Ancak bu tür yaklaşım ve uygulamalar ne yapan iktidarlara ne de o görevlere getirilenlere iyilik getirmemiştir. Türkiye’ye ve insanımıza yazık olmuştur.

2000 yılında kamuda son bir görevim oldu 1 yıl gibi kısa bir süre (kendim ayrıldım), Türkiye’nin en büyük KİT’i olan Toprak Mahsulleri Ofisi’nde yönetim kurulu üyesi olarak çalıştım ve bu tür uygulamalara gücümün yettiği kadar karşı durdum, çoğunda da başarılı oldum.

Evet… Duy bizi Türkiyem; artık sürgünler, keyfi ve siyasal kadrolaşmalar olmasın, hak eden hak ettiği yere gelsin, her şey hukuk, yasa içinde olsun ve en önemlisi adil ve vicdanlı olalım.