Fûzulî aşk’ı şöyle tanımlıyor:
“Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kıyl ü kâl imiş ancak.”
İşte asırlar öncesinde dile gelen böylesi bir aşkın gözyaşı seli, tarihler 1996 yılını gösterdiğinde Sarah ile Musa ikilisinde bir başka biçimde yansıdı. Öyle ki, Fuzuli’nin “Divan-ı Leylî vü Mecnun” mesnevisinde yer alan Leyla ile Kays arasında geçen ve sonrasında ayrılıkla biten o aşk öyküsünü yeniden Kahramanmaraş’tan İngiltere’ye uzanan Sarah ile Musa’nın aşkında hafızamızda yeniden tazeler bulduk.
Malum, o günlerde iç ve dış basında gündemden hiç düşmeyen bir Musa'mız vardı, birde Sarah'ımız.
Musa, Anadolu topraklarında geleneksel değerlerle yoğrulmuş, yüreği saf ve sevgi dolu bir delikanlımız, Sarah ise sürekli çevresince horlanmışlığı bir yana, aynı zamanda hakkında şişmansın, çirkinsin denilerek rencide edilmiş bir İngiliz kızıdır. Neyse ki, Sarah ailesiyle birlikte tatil için Alanya'ya geldiğinde garsonluk yapan Musa’yla tanıştığı gün, bunca rencide edilmişlikten sonra onun tutku gözlerinde kendi insanlığını bulmuş ve sonunda gelinimiz olmasını bilmiştir. Elbette ki Sarah’ın da yuva kurup mutlu olmak en tabii hakkıydı. Fakat gel gör ki; İngiltere’de kadın erkek ilişkileri içi boş, ruhsuz ve sınır tanımaz özgürlük çığırtkanlığı çerçevesinde seyrettiği içindir Sarah'ın bu halini bir türlü içlerine sindiremezler, sonunda neydik edip büyük kamuoyu baskısı oluşturarak aramızdan alıp kendi ülkelerine götürdüler. Oysa Musa, Mecnun misali saf duygularla Sarah’ı sevmiş ve onu olduğu gibi kabul edip öyle nikâh kıymıştı, ama ne var ki İngiltere’de 13 yaşında bir kızın imam nikâhı ile evlenmesine pek hoş bakılmazdı. Fakat aynı İngiltere bu yaşlarda bir kızın nikâhsız cinsel bir ilişkide bulunmasını cinsel özgürlük adı altında normal karşılayabiliyorlar. Bizde ise malum, on üç yaşında bir kızla ilişkiye girmenin ön şart olarak ancak nikâh bağıyla meşru görülmekte. Yani, böyle bir evliliğe şer’an mani bir durum yoktur ve gocunmayız da. İşte bu iki kültür kodu arasında ki bu temel ayırım, Sarah ile Musa çiftinin izdivacında sıkıntı oluşturmaya yetmişti. Zira o günleri yaşayanlar çok iyi bilir ki; bu mesele su yüzüne çıktığında, başta İngiltere ve Türkiye olmak üzere birçok ülkede gündemden düşmeyen ve aynı zamanda herkesin merakına mucip bir konu olmuştu. Öyle ki, o yıllarda Türkiye tarafında basın ve televizyon aracılığıyla bu izdivacın yankısını günlük takip edenler yeniden Leyla ile Mecnun aşkını hatırlar oldular. Dahası Türk halkının algısında Mecnunun aşk uğruna düştüğü çöl, bu kez üzerinde güneş batmayan imparator sahrası olmuştu. Derken bu aşk iksiri güneş batmayan Büyük Britanya ülkesi sahrasına dalga dalga yayıldıkça çarpan gönüllerde heyecan uyandırdı da.
Peki, yayılan bu aşk dalgası batı yakasında nasıl ele alındı? Malum, batı insanı bu noktada aşk nedir, ne değildir bilmedikleri için Sarah ile Musa’nın tertemiz masumane aşkına hep ön yargı çerçevesinden yaklaşmışlardır. Dahası durumdan vazife çıkarıp kriz üretme yolunu tercih etmişlerdir. Yetmedi İngiliz medyası habire meseleyi kriz masası şekliyle okuyup Sarah’ın Musa’ya olan ilgisine uluslararası skandal boyut katmışlardır. Hatta bu olaydan istifade Sarah üzerinden uluslararası arenada Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturma çabasına girdiler. Dedik ya, Musa yakışıklı, bir o kadar da efendi gözde delikanlımız. Öyle ya, böyle yakışıklı bir genç, nasıl olurda tonton, pekte güzel olmayan Sarah’a bu denli ilgi duyar bir türlü içlerine sindiremezler. Aslında sindirememelerine şaşmamak gerekir, zira kendi kültür coğrafyalarında eşine nadirde olsa rastlanmayan bir hadiseyle karşı karşıyadırlar, dolayısıyla böyle bir olaya ne akıl sır erdirebildiler, ne de anlam verebildiler. Oysa aşk yaşanınca akıl sır erdirilir. Kaldı ki, sevgi ikliminden yoksun İngiltere gibi toplumlar isteseler de aşkı anlayamazlar. Çünkü aşk ne kitap kalemle, ne de sözle anlatılacak gibi değil. Nasıl lafla anlatılsın ki, aşk başlı başına haldir, kâl (söz) değildir, yaşayan bilir, yaşamayan asla bilmez. İşte İngiliz basınının şaşa kalıp ta çözemediği bu romantizm, ancak yaşayarak idrak edilebilecek aşkın gözyaşında gizlidir. Düşünsenize, Sarah kendi toplumunda tatmadığı aşkı Musa'da görüyordu ki, iç dünyasında fırtınalar koptuğunda bunu fark ediyor ve sonunda Musa’ya kendini teslim eder de. İşte aşk budur.
Aslında Musa ile Sarah ikili serüveninin önümüze koyduğu tabloda yer alan o deruni aşkın yanında bir de işin ucunda iki toplum arasında ki derin kültür farkının varlığı söz konusudur. Bir kere Musa Türk toplumunun bağrından çıkmış geleneksel çevrenin değerleriyle yoğruluşun bir simgesi, Sarah ise İngiltere’de yetişmekle beraber Anglosakson İngiliz kültüre başkaldırışın bir göstergesidir. İşte bu iki göstergeden çıkan sonuç şu ki, Anadolu’ca tavır, merhamet, dürüst ve vakur gibi hasletler Musa’nın şahsında abideleşmiş Türk toplumuna özgü hasletlerdir. İtilmişliğin, aşağılanmanın, hor görülmüşlüğün yansıması diyebileceğimiz hasletler ise Sarah üzerinden ortaya çıkan İngiliz toplumunun yapısını ortaya koyan bir sonuçtur. İyi ki Sarah bir Türk'e gönül verdi de batı ile doğu arasında ki farkı daha net bir şekilde görebildik. Öyle ki, batı toplumu meseleye reşit olmamış bir kızın genç bir delikanlıya sıradan bir ilişkisi olarak değerlendirirken, biz ise onların tam aksine meseleye bir gönül yanması ve bir gönlün başkaldırması olarak baktık. Maalesef, bu olay gündeme oturduğunda gönül dünyasından bihaber İngiltere kamuoyu ve yetkililerince, reşit olmamış küçük bir kızı alıkoyma şeklinde basit magazinsel bir dille ve paparazzilere konu olacak bir yaklaşımla piyasaya servis edilmiştir. Oysa Sarah ile Musa gayet hallerinden memnundular. Şayet mesele evrensel kurallara uyup uymamaksa, şu iyi bilinsin ki buram buram aşk kokan bu topraklarda birtakım kuralların ‘gönül ferman dinlemez’ ilkesince pek geçerliliği yoktur. Dedik ya, ortada bir gönül yanması denen bir hadise yaşanırken kuraldan söz etmek her iki gönül içinde anlamsızlıktan öte bir şey ifade etmez. Kaldı ki, işin iç yüzünü irdelediğimizde İngilizlerin tek dert davaları kendi örf, adet ve kurallarının çiğnenmesi meselesi değil, işin bu yönü sadece bir kılıftır, asıl dert davaları Sarah’ın Müslüman olmasının doğurduğu hazımsızlıktır. Hatta Sarah’ın kucağında yaşadığı toplumun kültür dokusuna karşı koyduğu tavrın hazımsızlığı da buna dâhildir. O halde sormak gerek, şimdi böyle bir tabloda İngilizlerin keyfi kaçmaz mı? Elbette kaçar, hatta kaçmak ne ki, bu olay İngilizlerin kimyasını bozmaya yetmiştir. Zaten kimyalarının bozuldukları o kadar net açık kendini belli ediyordu ki; mesele daha da ileri bir boyut kazanıp güya Sarah aklını yitirmişte bu hale gelmiş şeklinde olay bir anda manipüle edilmeye çalışılmıştır. Derken masumane başlayan aşk hadisesi bir anda diplomatik skandal bir vaka hale dönüşür. Akabinde İngiliz hükümetin bu meseleye bizzat el atmasıyla birlikte iç ve dış kamuoyunda tansiyonun tırmanmasına neden olurda. Öyle ki, habire İngiliz yetkililer kızın annesine “onu geri getirmezseniz elinizden alır, annesi olmadığını ilan ederiz” ikazıyla gözdağı verip olayı kendi lehlerine çevirmek isterler. Ne diyelim, bu tip gözdağılar ve dayatmalar sonuç verirde. Maalesef gelinen noktada Türkiye olarak ta İngiliz baskısına boyun eğip bir çırpıda Sarah elimizden alınıverdi. Dahası o tarihlerde şahsiyetli bir dış politika ağırlığımız olmadığından hemen pes ediverdik. Peki ya Musa! Garibim Musa ne yapsın, belki de Türk kamuoyunun tepkisi olmasaydı öyle kolay kolay ceza evinden çıkacak gibi değildi. Hâsılı kelam o yıllarda yaşanan böyle bir aşk öyküsü Türk kamuoyunun içini sızlatmıştı, Sarah artık bundan böyle aramızda olmayacaktı. Hadi bu sızıya bir nebze katlanacağımızı varsaysak ta, peki gelinimiz kabul ettiğimiz Sarah’ı kendi ellerimizle teslim etmenin toplum vicdanında açtığı ağır yara nasıl kapanacaktı ki. Dedik ya, o günün devlet ricali toplum vicdanı filan dinlemeden böyle karar vermişlerdi. Tabii böyle karar çıkınca Türk halkına ya sabır demekten başka seçenek kalmayacaktır. Zaten o yılların içinde bulunduğumuz şartları düşündüğümüzde halkın ya sabır demesi gayet tabiidir. Halkımız her meselede olduğu gibi bu meseleyi de ister istemez usul usul ve suhuletle geçirmiştir. Derken Sarah ile Musa aşkı hariciyemizin beceriksizliğine kurban gitmiştir. Yani ziyan edilen aşk bu hadiseden sonra aynı heyecanla devam etmez. Sarah için bundan böyle aşkın sürdürülmesinden ziyade hamile kaldığı çocuğunu sağ salim doğurmak mühimdir ve doğum gerçekleşir de. Hiç kuşkusuz bu sancılı süreçte en zor durumda olan Musa’dır, bir yandan Sarah’tan koparılmanın verdiği hüzün, diğer yandan ise oğlu Muhammed'i görememe hasreti erken yaşta çökmesine yetecek bir yüktür. O şimdilik evlat sevgisini sanal âlemden giderecek olsa da bizim bildiğimiz tek bir gerçek var ki; o da bunca olan bitenden sonra bu aşkın heder edilmesinde kimlerin parmağı varsa tarihin derin vicdanı bu kirli elleri asla affetmeyeceği gerçeğidir. Bakın tarihte bu tip alavereli dalavereli kirli ellerin oynadığı oyunlar yüzünden insanlık hala soluk soluğadır, hala nefes alamaz durumdadır, hiçbirimizin yaşadığı anla ilgisi yok gibi. Oysa kime ne aşkın gözyaşı selini tıkamaya, bırakın insanlık kendi oyununu kendisi kursun. İşte tüm bu olan bitenlerden sonra yinede insanlık büsbütün umudunu pekte yitirmiş sayılmaz, bilakis bir umut doğar arayışı içerisinde ruhuna ve yüreğine sevgi tohumları ekecek, kendisine uzanacak şefkatli ellerin doğuşunu bekler haldedir. Kelimenin tam anlamıyla “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” bir Yunusu nefes arıyor. Dahası Mevlana’ca, “Ne olursan ol gel, ister putperest, ister Mecusi, istersen tövbeni bin kere bozmuş olsan da yine gel” diyecek bir gönül aramakta.
Evet, Sarah ile Musa aşkında tüm insanlığın alacağı nice ibretlik dersler var. Madem ibret alınması gerekiyor, o halde şimdi sevgi deryasına dalmak zamanıdır, buna mecburuz da. O zaman ne duruyoruz;
Geliniz hep birlikte Yunus'un yürüdüğü sevgiye doğru yürüyelim.
Geliniz, bu yürüyüşte sevgi pınarlarını aramak tek arzumuz olsun.
Gelin, Yunus gibi Tabduk'un kapısını çaldığı gibi eşiğe yüz sürmüş olalım.
Geliniz, Necip Fazıl’ın ‘O ve ben’ eserinde belirttiği S. Abdülhakim Arvasi’ye bağlılığı gibi candan bağlı kalalım. İşte bu davete icabet ettiğimizde biliniz ki hem sevgi pınarlarından kana kana içmek nasip olur, hem eşiğine yüz sürdüğümüz kapıdan Hak tecelli etmiş olur, hem de bu yürüyüşte Mevla’ya kendimizi adamış halde vuslat hâsıl olur da. Derken çağın üzerimizde oluşturduğu o stres dolu ve çelişik hayat tarzına son vermiş oluruz da.
Şurası muhakkak; kıyamete kadar hak kapısı kapanmayacak, her devirde seven ve sevilen arasında cereyan eden Hakka vasıl olacak bağın devam edeceğine inancımız tamdır. Çünkü kâinat aşk üzere yaratılmış, bu bağın devam etmesi gayet tabiidir. Bakın bir hadis-i kutside Yüce Allah (c.c); ‘Habibim! Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bunca felekleri yaratmazdım’ beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret vardır. Anlaşılan, sevgi ve aşk kervanı kıyamete kadar sürecek tek hakikat olgusu, o halde sevgiden, aşktan mahrum kalmak niye? Ya aşka talip olup özümüze döneceğiz, ya da kuru meşe odunu misali özümüzü kurutmuş olacağız. Malum, birincisinde ruh kökünde diriliş vardır, ikincisinde ise ruh kökünden kopuş, yani insanlıktan çıkmak vardır. Madem öyle, o halde yukarıda yaptığımız çağrıya benzer bir çağrıyı bir de tarihi örnekler ışığında bu kez şöyle yapalım:
Acaba Osman Gazi, Şeyh Edebali’ye içten bağlanmasaydı Osmanlı’nın kuruluş mayasını çalabilir miydik? O halde gelin Osman Gazi’nin Şeyh Edebali'ye duyduğu o içten bağlılığa benzer bağı, bizde günümüz dünyasında var olan gönül sultanların sinesinde gönül bağımızı kuralım.
Acaba Fatih, Akşemseddin'in eşiğine yüz sürmeseydi İstanbul’u fethedebilir miydik? O halde gelin Fatih’in Akşemseddin’in eşiğine yüz sürdüğü heyecanı bizde günümüz Akşeyhlerin eşiğine yüz sürerek gönül dünyamızı fethedelim.
Acaba Âlim'in bindiği atının ayağından sıçrayan çamurlu kaftana hürmette tazimi esirgemeyen Yavuz Sultan Selim, böylesi bir adap, usul ve erkân talimine sahip olmasaydı Mısır’a kadar gidebilir miydik? O halde gelin bizde Yavuz’un kutsal emanetlere sahip çıktığı ruha benzer bir ruhla geçmişimizden bize devr olunan tüm tarihi kutsal emanetlere sahip çıkma erdemliliğini gösterelim.
Acaba Ulu Hakanın öteleri gören o veli sezgisi olmasaydı yıkılmak üzere olan Osmanlıyı otuz üç yıl daha ayakta tutabilir miydik? O halde gelin Filistin’de toprak satın almak isteyen Yahudi planlarına geçit vermeyen veli tabiatlı Ulu Hakanın aşkına benzer aşk ve muhabbetle bizde Filistin’de zulme karşı taş atan sapan taşlı çocuklara selam gönderip yüreğimizi yakalım.
Acaba Kahramanmaraşlı Musa yüreğinde Anadolu ruhu taşımasaydı, aşkın gözyaşı seli İngiltere’ye kadar uzanabilir miydi? O halde Sarah nerede huzur buluyorsa gelin bizde aşkta huzur bulalım.
Şayet bu çağrılara kulak asmazsak biliniz ki, bu çağda robotlar idare edecektir her birimizi. Zaten öyle de. Şöyle bir etrafımıza bir bakalım gerçektende hiç birimizin yaşadığı anla ilgisi yok gibi. Sanki büsbütün ruh köklerimizi yitirmiş durumdayız. Habire günlük hayatın içerisinde debelenip duruyoruz. Gün bulup, gün yiyen fertler haline geldiğimiz o kadar kendini belli ediyor ki, batının tüketim çılgınlığına özgürlük kılıfı içerisinde aldanıp teslim olmuşuz bile. Oysa batı sanayileşmesini bitirmiş bilgi toplumuna geçiş yapmış, şimdi ise bilgi ötesine nasıl hamle yaparım onu düşünüyor. Biz ise hala tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumu arasında bir yerdeyiz, henüz batının geldiği seviyeyi yakalamış değiliz. Belki diyebilirsiniz ki; bu anlatılan sosyolojik gelişmelerin Sarah ile Musa’nın aşkıyla ne ilgisi var. Çok yakından ilgisi var elbet. Bir kere Sarah'ın gelişmişlik yönünden en üst doruğa ulaşmış bir toplum içinde büyümüş olması, Musa’nın da geleneksel değerlerle yoğrulmuş toplumda yetişmişliği bu iki toplum arasındaki derin uçurumun varlığı ilgisini ortaya koymaz mı? Her neyse, işte bu derin uçuruma rağmen, yine de Musa aşkını okyanus ötesine taşıyacak kadar can yürek olmasını bilmiştir.
Malumunuz, makinenin çarkları İngiltere toplumunu adeta öğütüp ruhsuz kılmıştır. Bu yüzden Musa’nın tâ baştan beri Sarah’a olan aşkında pürüz çıkacağı belliydi. Bir kere Musa, sanayi toplumunda yetişmiş değildi, bu toprakların yeşerttiği Anadolu ruhudur o. İşte Sarah’ı Musa’yı bağlayan sır bu Anadolu ruhunda gizli. Öyle ki, kökleri derin Anadolu ruhu bitip tükenmek bilmeyen engin sevgi deryasıdır, hiçbir kaba sığmaz, yüz yüzebildiğin kadar, yeter ki o deryaya dal, bak o zaman aşkın gözyaşında kendini bulmak an be an gerçekleşirde. Nitekim Sarah’ta öyle yaptı, makinenin çarklarında sıkışıp bunalmış İngiliz toplumundan kopup kendini aşkın gözyaşında buldu. İyi ki vuslat hâsıl olduda sevgi nedir tüm dünyaya göstermiş olduk. Evet, batı teknolojinin sırlarını keşfetmiş ama insana ait sevgi tekniklerini keşfedememiş. Belli ki, Avrupa’nın bu konuda tek başvuracağı kapı doğudur. Zaten sevgi, edebiyat, müzik, aşk her ne ararsan doğuda var. Belli ki Cemil Meriç ‘Işık doğudan yükselir’ derken bir takım yaşadıklarından çıkardığı sonuca dayanarak söylemiş bu sözü. Nitekim Cemil Meriç önceleri ruhunun susuzluğunu Paris sokaklarında aramış, fakat dört yıl dolaştıktan sonra bakmış ki, ruhunu doyurmak yönünden batı çare olamıyor, derhal yönünü doğuya çevirmiş, başlamış Hind’i yazmaya. Derken kaleme aldığı kitaba ‘Bir dünyanın eşiğinde’ adını vermekle daha ilk baştan ruhun dirilişini ortaya koymuştur. Gerçekten bu müthiş kitabın sayfalarını çevirdikçe bambaşka bir dünyanın eşiği ile yüzleşiriz de. Öyle ki, Cemil Meriç Hind’in Ganj’ında doğunun aşkını ve sevgisini şöyle dile getirir: “sevgi, aşk, şiir, edebiyat sarayına ancak doğu revakından girilir.” Bilmem bu müthiş veciz söze daha ne ilave edilebiliriz ki, haddimize mi? Bize ancak Ganj’ın engin deryasına dalmak düşer. Sadece biz mi, elbette ki hayır, bizden daha çok batının bu engin deryaya ihtiyacı var. Biz hiç olmazsa bu coğrafya alanında yaşıyoruz, onlar bu coğrafyanın uzağındalar, dolayısıyla böyle avantajdan yoksun halde bu arayışın ipuçlarını bizim Piri Türkistan’ımızın, Mevlana’mızın, Yunusumuzun batıda yankı bulmasında pekâlâ görüp hissediyoruz. Anlaşılan o ki; Sarah ile Musa ikilisinde yaşanan o müthiş aşk serüveni sadece bizim coğrafya insanına has öğretilerle sınırlı değil, bilakis sınır ötesi, hatta ortada okyanus ötesine uzanan tüm insanlığı içine alan aşka çağrı söz konusudur. Siz bakmayın öyle bir takım aklı evvellerin evrensellikten söz etmelerine, biliniz ki içi boş, ruhsuz tek başına evrensellik bir hiçtir, mutlaka evrensellik değerler manzumesi aşkla yoğrulmalı ki bir anlam ifade etsin. İşte bu noktada Sarah’ın cüretkâr tavrı ile Musa’nın dürüstlüğü insanlığa kurtuluş ışığı yakacak nitelikte bir değerdir. Ama ne var ki günümüzde öylesine değerler altüst olmuş ki, her fert içinde bulunduğu birtakım alışkanlıkları yıkmaya hala cesaret edemez haldedir. Ah, şöyle bir silkinip kendimize bir gelsek aşkın gözyaşı seli insanlığın kurtuluşuna derman olacağı muhakkak.
Velhasıl; bunalımdan çıkış yolu Yunus’un feyiz aldığı yere doğru yürümekten geçmektedir. Bu böyle biline.
Vesselam.
İşte asırlar öncesinde dile gelen böylesi bir aşkın gözyaşı seli, tarihler 1996 yılını gösterdiğinde Sarah ile Musa ikilisinde bir başka biçimde yansıdı. Öyle ki, Fuzuli’nin “Divan-ı Leylî vü Mecnun” mesnevisinde yer alan Leyla ile Kays arasında geçen ve sonrasında ayrılıkla biten o aşk öyküsünü yeniden Kahramanmaraş’tan İngiltere’ye uzanan Sarah ile Musa’nın aşkında hafızamızda yeniden tazeler bulduk.
Malum, o günlerde iç ve dış basında gündemden hiç düşmeyen bir Musa'mız vardı, birde Sarah'ımız.
Musa, Anadolu topraklarında geleneksel değerlerle yoğrulmuş, yüreği saf ve sevgi dolu bir delikanlımız, Sarah ise sürekli çevresince horlanmışlığı bir yana, aynı zamanda hakkında şişmansın, çirkinsin denilerek rencide edilmiş bir İngiliz kızıdır. Neyse ki, Sarah ailesiyle birlikte tatil için Alanya'ya geldiğinde garsonluk yapan Musa’yla tanıştığı gün, bunca rencide edilmişlikten sonra onun tutku gözlerinde kendi insanlığını bulmuş ve sonunda gelinimiz olmasını bilmiştir. Elbette ki Sarah’ın da yuva kurup mutlu olmak en tabii hakkıydı. Fakat gel gör ki; İngiltere’de kadın erkek ilişkileri içi boş, ruhsuz ve sınır tanımaz özgürlük çığırtkanlığı çerçevesinde seyrettiği içindir Sarah'ın bu halini bir türlü içlerine sindiremezler, sonunda neydik edip büyük kamuoyu baskısı oluşturarak aramızdan alıp kendi ülkelerine götürdüler. Oysa Musa, Mecnun misali saf duygularla Sarah’ı sevmiş ve onu olduğu gibi kabul edip öyle nikâh kıymıştı, ama ne var ki İngiltere’de 13 yaşında bir kızın imam nikâhı ile evlenmesine pek hoş bakılmazdı. Fakat aynı İngiltere bu yaşlarda bir kızın nikâhsız cinsel bir ilişkide bulunmasını cinsel özgürlük adı altında normal karşılayabiliyorlar. Bizde ise malum, on üç yaşında bir kızla ilişkiye girmenin ön şart olarak ancak nikâh bağıyla meşru görülmekte. Yani, böyle bir evliliğe şer’an mani bir durum yoktur ve gocunmayız da. İşte bu iki kültür kodu arasında ki bu temel ayırım, Sarah ile Musa çiftinin izdivacında sıkıntı oluşturmaya yetmişti. Zira o günleri yaşayanlar çok iyi bilir ki; bu mesele su yüzüne çıktığında, başta İngiltere ve Türkiye olmak üzere birçok ülkede gündemden düşmeyen ve aynı zamanda herkesin merakına mucip bir konu olmuştu. Öyle ki, o yıllarda Türkiye tarafında basın ve televizyon aracılığıyla bu izdivacın yankısını günlük takip edenler yeniden Leyla ile Mecnun aşkını hatırlar oldular. Dahası Türk halkının algısında Mecnunun aşk uğruna düştüğü çöl, bu kez üzerinde güneş batmayan imparator sahrası olmuştu. Derken bu aşk iksiri güneş batmayan Büyük Britanya ülkesi sahrasına dalga dalga yayıldıkça çarpan gönüllerde heyecan uyandırdı da.
Peki, yayılan bu aşk dalgası batı yakasında nasıl ele alındı? Malum, batı insanı bu noktada aşk nedir, ne değildir bilmedikleri için Sarah ile Musa’nın tertemiz masumane aşkına hep ön yargı çerçevesinden yaklaşmışlardır. Dahası durumdan vazife çıkarıp kriz üretme yolunu tercih etmişlerdir. Yetmedi İngiliz medyası habire meseleyi kriz masası şekliyle okuyup Sarah’ın Musa’ya olan ilgisine uluslararası skandal boyut katmışlardır. Hatta bu olaydan istifade Sarah üzerinden uluslararası arenada Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturma çabasına girdiler. Dedik ya, Musa yakışıklı, bir o kadar da efendi gözde delikanlımız. Öyle ya, böyle yakışıklı bir genç, nasıl olurda tonton, pekte güzel olmayan Sarah’a bu denli ilgi duyar bir türlü içlerine sindiremezler. Aslında sindirememelerine şaşmamak gerekir, zira kendi kültür coğrafyalarında eşine nadirde olsa rastlanmayan bir hadiseyle karşı karşıyadırlar, dolayısıyla böyle bir olaya ne akıl sır erdirebildiler, ne de anlam verebildiler. Oysa aşk yaşanınca akıl sır erdirilir. Kaldı ki, sevgi ikliminden yoksun İngiltere gibi toplumlar isteseler de aşkı anlayamazlar. Çünkü aşk ne kitap kalemle, ne de sözle anlatılacak gibi değil. Nasıl lafla anlatılsın ki, aşk başlı başına haldir, kâl (söz) değildir, yaşayan bilir, yaşamayan asla bilmez. İşte İngiliz basınının şaşa kalıp ta çözemediği bu romantizm, ancak yaşayarak idrak edilebilecek aşkın gözyaşında gizlidir. Düşünsenize, Sarah kendi toplumunda tatmadığı aşkı Musa'da görüyordu ki, iç dünyasında fırtınalar koptuğunda bunu fark ediyor ve sonunda Musa’ya kendini teslim eder de. İşte aşk budur.
Aslında Musa ile Sarah ikili serüveninin önümüze koyduğu tabloda yer alan o deruni aşkın yanında bir de işin ucunda iki toplum arasında ki derin kültür farkının varlığı söz konusudur. Bir kere Musa Türk toplumunun bağrından çıkmış geleneksel çevrenin değerleriyle yoğruluşun bir simgesi, Sarah ise İngiltere’de yetişmekle beraber Anglosakson İngiliz kültüre başkaldırışın bir göstergesidir. İşte bu iki göstergeden çıkan sonuç şu ki, Anadolu’ca tavır, merhamet, dürüst ve vakur gibi hasletler Musa’nın şahsında abideleşmiş Türk toplumuna özgü hasletlerdir. İtilmişliğin, aşağılanmanın, hor görülmüşlüğün yansıması diyebileceğimiz hasletler ise Sarah üzerinden ortaya çıkan İngiliz toplumunun yapısını ortaya koyan bir sonuçtur. İyi ki Sarah bir Türk'e gönül verdi de batı ile doğu arasında ki farkı daha net bir şekilde görebildik. Öyle ki, batı toplumu meseleye reşit olmamış bir kızın genç bir delikanlıya sıradan bir ilişkisi olarak değerlendirirken, biz ise onların tam aksine meseleye bir gönül yanması ve bir gönlün başkaldırması olarak baktık. Maalesef, bu olay gündeme oturduğunda gönül dünyasından bihaber İngiltere kamuoyu ve yetkililerince, reşit olmamış küçük bir kızı alıkoyma şeklinde basit magazinsel bir dille ve paparazzilere konu olacak bir yaklaşımla piyasaya servis edilmiştir. Oysa Sarah ile Musa gayet hallerinden memnundular. Şayet mesele evrensel kurallara uyup uymamaksa, şu iyi bilinsin ki buram buram aşk kokan bu topraklarda birtakım kuralların ‘gönül ferman dinlemez’ ilkesince pek geçerliliği yoktur. Dedik ya, ortada bir gönül yanması denen bir hadise yaşanırken kuraldan söz etmek her iki gönül içinde anlamsızlıktan öte bir şey ifade etmez. Kaldı ki, işin iç yüzünü irdelediğimizde İngilizlerin tek dert davaları kendi örf, adet ve kurallarının çiğnenmesi meselesi değil, işin bu yönü sadece bir kılıftır, asıl dert davaları Sarah’ın Müslüman olmasının doğurduğu hazımsızlıktır. Hatta Sarah’ın kucağında yaşadığı toplumun kültür dokusuna karşı koyduğu tavrın hazımsızlığı da buna dâhildir. O halde sormak gerek, şimdi böyle bir tabloda İngilizlerin keyfi kaçmaz mı? Elbette kaçar, hatta kaçmak ne ki, bu olay İngilizlerin kimyasını bozmaya yetmiştir. Zaten kimyalarının bozuldukları o kadar net açık kendini belli ediyordu ki; mesele daha da ileri bir boyut kazanıp güya Sarah aklını yitirmişte bu hale gelmiş şeklinde olay bir anda manipüle edilmeye çalışılmıştır. Derken masumane başlayan aşk hadisesi bir anda diplomatik skandal bir vaka hale dönüşür. Akabinde İngiliz hükümetin bu meseleye bizzat el atmasıyla birlikte iç ve dış kamuoyunda tansiyonun tırmanmasına neden olurda. Öyle ki, habire İngiliz yetkililer kızın annesine “onu geri getirmezseniz elinizden alır, annesi olmadığını ilan ederiz” ikazıyla gözdağı verip olayı kendi lehlerine çevirmek isterler. Ne diyelim, bu tip gözdağılar ve dayatmalar sonuç verirde. Maalesef gelinen noktada Türkiye olarak ta İngiliz baskısına boyun eğip bir çırpıda Sarah elimizden alınıverdi. Dahası o tarihlerde şahsiyetli bir dış politika ağırlığımız olmadığından hemen pes ediverdik. Peki ya Musa! Garibim Musa ne yapsın, belki de Türk kamuoyunun tepkisi olmasaydı öyle kolay kolay ceza evinden çıkacak gibi değildi. Hâsılı kelam o yıllarda yaşanan böyle bir aşk öyküsü Türk kamuoyunun içini sızlatmıştı, Sarah artık bundan böyle aramızda olmayacaktı. Hadi bu sızıya bir nebze katlanacağımızı varsaysak ta, peki gelinimiz kabul ettiğimiz Sarah’ı kendi ellerimizle teslim etmenin toplum vicdanında açtığı ağır yara nasıl kapanacaktı ki. Dedik ya, o günün devlet ricali toplum vicdanı filan dinlemeden böyle karar vermişlerdi. Tabii böyle karar çıkınca Türk halkına ya sabır demekten başka seçenek kalmayacaktır. Zaten o yılların içinde bulunduğumuz şartları düşündüğümüzde halkın ya sabır demesi gayet tabiidir. Halkımız her meselede olduğu gibi bu meseleyi de ister istemez usul usul ve suhuletle geçirmiştir. Derken Sarah ile Musa aşkı hariciyemizin beceriksizliğine kurban gitmiştir. Yani ziyan edilen aşk bu hadiseden sonra aynı heyecanla devam etmez. Sarah için bundan böyle aşkın sürdürülmesinden ziyade hamile kaldığı çocuğunu sağ salim doğurmak mühimdir ve doğum gerçekleşir de. Hiç kuşkusuz bu sancılı süreçte en zor durumda olan Musa’dır, bir yandan Sarah’tan koparılmanın verdiği hüzün, diğer yandan ise oğlu Muhammed'i görememe hasreti erken yaşta çökmesine yetecek bir yüktür. O şimdilik evlat sevgisini sanal âlemden giderecek olsa da bizim bildiğimiz tek bir gerçek var ki; o da bunca olan bitenden sonra bu aşkın heder edilmesinde kimlerin parmağı varsa tarihin derin vicdanı bu kirli elleri asla affetmeyeceği gerçeğidir. Bakın tarihte bu tip alavereli dalavereli kirli ellerin oynadığı oyunlar yüzünden insanlık hala soluk soluğadır, hala nefes alamaz durumdadır, hiçbirimizin yaşadığı anla ilgisi yok gibi. Oysa kime ne aşkın gözyaşı selini tıkamaya, bırakın insanlık kendi oyununu kendisi kursun. İşte tüm bu olan bitenlerden sonra yinede insanlık büsbütün umudunu pekte yitirmiş sayılmaz, bilakis bir umut doğar arayışı içerisinde ruhuna ve yüreğine sevgi tohumları ekecek, kendisine uzanacak şefkatli ellerin doğuşunu bekler haldedir. Kelimenin tam anlamıyla “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” bir Yunusu nefes arıyor. Dahası Mevlana’ca, “Ne olursan ol gel, ister putperest, ister Mecusi, istersen tövbeni bin kere bozmuş olsan da yine gel” diyecek bir gönül aramakta.
Evet, Sarah ile Musa aşkında tüm insanlığın alacağı nice ibretlik dersler var. Madem ibret alınması gerekiyor, o halde şimdi sevgi deryasına dalmak zamanıdır, buna mecburuz da. O zaman ne duruyoruz;
Geliniz hep birlikte Yunus'un yürüdüğü sevgiye doğru yürüyelim.
Geliniz, bu yürüyüşte sevgi pınarlarını aramak tek arzumuz olsun.
Gelin, Yunus gibi Tabduk'un kapısını çaldığı gibi eşiğe yüz sürmüş olalım.
Geliniz, Necip Fazıl’ın ‘O ve ben’ eserinde belirttiği S. Abdülhakim Arvasi’ye bağlılığı gibi candan bağlı kalalım. İşte bu davete icabet ettiğimizde biliniz ki hem sevgi pınarlarından kana kana içmek nasip olur, hem eşiğine yüz sürdüğümüz kapıdan Hak tecelli etmiş olur, hem de bu yürüyüşte Mevla’ya kendimizi adamış halde vuslat hâsıl olur da. Derken çağın üzerimizde oluşturduğu o stres dolu ve çelişik hayat tarzına son vermiş oluruz da.
Şurası muhakkak; kıyamete kadar hak kapısı kapanmayacak, her devirde seven ve sevilen arasında cereyan eden Hakka vasıl olacak bağın devam edeceğine inancımız tamdır. Çünkü kâinat aşk üzere yaratılmış, bu bağın devam etmesi gayet tabiidir. Bakın bir hadis-i kutside Yüce Allah (c.c); ‘Habibim! Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bunca felekleri yaratmazdım’ beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret vardır. Anlaşılan, sevgi ve aşk kervanı kıyamete kadar sürecek tek hakikat olgusu, o halde sevgiden, aşktan mahrum kalmak niye? Ya aşka talip olup özümüze döneceğiz, ya da kuru meşe odunu misali özümüzü kurutmuş olacağız. Malum, birincisinde ruh kökünde diriliş vardır, ikincisinde ise ruh kökünden kopuş, yani insanlıktan çıkmak vardır. Madem öyle, o halde yukarıda yaptığımız çağrıya benzer bir çağrıyı bir de tarihi örnekler ışığında bu kez şöyle yapalım:
Acaba Osman Gazi, Şeyh Edebali’ye içten bağlanmasaydı Osmanlı’nın kuruluş mayasını çalabilir miydik? O halde gelin Osman Gazi’nin Şeyh Edebali'ye duyduğu o içten bağlılığa benzer bağı, bizde günümüz dünyasında var olan gönül sultanların sinesinde gönül bağımızı kuralım.
Acaba Fatih, Akşemseddin'in eşiğine yüz sürmeseydi İstanbul’u fethedebilir miydik? O halde gelin Fatih’in Akşemseddin’in eşiğine yüz sürdüğü heyecanı bizde günümüz Akşeyhlerin eşiğine yüz sürerek gönül dünyamızı fethedelim.
Acaba Âlim'in bindiği atının ayağından sıçrayan çamurlu kaftana hürmette tazimi esirgemeyen Yavuz Sultan Selim, böylesi bir adap, usul ve erkân talimine sahip olmasaydı Mısır’a kadar gidebilir miydik? O halde gelin bizde Yavuz’un kutsal emanetlere sahip çıktığı ruha benzer bir ruhla geçmişimizden bize devr olunan tüm tarihi kutsal emanetlere sahip çıkma erdemliliğini gösterelim.
Acaba Ulu Hakanın öteleri gören o veli sezgisi olmasaydı yıkılmak üzere olan Osmanlıyı otuz üç yıl daha ayakta tutabilir miydik? O halde gelin Filistin’de toprak satın almak isteyen Yahudi planlarına geçit vermeyen veli tabiatlı Ulu Hakanın aşkına benzer aşk ve muhabbetle bizde Filistin’de zulme karşı taş atan sapan taşlı çocuklara selam gönderip yüreğimizi yakalım.
Acaba Kahramanmaraşlı Musa yüreğinde Anadolu ruhu taşımasaydı, aşkın gözyaşı seli İngiltere’ye kadar uzanabilir miydi? O halde Sarah nerede huzur buluyorsa gelin bizde aşkta huzur bulalım.
Şayet bu çağrılara kulak asmazsak biliniz ki, bu çağda robotlar idare edecektir her birimizi. Zaten öyle de. Şöyle bir etrafımıza bir bakalım gerçektende hiç birimizin yaşadığı anla ilgisi yok gibi. Sanki büsbütün ruh köklerimizi yitirmiş durumdayız. Habire günlük hayatın içerisinde debelenip duruyoruz. Gün bulup, gün yiyen fertler haline geldiğimiz o kadar kendini belli ediyor ki, batının tüketim çılgınlığına özgürlük kılıfı içerisinde aldanıp teslim olmuşuz bile. Oysa batı sanayileşmesini bitirmiş bilgi toplumuna geçiş yapmış, şimdi ise bilgi ötesine nasıl hamle yaparım onu düşünüyor. Biz ise hala tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumu arasında bir yerdeyiz, henüz batının geldiği seviyeyi yakalamış değiliz. Belki diyebilirsiniz ki; bu anlatılan sosyolojik gelişmelerin Sarah ile Musa’nın aşkıyla ne ilgisi var. Çok yakından ilgisi var elbet. Bir kere Sarah'ın gelişmişlik yönünden en üst doruğa ulaşmış bir toplum içinde büyümüş olması, Musa’nın da geleneksel değerlerle yoğrulmuş toplumda yetişmişliği bu iki toplum arasındaki derin uçurumun varlığı ilgisini ortaya koymaz mı? Her neyse, işte bu derin uçuruma rağmen, yine de Musa aşkını okyanus ötesine taşıyacak kadar can yürek olmasını bilmiştir.
Malumunuz, makinenin çarkları İngiltere toplumunu adeta öğütüp ruhsuz kılmıştır. Bu yüzden Musa’nın tâ baştan beri Sarah’a olan aşkında pürüz çıkacağı belliydi. Bir kere Musa, sanayi toplumunda yetişmiş değildi, bu toprakların yeşerttiği Anadolu ruhudur o. İşte Sarah’ı Musa’yı bağlayan sır bu Anadolu ruhunda gizli. Öyle ki, kökleri derin Anadolu ruhu bitip tükenmek bilmeyen engin sevgi deryasıdır, hiçbir kaba sığmaz, yüz yüzebildiğin kadar, yeter ki o deryaya dal, bak o zaman aşkın gözyaşında kendini bulmak an be an gerçekleşirde. Nitekim Sarah’ta öyle yaptı, makinenin çarklarında sıkışıp bunalmış İngiliz toplumundan kopup kendini aşkın gözyaşında buldu. İyi ki vuslat hâsıl olduda sevgi nedir tüm dünyaya göstermiş olduk. Evet, batı teknolojinin sırlarını keşfetmiş ama insana ait sevgi tekniklerini keşfedememiş. Belli ki, Avrupa’nın bu konuda tek başvuracağı kapı doğudur. Zaten sevgi, edebiyat, müzik, aşk her ne ararsan doğuda var. Belli ki Cemil Meriç ‘Işık doğudan yükselir’ derken bir takım yaşadıklarından çıkardığı sonuca dayanarak söylemiş bu sözü. Nitekim Cemil Meriç önceleri ruhunun susuzluğunu Paris sokaklarında aramış, fakat dört yıl dolaştıktan sonra bakmış ki, ruhunu doyurmak yönünden batı çare olamıyor, derhal yönünü doğuya çevirmiş, başlamış Hind’i yazmaya. Derken kaleme aldığı kitaba ‘Bir dünyanın eşiğinde’ adını vermekle daha ilk baştan ruhun dirilişini ortaya koymuştur. Gerçekten bu müthiş kitabın sayfalarını çevirdikçe bambaşka bir dünyanın eşiği ile yüzleşiriz de. Öyle ki, Cemil Meriç Hind’in Ganj’ında doğunun aşkını ve sevgisini şöyle dile getirir: “sevgi, aşk, şiir, edebiyat sarayına ancak doğu revakından girilir.” Bilmem bu müthiş veciz söze daha ne ilave edilebiliriz ki, haddimize mi? Bize ancak Ganj’ın engin deryasına dalmak düşer. Sadece biz mi, elbette ki hayır, bizden daha çok batının bu engin deryaya ihtiyacı var. Biz hiç olmazsa bu coğrafya alanında yaşıyoruz, onlar bu coğrafyanın uzağındalar, dolayısıyla böyle avantajdan yoksun halde bu arayışın ipuçlarını bizim Piri Türkistan’ımızın, Mevlana’mızın, Yunusumuzun batıda yankı bulmasında pekâlâ görüp hissediyoruz. Anlaşılan o ki; Sarah ile Musa ikilisinde yaşanan o müthiş aşk serüveni sadece bizim coğrafya insanına has öğretilerle sınırlı değil, bilakis sınır ötesi, hatta ortada okyanus ötesine uzanan tüm insanlığı içine alan aşka çağrı söz konusudur. Siz bakmayın öyle bir takım aklı evvellerin evrensellikten söz etmelerine, biliniz ki içi boş, ruhsuz tek başına evrensellik bir hiçtir, mutlaka evrensellik değerler manzumesi aşkla yoğrulmalı ki bir anlam ifade etsin. İşte bu noktada Sarah’ın cüretkâr tavrı ile Musa’nın dürüstlüğü insanlığa kurtuluş ışığı yakacak nitelikte bir değerdir. Ama ne var ki günümüzde öylesine değerler altüst olmuş ki, her fert içinde bulunduğu birtakım alışkanlıkları yıkmaya hala cesaret edemez haldedir. Ah, şöyle bir silkinip kendimize bir gelsek aşkın gözyaşı seli insanlığın kurtuluşuna derman olacağı muhakkak.
Velhasıl; bunalımdan çıkış yolu Yunus’un feyiz aldığı yere doğru yürümekten geçmektedir. Bu böyle biline.
Vesselam.