Muhsin Başkan bizim gerek gençlik gerekse olgun yaşlarımızda hep Başkanımız olarak bildik. Gençlik yıllarımı doğup büyüdüğüm Bayburt’ta, üniversite gençlik hayatımı mezun olduğum Erzurum Atatürk Üniversitesinde, ilk memuriyetimi İstanbul Sultanahmet Sağlık Eğitim Merkezinde ve memuriyetimin ikinci basamağını Balıkesir Sağlık Eğitim Merkezinde geçirdiğim yıllar içerisinde kendisini zahiren görme hiç nasip olmamıştı. Ta ki Ankara’ya naklen atamam gerçekleşti, hele şükür işte o zaman kendisini sık sık görme şerefine nail olabildik. Hele o’nun “Allah Resulünün hakikatleri dışında liderde teşkilatta tartışılır” diye yeni oluşumun fitilini ateşleyip Ankara Söğütözü’nde Büyük Birlik Hareketine start verdiği andan itibaren hiç tereddütsüz bu yeni oluşum içerisinde bizimde çorbada tuzumuz olsun düşüncesiyle halis niyetle hareketin fikriyatını ortaya koyan Nizam-ı âlem dergisi, Alperen Dergisi ve Gündüz Gazetesine yazdığım yazılarla destek vermeye çalıştım. İşyerimin Ankara Beşevler’de olması avantajıyla hemen her gün iş çıkışı Ankara Sıhhiyedeki Sağlık Bakanlığının arka sokağında BBP Genel Merkezine uğramadan eve gitmezdim. Derken iş çıkışı ve hafta sonları bu uğrayışlar sırasında bazen Muhsin Başkanı Genel Merkeze girişlerinde ya da çıkışlarda karşılaşıp göz göze geldiğimiz çok olurdu. Bir defasında da göz göze gelmenin ötesinde BBP Genel Merkezde Selçuk Özdağ'la karşılaştığımızda elimden tutup Başkanın makamında beni Gündüz Gazetesinde Sivil Toplum, Sivil Katılım, Sivil İnisiyatif gibi konularda kalem oynatan yazar olarak tanıttığında zahiren tanışmış oldukta. Tabii Muhsin Başkan bu tanışıklığımızın akabinde hem Selçuk Özdağ’la hem de benimle istişare edip partinin bu tip yeni söylemlere çok ihtiyacının olduğunu dile getirip bundan sonra ki yazacağım yazılar noktasında beni daha da bir motive etmiş oldu.
Muhsin Başkanla sadece Genel Merkezde mi karşılaştık, elbette ki hayır manevi soluk aldığımız ortamlarda da karşılaştığımız çok oldu. Ankara Etlik semtinde oturmam hasebiyle Ankaralı iş adamı rahmetli Abdulkadir Özcan’ın oğlu Sabri Özcan'ın Muhsin Başkanı evine davet ettiğinde bir akşam Etlik sofileriyle birlikte istişare edişinde de bir arada bulunuşumuz söz konusudur.
Evet, Genel Merkez, ev ortamı derken kimi zamanda Muhsin Başkanı rahmetli Seyda Hz.lerinin Ankara Pursaklar semtinde yaptırdığı camiye teşriflerindeki yıllarda aynı manevi atmosferi bir arada soluduğumuz da oldu. Hakeza Seyda Hz.lerinin vefat sonrası Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin Pursaklara teşriflerinde ki ziyaretlerinde de öyle oldu hep.
Yine bir gün hiç unutmam ailece Hasan Sağındık’ın adına Orta Asya sentez dediği o güzel tadımsı müzik tınısıyla şenlendirdiği Ankara Altın Park Anfi'de düzenlenen il parti kongresine gitmiştim. İşte bu kongrede bir fırsatını bulup çocuk yaşta oğlum Ahmet Alperen ve kızım Merve Nur’la birlikte ön sıralarda oturmakta olan Muhsin Başkanın yanına vardığımızda çocuklarımın hatırını sorup bağrına basması beni benden almaya yetmişti. Bundan daha da öte Seyda Hz.lerinin vefatıyla Türkiye’nin dört bir yanından Menzile gelen insanların oluşturduğu mahşeri kalabalık içerisinde tahta merdivenlerle dükkânlardan birinin damına çıktığında cenazenin uğurlanışındaki seyre dalışı da hiç unutamayacağım anılar arasındadır.
Bu arada Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte Gündüz Gazetesinde her vefat yıldönümünde yayınlanan yazılarla yâd etmeyi kendime borç bilip ihmal etmedim de. Ama ne var ki ilerleyen yıllarda bir ara gazete yönetiminin değişmesiyle birlikte yazılarımın kesintiye uğraması fena halde canımı sıkmıştı. Öyle ki şikâyet etmeyi hiç sevmediğim halde bu durumu Muhsin Başkana açıklamam gerektiği duygusu ağır bastığında, Genel Merkezin üst katında özel kalemden rica edip içeriye girdiğimde rahmetli Seyda Hz.lerinin yeğeni S. Saki Erol’da oradaydı. Tabii ilk olarak Seyyidimin elini öpüp yanına oturduğumda, Muhsin Başkanımın gözünden süzülen o memnuniyet ışıltısı bir başkaydı. Belli ki makamına girişimde ilk olarak kendisini değil de Ehl-i Beyt neslinden Seyyidimi ziyaret ediyor olmam çok hoşuna gitmişti. Derken hiç sevmediğim şikâyet konusunu dile getirmeden müsaade isteyip öyle ayrıldım huzurdan. Tabii huzurdan çıktığımda o zamanlar vakıf başkanı, aynı zamanda İstanbul Milletvekilliği de yapmış olan Hasan Sert'le özel kalem odasında karşılaştığımda meğer Seyyidime eşlik etmek için bekliyormuş. Hasan Sert'in dikkatini çekmiş olsa gerek ki bana:
“- Bu ne hızdı, sanki girdiğinle çıktığın bir oldu, bu ne iştir?” sordu.
Cevaben;
- Seyyid Saki oradayken bize dünya kelamı dile getirmek doğru olmazdı, kaldı ki Seyyidimi ve Başkanımı bir arada gördüm ya bu bana yetmez mi dedikten sonra vedalaşıp sevinç içerisinde adeta çocuklar gibi şenlenip soluğu evde aldım. Nasıl çocuklar gibi şenlenmeyeyim ki, biri Koca Reis kabul ettiğim Muhsin Yazıcıoğlu Başkanım, diğeri gönlümüzü aydınlatan ışık olarak gördüğüm rahmetli Seyda Hz.lerinin yeğeni Gül neslin evladı S. Saki, gel de neşelenme. Nitekim kendimi eve attığımda yüzümde ki o neşe halim ev ahalisinin de gözünden kaçmaz. Ve ev ahalisi hayırdır çocuklar gibi şen halin var dediler. Bunun üzerine;
-Nasıl şen olmayayım ki o iki güzide şahsiyeti bir arada gördüm dedim.
Her neyse günler günleri kovalarken Muhsin Başkanla son buluşma diyebileceğimiz yıllar gelip çatmıştı ki; o yıl şahadetine 2 ay zaman kala bir cenazenin otopsisi için o dönem Genel Başkan Yardımcısı Yalçın Topçu (Muhsin Başkanın vefat sonrası Genel Başkan, bir ara Kültür Bakanı, şimdiyse Cumhur Başkanı Başdanışmanı olan) ile birlikte Ankara’nın Keçiören semtinde Adli Biyolog olarak çalıştığım Adli Tıp Kurumu Biyoloji İhtisas Dairesine geldiği yıldı. Dairemize gelip şeref verdiğinde yeniden hasbıhal etme şerefine nail oldum. Sanki vedalaşma için gelmişti. Gündüz Gazetesinde yazılarımın kesilmesinin ardından kendimi siyasi alandan epey zamandır uzak tutmuşluğumdan dolayı Muhsin Başkanla yaklaşık 7 sene zahiren gözden ırak kalmıştım. Sen misin gözden uzak kalan Biyoloji İhtisas Dairesine geldiğinde daha göz göze gelir gelmez bana ilk söylediği cümle:
“- Gözlerinin içi hala gülüyor” demek olmuştur. Her ne kadar biz gözden uzak kalsak da o bizi unutmadığının ifadesi bir cümledir bu. Hatta çocuklarımı bile unutmamış, öyle ki o sarf ettiği cümlenin akabinde hemen çocuklarımın ahvalini sordu. Bende oğlumun üniversiteye hazırlandığını, kızımın ise katsayı mağduru olduğu için ancak puanının kendi dalında İlahiyata yettiğini şimdi İsparta’da okuduğunu söyledim. Bunun üzerine derin bir of çekip;
“Evet, katsayı meselesi bizim kanayan yaramızdır, inşallah her çilenin ardından pembe şafaklar doğacak günlerde gelir elbet” deyip teselli etmeyi ihmal etmez de. İşte hoş beş sohbetin ardından İhtisas Dairemizden ayrılacağı sırada uğurlamak istediğimde;
“-Bak sizler memursunuz, olmaz” dese de dayanamayıp;
“-Başkanım öyle şey mi olur buraya kadar zahmet edip gelmişsiniz, bize uğurlamak düşer dedim. Ve kucaklaşıp makam arabasıyla Adli Tıptan ayrıldığında bu son bakış, son el sallayış ve son göz göze gelişimdi zaten. Gerçekten de o uğurlayıştan iki ay sonra Kahramanmaraş’ın Karlı Dağlarından gelen şehit haberi yüreğimizi sızlatsa da o şimdi Taceddin Dergâhının yanı başında gönül tahtında.
Hâsılı Kelam; Hasan Sağındık'ın dediği gibi “Muhsin Başkan dünyada iken siyaset yapıyor gözüküp aslında Veli şahsiyet karakterdir.” Madem öyle Seyda Hz.lerinin vefatının ardından Kamer Vakfı Bülteninde yayınlanan bir röportajda Veli karakter abidesi Muhsin Başkanın Seyda Hz.leri ile olan hatıralarına ve istişaresine hep birlikte bir göz atalım. Bakın Muhsin Başkan Seyda (k.s) ile olan istişaresi için ne diyor?
Muhsin Başkanla sadece Genel Merkezde mi karşılaştık, elbette ki hayır manevi soluk aldığımız ortamlarda da karşılaştığımız çok oldu. Ankara Etlik semtinde oturmam hasebiyle Ankaralı iş adamı rahmetli Abdulkadir Özcan’ın oğlu Sabri Özcan'ın Muhsin Başkanı evine davet ettiğinde bir akşam Etlik sofileriyle birlikte istişare edişinde de bir arada bulunuşumuz söz konusudur.
Evet, Genel Merkez, ev ortamı derken kimi zamanda Muhsin Başkanı rahmetli Seyda Hz.lerinin Ankara Pursaklar semtinde yaptırdığı camiye teşriflerindeki yıllarda aynı manevi atmosferi bir arada soluduğumuz da oldu. Hakeza Seyda Hz.lerinin vefat sonrası Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin Pursaklara teşriflerinde ki ziyaretlerinde de öyle oldu hep.
Yine bir gün hiç unutmam ailece Hasan Sağındık’ın adına Orta Asya sentez dediği o güzel tadımsı müzik tınısıyla şenlendirdiği Ankara Altın Park Anfi'de düzenlenen il parti kongresine gitmiştim. İşte bu kongrede bir fırsatını bulup çocuk yaşta oğlum Ahmet Alperen ve kızım Merve Nur’la birlikte ön sıralarda oturmakta olan Muhsin Başkanın yanına vardığımızda çocuklarımın hatırını sorup bağrına basması beni benden almaya yetmişti. Bundan daha da öte Seyda Hz.lerinin vefatıyla Türkiye’nin dört bir yanından Menzile gelen insanların oluşturduğu mahşeri kalabalık içerisinde tahta merdivenlerle dükkânlardan birinin damına çıktığında cenazenin uğurlanışındaki seyre dalışı da hiç unutamayacağım anılar arasındadır.
Bu arada Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte Gündüz Gazetesinde her vefat yıldönümünde yayınlanan yazılarla yâd etmeyi kendime borç bilip ihmal etmedim de. Ama ne var ki ilerleyen yıllarda bir ara gazete yönetiminin değişmesiyle birlikte yazılarımın kesintiye uğraması fena halde canımı sıkmıştı. Öyle ki şikâyet etmeyi hiç sevmediğim halde bu durumu Muhsin Başkana açıklamam gerektiği duygusu ağır bastığında, Genel Merkezin üst katında özel kalemden rica edip içeriye girdiğimde rahmetli Seyda Hz.lerinin yeğeni S. Saki Erol’da oradaydı. Tabii ilk olarak Seyyidimin elini öpüp yanına oturduğumda, Muhsin Başkanımın gözünden süzülen o memnuniyet ışıltısı bir başkaydı. Belli ki makamına girişimde ilk olarak kendisini değil de Ehl-i Beyt neslinden Seyyidimi ziyaret ediyor olmam çok hoşuna gitmişti. Derken hiç sevmediğim şikâyet konusunu dile getirmeden müsaade isteyip öyle ayrıldım huzurdan. Tabii huzurdan çıktığımda o zamanlar vakıf başkanı, aynı zamanda İstanbul Milletvekilliği de yapmış olan Hasan Sert'le özel kalem odasında karşılaştığımda meğer Seyyidime eşlik etmek için bekliyormuş. Hasan Sert'in dikkatini çekmiş olsa gerek ki bana:
“- Bu ne hızdı, sanki girdiğinle çıktığın bir oldu, bu ne iştir?” sordu.
Cevaben;
- Seyyid Saki oradayken bize dünya kelamı dile getirmek doğru olmazdı, kaldı ki Seyyidimi ve Başkanımı bir arada gördüm ya bu bana yetmez mi dedikten sonra vedalaşıp sevinç içerisinde adeta çocuklar gibi şenlenip soluğu evde aldım. Nasıl çocuklar gibi şenlenmeyeyim ki, biri Koca Reis kabul ettiğim Muhsin Yazıcıoğlu Başkanım, diğeri gönlümüzü aydınlatan ışık olarak gördüğüm rahmetli Seyda Hz.lerinin yeğeni Gül neslin evladı S. Saki, gel de neşelenme. Nitekim kendimi eve attığımda yüzümde ki o neşe halim ev ahalisinin de gözünden kaçmaz. Ve ev ahalisi hayırdır çocuklar gibi şen halin var dediler. Bunun üzerine;
-Nasıl şen olmayayım ki o iki güzide şahsiyeti bir arada gördüm dedim.
Her neyse günler günleri kovalarken Muhsin Başkanla son buluşma diyebileceğimiz yıllar gelip çatmıştı ki; o yıl şahadetine 2 ay zaman kala bir cenazenin otopsisi için o dönem Genel Başkan Yardımcısı Yalçın Topçu (Muhsin Başkanın vefat sonrası Genel Başkan, bir ara Kültür Bakanı, şimdiyse Cumhur Başkanı Başdanışmanı olan) ile birlikte Ankara’nın Keçiören semtinde Adli Biyolog olarak çalıştığım Adli Tıp Kurumu Biyoloji İhtisas Dairesine geldiği yıldı. Dairemize gelip şeref verdiğinde yeniden hasbıhal etme şerefine nail oldum. Sanki vedalaşma için gelmişti. Gündüz Gazetesinde yazılarımın kesilmesinin ardından kendimi siyasi alandan epey zamandır uzak tutmuşluğumdan dolayı Muhsin Başkanla yaklaşık 7 sene zahiren gözden ırak kalmıştım. Sen misin gözden uzak kalan Biyoloji İhtisas Dairesine geldiğinde daha göz göze gelir gelmez bana ilk söylediği cümle:
“- Gözlerinin içi hala gülüyor” demek olmuştur. Her ne kadar biz gözden uzak kalsak da o bizi unutmadığının ifadesi bir cümledir bu. Hatta çocuklarımı bile unutmamış, öyle ki o sarf ettiği cümlenin akabinde hemen çocuklarımın ahvalini sordu. Bende oğlumun üniversiteye hazırlandığını, kızımın ise katsayı mağduru olduğu için ancak puanının kendi dalında İlahiyata yettiğini şimdi İsparta’da okuduğunu söyledim. Bunun üzerine derin bir of çekip;
“Evet, katsayı meselesi bizim kanayan yaramızdır, inşallah her çilenin ardından pembe şafaklar doğacak günlerde gelir elbet” deyip teselli etmeyi ihmal etmez de. İşte hoş beş sohbetin ardından İhtisas Dairemizden ayrılacağı sırada uğurlamak istediğimde;
“-Bak sizler memursunuz, olmaz” dese de dayanamayıp;
“-Başkanım öyle şey mi olur buraya kadar zahmet edip gelmişsiniz, bize uğurlamak düşer dedim. Ve kucaklaşıp makam arabasıyla Adli Tıptan ayrıldığında bu son bakış, son el sallayış ve son göz göze gelişimdi zaten. Gerçekten de o uğurlayıştan iki ay sonra Kahramanmaraş’ın Karlı Dağlarından gelen şehit haberi yüreğimizi sızlatsa da o şimdi Taceddin Dergâhının yanı başında gönül tahtında.
Hâsılı Kelam; Hasan Sağındık'ın dediği gibi “Muhsin Başkan dünyada iken siyaset yapıyor gözüküp aslında Veli şahsiyet karakterdir.” Madem öyle Seyda Hz.lerinin vefatının ardından Kamer Vakfı Bülteninde yayınlanan bir röportajda Veli karakter abidesi Muhsin Başkanın Seyda Hz.leri ile olan hatıralarına ve istişaresine hep birlikte bir göz atalım. Bakın Muhsin Başkan Seyda (k.s) ile olan istişaresi için ne diyor?
— Sayın Yazıcıoğlu, Seyyid Muhammed Raşid Erol (k.s.) ile ilgili ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Kendisini 1970'li yıllarda uzaktan görmüştüm. O zamanlar çok yakın bir temasımız olmamıştı. Ancak, 1987 yılında Menzil'de kendisiyle görüşmek nasip oldu. Kendisiyle uzun uzun göz göze geldik. Elbette o manevi derinliği ve manevi atmosferi daha ilk bakışta yaşadığımı söyleyebilirim. Benim ilk karşılaştığımdaki intibaım hep tasavvuf kitaplarında okuduğumuz ama ulaşamadığımız, yaşayamadığımız, hissedemediğimiz güzel duyguları yaşama ve hissetme durumunda oldum. Orada benim yarım saatlik hemen hemen yarısı sessiz geçen, bir o kadarı da çeşitli konularda görüşlerine başvurduğumuz ve dinlediğimiz an olarak geçti. Akşam kendilerinin emirleri üzerine bizi Mübarek Divanı'nda misafir ettiler.
— Efendim, bu esnada sizin M. Yazıcıoğlu olduğunuzu biliyorlar mıydı?
M. Yazıcıoğlu: Çevredeki sofiler benim olduğumu söylediler. Ama ben cezaevinde iken manevi olarak da irtibatımız oldu. Bazı sofi kardeşlerimiz aramızda haber akışı sağladı. Bu sebeple bizi hem ismen biliyordu, hem de biz cezaevinde iken muhtaç olduğumuz dualarını daima aldık. Kendisine misafir olduğumuz gecenin sabahında, namazdan sonra camiinin dışında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Kendileri kalabalık içinden geldi ve beni çağırdı. Bir kenara geçtik. Elini omzuma koydu ve bana güzel bir hikâye anlattı.
— Hikâyeyi dinleyebilir miyiz?
M. Yazıcıoğlu: Buyurdular ki: ''Bir zatın iki tane oğlu varmış. Kendisi vefat ederken bunlara üç küp altın bırakmış. Çocuklarına ''Bu küp altınların birer tanesi sizin. Üçüncüsü de dünyanın en ahmak adamının'' diye vasiyet etmiş. Babalarının vefatından sonra bu iki kardeş çok yer dolaşmışlar. Kimi bulsalar bundan daha ahmağı çıkar düşüncesiyle dolaşıp durmuşlar. Çünkü dünyanın en ahmağını arıyorlar. Küçük kardeş bir şehirden geçerken bakıyor ki, bir zatın sakalının bir tarafını yülümüşler, bir tarafı duruyor. (Hatta o, sakalın bir tarafını yülümüşler sözünü söylerken mübarek biraz düşündüler. Tıraş kelimesi sonra aklına geldi, ondan dolayı gülmüştü...) O adamı ayrıca merkebe ters bindirmişler. Kuyruğunu da eline vermişler. Boynuna tezek takmışlar, etrafına çıngıraklar asmışlar. Ve kendisini def, davul çalarak, halkın arasında dolaştırarak rezil rüsva etmişler. O zaman bu küçük kardeş oradaki insanlara sormuş; Bu adamın ne suçu vardı da bu kadar eziyet ediyorsunuz? Cevaben; herhangi bir suçu yokmuş demişler. Bir suçu olduğundan dolayı değil bizim burada adet olduğu için yapıyoruz. Küçük kardeş nedir âdetiniz demiş. Cevaben; bu adam buranın valisi idi. Belli bir süre valilik yapar sonra süresi dolduğu zaman bunu tahtından indiririz. Halkın arasında böyle dolaştırırız. Öbürünü de Törenle tahtına oturturuz dediler. Bunun üzerine küçük kardeş; peki şimdi tahtına törenle oturttuğunuz süresi bittikten sonra aynı bunun gibi halkın arasında dolaştırılacak mı diye sormuş. Onlar da evet demişler. Küçük kardeş hemen eve gidip babasının vasiyet edip verdiği bir küp altını alıp gelmiş. Getirip valinin önüne koymuş. Valiye, bu küp altın babamın vasiyeti üzerine sizin şahsınıza aittir. Yani devlete ait değil. Siz kendi şahsınıza kullanacaksınız. Vali, ama ben sizin babanızı tanımıyorum demiş, küçük kardeş evet, babam da sizi tanımazdı. Zaten bize vasiyet etti ki, dünyanın en ahmağını bul ona ver diye. Vali hiddetle oturduğu koltuğundan kalkmış ve demiş ki, ben koca bir valiyim. Nasıl olur da dünyanın en ahmağı olurum. Küçük kardeş, sizin bir sene sonranızı görüyorum. Bu valilik dönemi bittikten sonra size şöyle şöyle yapmayacaklar mı, sen kendin de böyle olacağını biliyorsun. Bunu bile bile buraya oturmak ahmaklık değil mi demiş.
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra elime omzuma vurdu. Dedi ki:
''Manevi rütbelere talip ol. Yoksa insanlar alkışlarlar sonra da taşlarlar. İnsanlara güvenme, önemli olan manevi rütbelere talip olmaktır...''
Tabii ben o zaman acaba siyasete hiç bulaşma anlamında mı söylüyor diye düşündüm. Kendilerine bir vakıf kurduğumuzu söyledik. Vakfa çok sevindi. Vakıf faaliyetlerinin yararlı olduğunu ifade etti. Ayrıca siyasi düşüncelerimi kendilerine aktardım. Bize ''Bu işin çilesini, sıkıntısını çekmişsiniz. Bu sizin bileceğiniz yanıdır. Faydalı olabileceğinize inanıyorsanız yapabilirsiniz.'' dediler. Yani o zaman siyasetin acımasızlığını, insanların güç ve kudrete karşı zaaflarını dikkate alarak siyaset yapmamız gerektiğini ifade ettiği manasını çıkardım.
— O günden bu güne birçok görüşmeleriniz oldu. Bu görüşmelerden size kalan hatıralarınızı ve kendisinin tavsiyelerini anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Tabii bunların bir kısmı söylendiği yerde kalması gereken hatıralar, yaşadığımız anda kalması gereken hatıralardır. Ama ben kendisinden hep güç bulmuşumdur. Bizim için manevi bir kuvvet olmuştur. Yalnız üzüldüğüm bir yanı var, o da son Ankara'ya gelişlerinde kendilerini Pursaklar'da ziyaret ettiğimizde bizi akşam eve davet etmişlerdi. Akşam biraz geç olduğu için istirahata çekilmiş olduğunu düşünerek, evi arayıp rahatsız etmek istemediğimizden gidemedik. Bir daha görüşmek de nasip olmadı. O akşam gidemediğimiz için hala üzülüyorum.
— Evet efendim...
M. Yazıcıoğlu: Siyasi Karar Kurultayımızdan önce Türkiye'de bildiğimiz gönül dostlarını ziyaretlerimiz oldu. Bunlara gayretlerimizi anlattık. Yani aklımız ve baş gözümüzle tayin ettiğimiz hedefleri bir de gönül dostları nasıl görüyor diye düşünerek bu zatlarla meşveretlerimiz ve danışmalarımız oldu. Bu meyanda Seyda (k.s) ile de hassaten görüşmüştük. O görüşmemizde kendisi ''Toplayın, toplansınlar, konuşun, tartışın, orası nasıl karar alırsa öyle hareket edin'' dediler. Hatta yakından ilgilendiler. Ne kadar insan toplanabilir ve kalabalıklar nasıl olur hususunda sorular sordular. Kurultay sonrasında kendilerine kamuoyunun beklentilerini anlattık. Kamuoyundaki birlik hususundaki özlemleri aktardık. Bu hususta kendileri de ihlâsınızı bozmayın siz, ihlâsınızı bozmamak kaydıyla birliktelikler yapabilirsiniz. Ama birlikteliğiniz ihlâsınızı bozacaksa o zaman kendi istikametinizde devam edin gibi görüşler ortaya koydular.
— Son cümle olarak neler söylemek istersiniz?
M. Yazıcıoğlu: Baktığımız zaman gönlümüzü rahatlatan, manevi hazzımızı artıran, bize manevi iştah getiren bir Mürşidi Kâmil'di. Dolayısıyla bizim manevi dünyamıza çok güzel, tarif edemeyeceğimiz tesirleri var. Allah ondan razı olsun. Seyda (k.s) Hazretleri ve cümle Allah dostları bizim manevi ışıklarımızı. Biz onlarla görebiliyoruz. Onun bu âlemden ebedi âleme gidişi bizi çok üzdü. Allah dostları her zaman manevi tasarruflarıyla da bizi kuşatırlar. Cisimleri yanımızda olmasa da bize manevi rota verirler. Onlar birlik sembolüdür. Onlar tevhidin nurlu aynalarıdırlar. Biz onlardan yansımalar alırız. O, gönüller sultanı idi. O Sultan-ı Müslim’indi. O şimdi Allah'a ve Allah'ın sevgilisi Hz. Resulullah (s.a.v.)'a kavuştu.
Allah rahmet eylesin.
Kaynak: Kamer Vakfı Bülteni.