Kürt meselesi, yıllardır Türkiye'de gündemden düşmeyen en kritik konulardan biridir. Öyle ki Kürt olayı, sadece Türkiye Kürtlerini değil, Irak ve Suriye Kürtlerini de kapsayan bir meseledir. Maalesef geçmişte bir takım yanlış izlenen politikaların vebalini kimlik krizine dönüşen bir süreç yaşayarak ödüyoruz. Yıllarca bölge insanına tek kimlik dayatma yöntem izlenmesi neticesinde devletle bölge halkı arasında büyük bir güven aşınımı ve bunalımı doğmuştur. Belli ki din, mezhep, meşreb, etnik köken gibi kimlikler üzerinde ameliyat yapmaya pek gelinmiyor. Kaldı ki ister dini, ister mezhebi, ister meşrebi, ister etnik kimlik olsun tüm bu unsurları tek bir potada eritmek veya hizaya çekmekle kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Oysa Kürt meselesini çoğulcu ve sivil bir anlayışla çözmek varken militer kolluk kuvvetlerle çözeceğimizi sanmışız.
Sadece Kürtlük konusu mu, hiç kuşkusuz sloganik Türklük konusu da öyledir. Nitekim bugünkü Türklük tarifi resmi ideoloji ve oryantalist aydınlarca siyasi, sosyal ve kültürel açıdan ele alınmayıp sadece etnik açıdan değerlendirildiği içindir bir türlü bağrımızda taşıdığımız tüm etnik unsurlarla kardeşçe candan kucaklaşamıyoruz. Dahası etnik bir Türkçü anlayışıyla ne Kürt, ne Laz, ne Çerkez, ne Abaza, ne şu, ne bu hiçbir etnik unsurla gerçek anlamda gönül bağı kuramıyoruz. O halde meseleyi kültürel, sosyal, coğrafi, ekonomik, idari, siyasi ve dış boyutlarıyla analiz etmek mecburiyetimiz var. Aksi halde tek tip anlayışla meseleyi daha da karmaşık hale getirebiliriz. Zira çağdaş sosyoloji her türlü meseleye çok yönlü bir bakış perspektifle yaklaşmakta, doğrusuda bu zaten. Tek tip yaklaşımlardan kim hayır bulmuş ki bizde bulalım. Bakın Osmanlı döneminde tüm etnik unsurlarla 600 sene birlikte yaşamışız da. Ne var ki Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan Türkiye’mizde yapılan suni ayırımlar yüzünden şu an gelinen noktada bile gündemimizin baş odağında Güneydoğu meselesi vardır. Üstelik odak noktası olmak bu bölgenin sadece coğrafi konumu veya tarihi dokusu ile sınırlı değil, buna insan faktörü de dâhildir. Değim yerindeyse Kürt insanı düşman odak olarak sunulabiliyor. Bilerek ya da bilmeyerek hemen herkes Kürt etnisitesini kaşıyabiliyor. Derken herkesin odaklandığı mesele bir anda etnik Kürtçülük ve siyasi Kürtçülük türünden maraz bir boyut kazanabiliyor. Bu demek değildir ki her konu gündeme gelip tartışılmasın, elbette tartışılacak ancak 2023 Yeni Türkiye hedefine kilitlenmişken bu meselenin iki de bir kaşınıp önümüze konulması doğrusu bizim üzerimizden hesap yapan birtakım mihrakların varlığını akla düşürüyor. Hatta sürüsüne bereket bu mesele üzerinde kuyruğa girmiş halde aşırı boyutta teori üretme yarışına girenler var. Nasıl mı? İşte bu yarış içerisinde sürülen teorilerden birkaçı şunlardır:
- Aryen Kürt nazariyesi
- Guti Kürt nazariyesi (halk dilinde Guti/Gurti/Gut ve Kut diye telaffuz edilir)
- Karduk Kürt nazariyesi,
- Med Kürt nazariyesi,
- Kürt Karrada nazariyesi,
- Kürt-Gut nazariyesi vs.
Bakın Hilmi Göktürk'ün "Kürtlerin Soy Kütüğü ve Boy Tarihi" adlı eserinde ileri sürülen teorilerle ilgili geniş bilgiler yer almaktadır. İşte bu teorilere şöyle bir göz attığımızda Kürtlerin bir millet mi, bir boy mu, yoksa bir ırk mı hususunda kanaat sahibi olabiliyoruz. Şöyle ki:
Aryen Kürt nazariyesi savunucularından Mehrdad R. İzady Kürtlerin kökenini Aryen topluluklarla ilişkilendirmeye çalışmış ama böyle bir topluluğun var olup olmadığı konusunda herhangi bir belge ortaya koyamamıştır. Dolayısıyla bu teori hayali bir ırk tasarımı üzerine kurgulanmış bir teoridir.
Guti Kürt tezi savunucularından E.A.Speiser ise; "Kürtler Gutilerle aynı ırktandır ve Gutiler Sümer ülkesinde yaşamakta" bir görüş serd eder. Tabii böyle bir görüşü es geçemeyiz, ister istemez bu görüş karşısında zihnimize Kürtlerin M.Ö. 1900–1700 tarihleri arasında Süleymaniye yakınlarında yaşayan Lullu’i Kralı'na ait bir kitabede geçen Gutti halk topluluğu takılır. Keza yine bir başka araştırmaya baktığımızda da; Asurlu Tıglat Plaser devrinde yazılmış iki kitabenin birinde Kuti, diğer tabletinde geçen Kurtie ifadelerini hatırlarız. Böylece kitabelerde geçen "Gutti" ibaresinin Türkçe bir ifade olduğunu, yani yerleştikleri sahaya nispetle 'aşağı inen' anlamında kullanılmış bir kavram olduğu kanaati hâsıl olur bizde. Dahası Guti Kürt ibaresi toplumun yer değiştirmesiyle ilgili bir kavram gibi dursa da, bu kavram daha çok Kafkasya’nın kuzeyinden Ön Asya’ya inmiş güçlü bir Kuzey Asya kavmi görüşünü destekler nitelikte bir ibaredir. Kaldı ki, Gutilerin, Sami (Arap-Yahudi) ırka mensup olmadıkları yönünde genel kanaatte hâkimdir. Hadi diyelim ki; Guti toplulukları Türk olmasa bile Asyatik bir kavim olduğu muhakkak.
Malumunuz Ksenefon’da Karduk-Kürt teorisyeni bir araştırmacı, o da Karduların, Saka (İskit) soyundan M.Ö. 401 yıllarında küçük Asya'yı mesken tutmuş bir topluluk olabileceği yönünde bir görüş belirtmiştir. Ama gel gör ki Türk (Turan)-Kardu tezine baktığımızda; Sümer eşik taşına işlendiği söylenen “Kar-da-ka-lar” ile Yunanlı Xenophon'un (Ksenefon) adından söz ettiği M.Ö. 401 yıllarında Doğu Anadolu’da dağlık bir bölgesinden geçerken Yunanlıların karşılaştıkları Kardukların aynı topluluk olmadığıdır. Keza Th. Nöldeke, Hartmann'ın, Nisbach gibi şarkiyatçılar da, Kürt terimi ile Kardu terimi arasında etimolojik bir bağ kuramadıklarını, bilakis 'Kardoukhoi' ibaresinin çoğullaşmı halinin Ermenice “Kardı-kh”nin karşılığı olduğunu belirtmişlerdir. Hatta kelimenin etimolojik kaynağına bakıldığında “kard + u” değil “kord + u” olduğu görülür. Kaldı ki, Asur Salnameleri’nde, ne Kardu, ne de Kürt kavramı vardır. Madem böyle bir kavram yok, o halde Kardukların İran, Arap ve Asurlularla bir ilişki kurulamayacağı söylenebilir. İlla bir ilişkiden söz edilecekse de Kardukların Ön Asyalı bir topluluk olduğunu dem vurmaktan ziyade M.Ö. Asya’dan Ortadoğu’ya göç etmiş bir topluluk olabileceğini demek daha doğru olur.
Bu arada bazı kaynaklar Selahaddin Eyyubin’in Şeddadi aşiretinin Gence kolundan gelen büyük dedelerinden birinin Karduk/Kurduk ismiyle anılması hasebiyle Türk olduğu yönünde bir tez ileri sürülürken bir başka kaynaklarda ise Arap ve Kürt olduğu yönünde bir tez ileri sürülmekte. Sonuçta Selahaddin Eyyubi köken olarak hangi etnik unsurdan olursa olsun o bizim Kudüs Fatihimizdir, bu yetmez mi?
Kürt-Karrad nazariyesi; "Kürtler Süleyman Peygamberin lanetlediği ve meclisinden kovulan Casad adında Cen veya şeytan soyundan türemiştir" iddiası üzerine kurulu bir teoridir. İşte bu nazariyeden hareketle Cen-Cin ibaresinin Kuran’da ki Cinle alakalı ayetleriyle ilişkilendirilip Cin’in Süleyman Peygamber tarafından kovulduğu belirtilir. Öyle ki Hz. Süleyman’ın cariyelerini Şeytan Casadın hamile bırakması neticesinde doğan nesli dağlara sürgün ettiği tezi işlenir. Bu arada bir kısım Arap tarihçiler de boş durmayıp, onlarda Kürtleri "El Akrad Taifetün Minel Cin" diye addederler. Dahası bu ifade doğrultusunda Arapça 'Karrad' fiili ile 'Kürt' sözcüğü arasında bir ilişki kurulmaya çalışılıp böylece Kürtleri Türkçe literatürde yer alan göçer konar manasına gelen Ekrad olarak nitelerler. Evet, Arap tarihçiler böyle tanımlaya dursunlar bizim içimizde halen kökenini Araplığa dayandırmayı bir meziyet sananlar var. Oysa Peygamberimiz belirli bir ırkın Peygamberi değil, tüm Ümmet-i Muhammed'in peygamberidir. Tabi bir dönem Doğu ve Güneydoğu'daki yolun ulaşamadığı, okulun girmediği beldelerde yaşayan insanlarımıza kıro miro deyip onlara köklerini hatırlatacak gerekli eğitim ve hizmet götürülmezse olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Bakın bu husus Evliya Çelebi’nin de dikkatini çekmiş olsa gerek ki köklerini Araplığa dayandırmayı marifet sayan bu ahaliden bahsetmekten kendini alamamıştır.
Bir başka dikkat çeken bir nazariye de hiç kuşkusuz Med-Kürt nazariyesidir. Bilhassa bu nazariyenin yılmaz savunucuları, Kürtlerin M.Ö. 9. ve 10. asırlarda şarkı işgal edip büyük bir imparatorluk kuran Med'lerin soyundan, ya da Aryen’lerden geldikleri tezini ileri sürmüşlerdir. Bilindiği üzere Ermenice Gurt 'hadim' manasına gelen bir ibare. Sadece Gurt ibaresi mi, elbette ki hayır. Hakeza Ermeni tarihçiler de 'Med' ibaresi yerine 'Mar' ibaresi kullanmakla açıkcası Medleri Perslerin ataları olduğu ima edilmiştir. Bize öyle geliyor ki, böyle bir imayla sanki “Med-Kürt-Ermeni” üçlü sacayağı oluşturulmak isteniyor. Oysa Medler M.Ö. 6-7. yüzyıllarda İran merkezli bir devlet olarak sahne alıp Van bölgesine geldiklerinde buralarda sadece Ermeniler yerleşikti. Öyle anlaşılıyor ki Med konusu daha çok su götürecek gibi duruyor, ama bu konuda genel kanaat; Medler’in Kuzey Asya'dan geldikleri yönünde, yani asıl vatanlarının Azerbaycan olduğudur. Ancak şu da varki Medlerin M.Ö. 550 civarında Persler tarafından hükümranlıkları ortadan kaldırılmış bir topluluk olduğu yönünde değerlendirmeleri yabana atmamak gerekir. Bazen insan bunca teori üzerine teori geliştirmek çabasından sonra ister istemez şu soruyu kendi sormaktan edemiyor: acaba Diaspora Ermenileri "Med-Kürt-Ermeni” teorisine dayanarak mı PKK’yı habire desteklemekten geri durmuyorlar. Doğrusu bu tür kuşkular bizi Abdullah Öcalan’ın Diaspora Ermenilerle bir bağlantısı olabileceğine dair çıkan bir takım söylentilerin yanlış değilse de zihinlerde bir takım soru işaretleri bıraktığı muhakkak. Zira Ermeni Asala örgütünün giriştiği eylemlere baktığımızda PKK’nın yaptığı eylemlerle aynı paralel kulvarda boy verdiği gözlemlenmekte, kaldı ki edinilen istihbarı bilgilerde bu yöndedir. Muhtemeldir ki, "Med-Kürt-Ermeni" üçlü sacayağı tezi Diaspora Ermenilerinin gizli emellerine hizmet etmek için ortaya atılmış bir tez gibi duruyor. İcabında bu tür tezler sayesinde uluslararası lobi faaliyetlerini çok daha kolaylaştırabiliyor. Onlar lobi faaliyetleriyle uğraşa dursunlar aslında bizim Ermenilerle herhangi alıp vereceğimiz bir mesele yok. Zira Ermeniler Osmanlı şemsiyesi altında birlikte yaşadığımız bize bağlı hür Hıristiyan Millet-i Sadıka'mızdı. Ne var ki Fransız ihtilali müteakip her ne oluyorsa menfi milliyetçilik rüzgârlarının içimizi kasıp kavurmasıyla birlikte bir anda tebaamız olmaktan çıkıp güya Ermeni soykırımı yaptığımız propagandası tüm dünya kamuoyunun gözü önünde işlenmeye başlanır da. Derken Ermeniyan Millet-i Sadık olmaktan çıkıp sürekli uluslararası platformda başımızı ağrıtan bir ülke olarak konumlandırılır.
Hadi Ermeni Diasporasının huyudur, bunu anladıkta peki ya şu bizim Ankara Siyasaldan mezun olup, sonra dağa çıkan Öcalan’a ne demeli, icabında Ermenilerin avukatlığına soyunup Khaldilerin Ermenilerin atası bir zırva beyanda bulunabiliyor. Doğrusu zırva tevil götürmez bu tip beyanların arka planda sinsice Urartu-Ermeni ilişkilendirilme kurulumunun olabileceğini akla düşürmezde değil. Neyse ki Ermeniler şimdilik böyle bir iddiaya kulak kabartmamış gözüküyor. Besbelli ki Urartuları Ermeni ırkından gösterme gayreti daha çok siyasal Kürtçü aydınların işine yaramakta. Onlar iddia ede dursun, kazın ayağı hiçte öyle değil, Urartularla ilgili Van kitabelerine baktığımızda Urartu dili Hint-Avrupa ve Sami (Arap) dilleri kategorisine dâhil olmadığı net açık ortada. Madem zırvada sınır tanımıyorlar, hiç olmazsa Urartuların soy bağını İran ve Arap kavimlerin dışındaki kavimlere dayasalar belki kendi kendilerini inkâr edecek duruma düşmezlerdi. Zaten kendi kendileriyle çelişmeye dursunlar bir bakmışsın başka arayışlara yelken açabiliyorlar. Her neyse bir başka aydın M. Oppert'te; Med kavramını, vatan ve ülke anlamına gelen Türkçe ‘mada’ sözcüğü ile ilişkilendirmek suretiyle Medleri Turanî kavimler kategorisine dâhil eder. M. Oppert yetmedi Med Krallarının adlarını kurcalayaraktan Aryenileşmiş Turanî adlarla bağlantı kurup Heredot’un adını verdiği Med aşiretlerinden en az ikisinin Turanî olduğunu dile getirmiştir. Şu da var ki M. Oppert ileri sürdüğü bu fikrinde yalnız değildir, Fransız asıllı bilim adamı Lenorman’ın tezlerini kaynak kabul eden Nyfalvy’de Medlerin Turanî olduğu hususunda hem fikirdir. Öyle ki Türk aydınımız Ord. Prof. Şemsettin Günaltay'da devletin asli unsurunu teşkil eden bu topluluğun Ön Turanî topluluk olduğunu dile getirmiştir. Bu arada N.J. Marr ve Jafetik okulu üyeleri de Kürtleri direk kafadan Gürcü asıllı ilan etmişlerdir. Aslında bu malumun ilanı değil, tam aksine Kardukların Gürcü olabileceği tezine dayanarak ileri sürülmüş bir iddiadır. Hatta iddianın ötesinde mesele daha da ileri boyutlara taşınıp güya Kürtler Gürcülerle bir şekilde beraber yaşayıp bir zaman sonrada beraberlikleri sona erip ayrı topluluklar olmuşlar. Jafetidologlar’ın tezlerine baktığımızda da onlarda meseleye dil yönünden yaklaşıp Kürtler başlangıçta Jafetik (Turanî-Yasefik) bir dil kullanırken daha sonraki aşamalarda İranlıların etkisi altına girmeleriyle birlikte dil değişimine uğradıkları yönünde kanaat belirtmişlerdir. Ne diyelim, şayet bu tip görüşler doğru kabul edilirse Karduk tezinden hareketle Gürcülerin de Turanî bir kavim olduğu bir görüş ortaya çıkar.
Her neyse, yukarıda bahsedilen bilhassa Gut-i Kürt, Kartuk-Kürt, Med-Kürt ve Kürt-Karrada başlığı altında ileri sürülen tezler üzerinde kafa yorduğumuzda sanki bu tezler tarihi gerçekleri açığa çıkarmak için ortaya atılmış gibi durmuyor, daha çok Türkiyede ve Ortadoğuda ayrılık tohumları ekmeye yönelik iddialar gibi duruyor. Oysa tarihin dili iyi okunduğunda tarihi vesikalar 'Kürt' ibaresinin bir ulus olduğu iddiasını çürütmeye yetiyor. Maalesef gel gör ki, tarihi vesikaları göz ardı edip birlikte bin yılı aşkındır yaşadığımız Kürt kardeşlerimizi habire kafaları karıştırılıp uyduruk bir tarihi zemin içerisinde kandırılmaya çalışılmakta.
Gelin bir de Kürt meselesini milliyetçi aydınların zaviyesinden bakıp değerlendirmeye çalışalım. Bakın, Dr. M. Şükrü Sekban "Kürt Meselesi" adlı kitabında; "Kürt" adını verdiği insan topluluklarının 'Turanî' olduklarından bahisle Alman araştırmacıların tezlerine görderme yapıp bu tezleri referans olarak gösterir. Hakeza Seyyid Ahmet Arvasi’de buna paralel "Doğu Anadolu Gerçeği" adlı eserinde; “Bir uyruk ve bir boy olarak 'Kürt' kelimesinin tarihte ilk defa Yenisey'deki Göktürk (Kök Türükler) kitabelerinde (Elegeş yazıtında) rastlıyoruz. Sözü edilen Kürt Uyruğu, Göktürkler içinde yaşıyordu ve beylerinin adı 'Alp Urungu' idi. Bir Türk kültür merkezi olan Herat'tan üç fersah yukarıda Herirud nehrinin sol sahilinde Timuriler devrinde pek meşhur olan 'Ulenknişın'dır. Görüldüğü üzere Türkçe'mizde bu kelime bulunmaktadır. Burada Kürt ibaresi bir ırk veya millet anlamını ifade etmez” deyip Yenisey kitabe kaynaklı bir görüş ortaya koymuştur.
Anlaşılan o ki, Kürt kavramına hem içeriden hem dışarıdan sadece anlam yüklenmekle kalınmamış bunlara ilaveten kar yığını, çığ, dallarından yay, ayva ağacı gibi tanımlamalarda getirilmiştir. Hatta 'Kürüd' ibaresi şeklinde yazılana Merih gezegeni denmiştir. Bu hususta daha başka çalışmalara baktığımızda ise;
- Kazakçada Kürt ibaresi: Kalın kar yığını,
- Şark Türkçesi'nde Kürt ibaresi: Çığ,
- Tarançilerde Kürt ibaresi: Yeni yağmış kar,
- Çavuşça'da Kürt ibaresi; Karların saçak çıkıntısı,
- Kazan Tararcası'nda Kürt ibaresi: Kar yığını,
- Uygurca 'Kürtük' ibaresi: Kar denizi,
- Karakırgızlar, Soyonlar, Yakutlar ve Teleütler'de 'Kürdük' ibaresi: Kar yığını tarzında dillendirildiğini görürüz.
Madem öyle, bu tanımlamalardan hareketle diyebiliriz ki; 'Kürt' ibaresi ne bir ırk, ne de bir millettir, daha çok tarih boyunca değişik türden boylarla bir arada bulunmuş bir topluluk gibi gözüküyor. Bakın, Hakan Özoğul; “Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği” adlı eserinde Kürt kavramının 20. yüzyıla kadar siyasi manada kullanılmadığı, bu kavramın daha önce Araplar tarafından kullanıldığına dikkat çekip Kürtlerin kendilerini ‘Kürt’ olarak telaffuz etmeyip bilakis bölge, vadi, aşiret ve kabile isimleriyle andıklarını belirtir. Böylece ‘Mem u Zin” de yer alan Kürt tanımını günümüz argümanlarla ilişkilendirmenin güç olduğunu demeye getirir.
Kürt lehçesi
Kürtçe bir dil midir değilmi dir öteden beri tartışılır hep. Aslında Doğu ve Güneydoğuda konuşulan bu dil için 'ağız' aksanı dersek yeridir. Sanki ortada bir dil yok gibi, sadece Kürt ağzı vardır. Üstelik bir değil pek çok ağız var. Yetmedi, Kürt ağızların da kendi içerisinde değişikliğe uğramış birçok lehçeleri söz konusudur. Ne varki Kürt dili ve Kürt alfabesinden dem vuranlar, tüm dünyada kullanılan cümle dizisini (sentaks yapısını) unutmuş gözüküyorlar. Nasıl mı? İşte Ari, Sami, Hindu, Arap dillerine cümle dizisine bir bakın cümlenin başında fiil (yüklem), sonunda fail (özne) görülecektir. Ama Türk dili ve Kürt ağzı böyle değildir, cümlede önce fail (özne), sonra fiil (yüklem) vardır. Dahası Türk dili ve Kürt ağzı bu yönüyle diğer kavim dillerinden ayrılıp cümle dizisi birlikteliğine sahiplerdir. Ancak burada şu sual akla gelebilir, madem Türk ve Kürt sentaks yapısında uyumluluk var, o halde Kürt ağzı da nereden çıktı diyebilirsiniz. Muhtemeldir ki Kürtler tarihte hangi topluluklarla beraber bulunmuşlarsa bu buluştukları pek çok kavimlerin dillerin söz yığınları birikiminden ağızlar edinmişlerdir. Hadi lehçe farklılıklarını anladıkta peki ya şu Kürt ağzını oluşturan Farsça-Arapça, Türkçe-Farsça, Türkçe-Arapça ya da hepsinin karışımına ne demeli. Anlaşılan o ki tüm bu karışımlar eşliğinde ağız diliyle de kalınmamış zaman içerisinde dal budak salıp Kurmançça, Zazaca, Kırmançça, Gorani ve Sorani gibi Kürt lehçelerde sahne almıştır. Öyle ki Kürt ağzından dal budak salan bu denli lehçe veya şive çeşitliliği sanki Türk, Arap ve Fars kültür dairelerinden ödünç alınmış bir çeşitlilik gibi gözüküyor. Bize öyle geliyor ki çetin coğrafi şartların doğurduğu göç hareketleri Kürt ağzını doğrudan etkileyip çeşitliliğe yol açmıştır. Tabii bu bizim kanaatimiz. Kürt kardeşlerimiz bu kanaate iştirak etmeyebilir, hakkıdır. Buna saygı duymak gerekir. Bize düşen bu kanaati illa kabul görsün tarzında dayatmamaktır. Hele şükür artık başımızda yasakçı bir devlet zihniyeti yok, bilakis Kürt kardeşlerimizin talepleri doğrultusunda ana dilde kurs, ana dilde televizyon, ana dilde şarkı gibi birçok faaliyetlere özgürlük tanıyan bir hizmetkâr devlet var. Sakın ola ki devletin bu tür uygulamaları bir lütuf olarak algılanmasın, bu coğrafyanın havasını teneffüs eden her bir vatandaşın en tabii hakkıdır zaten. Dil ya da ağız hiç fark etmez, bu tür taleplerin devlet tarafından yerine getirilmesinde hiçbir sakınca yoktur. Ne var ki bir kısım aydınlar bu tür taleplerin yerine getirilmesini taviz olarak değerlendirip “ipin ucunu bir kaçırırsak arkası gelir” diyorlar. Onlar diye dursun devletimiz geçte olsa bu tür kaygıların yersiz olduğunu fark etmiş durumda, artık bölge halkının talepleri görmezden gelinmiyor. Bakın Asker Paşalarımızın bir kısmı görevde bulundukları yıllarda güvenlik saikı refleksiyle bir tutum izlerken emekli olduktan sonra bu tutumlarının doğru olmadığını itiraf edip görüş değiştirebilmişlerdir. Artık hamasi söylemlerle bir yere varılmayacağını hemen herkes fark etmiş durumda. Nasıl fark etmesin ki, Türkiye'mizin neredeyse her karış toprağında İngilizce dil kursları gırla giderken, ama vatandaşın ana dili kursa tabi sözkonusu olduğunda derhal kafalarda bölünme algısı oluşturulabiliyor. Neyse ki devletimiz eski statükocu zihniyette bir devlet değil, bilakis 2023 Türkiye’sini hedef edinmiş, özgürlüklerden yana vatandaşın konuştuğu dile, giydiği elbiseye, söylediği şarkıya son derece hürmetkâr bir devlettir. Hatta hürmetin ötesinde vatandaştan gelen talepleri karşılamak için canhıraş çalışan bir devletimiz var. Zaten toplumsal talepleri yerine getirmek devletin asli görevidir, vatandaş bu hakkı kullanır ya da kullanmaz o vatandaşın bileceği bir husus. Dolayısıyla geçte olsa devletimizin TRT Kurdî kanalını devreye sokması, Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması ve Kürtçe dil kursları açması yönünde attığı adımları kayda değer buluyoruz. Düşünsenize eski Türkiye'de bir zamanlar Kürtçe müzik, Kürtçe dil kursu, Kürtçe televizyon, Kürtçe köy ve şehir isimleri kullanmak, Kürtçe hukuki savunma hakkı, Kürtçe miting, Kürtçe afiş ve Kürtçe pankart asmak yasaktı. Hele şükür ki yasakların maraz doğurduğu anlaşıldı da bu tür uygulamalara son verildi. Bu demektir ki yasaklar rafa kaldırılınca kıyamet kopmuyormuş, tam aksine normalleşiyoruz, tabii anlayana. Yinede her şey bitmiş sayılmaz, önümüzdeki yıllarda daha pek çok konuda atılacak adımlar var.
Bunca yaşanan acı tecrübelerden sonra şunu iyice anladık ki; sırf güvenlik önlemleriyle Kürt meselesi çözüm bulmuyor, illa ki barışçıl yöntemlere de ağırlık vermek gerekiyor. Bakın barışçı yöntemler devreye girmesiyle birlikte 2013 yılın başlarından 2015 ortalarına süren süreçte şehit cenazeleri yurdun dört bir yanına gelmez olmuştu. Maalesef iç ve dış mihraklar baktılar ki barışçıl çözümlerle Türk-Kürt kardeş olacak, hemen Suruç’ta, Diyarbakır'da, Ankara Garında gerçekleştirdikleri canlı bomba ve katliamlarla çözüm sürecini akamete uğrattılar. Yani 2015 Kasım seçimleri öncesi 2-3 yıllık sakin ve huzurlu bir havadan sonra Türkiye yeniden kanlı eylemlere sahne oldu. Allah’tan devlet bu tür saldıralar karşısında hiçbir acziyete düşmeden inlerine girecek kadar kararlığını gösterip gereken dersi vermiştir. Öyle bir ders verdi ki; PKK tarihinde böylesine bozguna uğramamıştı. Tek hesap edemedikleri bir şey vardı, o da Türkiye, artık eski Türkiye değildi, Yeni Türkiye’de yazılımı tamamen bize ait insansız hava uçakları, milli Altay tanklarımız, Göktürk uydumuz, son derece teknolojik donanıma haiz silahlarımızın varlığıdır. Daha da hesap edemedikleri bir şey daha vardı ki, o da hiç kuşkusuz devletin görünen gücü diyebileceğimiz tüm emniyet teşkilatı birimleri ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin milletimizle el ele gönül gönüle vererek ortaya müthiş dayanışma örneği koymalarıdır. İşte bu müthiş dayanışmadır ki, kurguladıkları tüm planlar ters tepip sonlarını hazırlamaya yetmiştir. Evet, karşılarında eski derin devlet klikleri yoktu, artık kendini milletine adamış gerektiğinde Yunus olan, gerektiğinde Yavuz olabilen bir devlet vardır. Senmisin milletine kendini adamış devletin şefkat elini kırmaya, o zaman devletin bu noktada Yavuzca olması kaçınılmazdır. Ta ki silahları bırakıp ya da toprağa gömüp betonlar, hiç kuşkusuz devletin şefkat eli yeniden Hızır gibi yetişirde.
Madem Devletimiz 2015 Kasım seçimi öncesi tüm planları bozdu, o halde yeniden el ele, gönül gönüle verip kalıcı normalleşmeye yönelik adımları atmak zamanıdır. Yeter ki bölünme korkusunu zihnimizden atalım yarınlarımız aydınlık olacaktır. Her ne kadar çözüm süreci buzdolabında dondurulmaya alınsa da sular durulduktan sonra kaldığı yerden devam etmeli. 2023 Yeni Türkiye Hedefine doğru giden yolda bunu yapmaya mecburuz da. Hedefi olmayanların derdi davası belli, kana kan, dişe diş, cana can almaktır, biz onlar gibi olamayız elbet. Onlar çok iyi biliyor ki kan bittiğinde dava mava diye ortada bir şey kalmayacak, rantta bitmiş olacak. İşte çözüm sürecini ikide bir baltalamalarının arkasında yatan sır bu tür kaygılar ve çıkar ilişkileridir, asla onların evlat acısı, anaların gözyaşı umurlarında olmaz, varsa yoksa onlar için içi boş kof davaları mühimdir.
Her neyse onlar kan ve rant davası güde dursunlar biz bu arada şunun bilincinde olmamız icab eder; 'Kürt dili' ya da bir başka dil teorileriyle bir topluluğun milliyeti belirlenemez. Nasıl mı? İşte Bulgarlar Türk soyundan, ama Türkçe konuşmazlar. Keza bir başka benzer örnekte antropolojik farklılıktır. Örneğin Yakutlar Türkçe konuşur ama antropolojik bakımdan Türk tasnifine girmezler. O halde bir ülkenin antropolojik yapısı ya da konuştuğu dile bakaraktan soy sop faslına girmek doğru bir yaklaşım sayılmaz. Kaldı ki dünya üzerinde saf ırk, ya da saf dile dayalı bir millet yok ki. Maalesef içimizde birtakım bölücü mihraklar Kürt ağzında ağırlıklı olarak yer alan Farsça kelimelerden hareketle Kürtleri ayrı millettenmiş gibi gösterme çabası içerisindeler. Ama her ne hikmetse Kürt ağzında yer alan Türkçe ve Arapça kelimeleri es geçmekteler. Hadi diyelim ki bunu görmezden geldik, peki şu yukarıda belirttiğimiz Kürt ve Türk dili sentaks diziliminin birbiriyle uyumlu olmasına ne buyururlar acaba. Dolayısıyla Kürt konusunu sırf dil, sırf ırk kriterleriyle çözemeyiz. Çözümün adresi bellidir, yani Türk Kürt kardeşliğidir. Kardeşliğin dışında hiçbir sihirli formül aramaya gerek yok, sonuçta hepimiz Ben-i Âdemiz. O halde halkımızın dillendirdiği o “Türk Kürt kardeştir, bunu bozan kalleştir” gür sedasını ilan etmekte fayda var.
Yenisey kitabeleri
Katılırsınız ya da katılmazsanız Yenisey kitabelerinde geçen ifadeler pas geçilecek bilgiler değil. Gerçekten de Seyyid Ahmet Arvasi Türk-İslâm Ülküsü (I. cilt) adlı kitabında o bilgileri şöyle dile getirir: "Yenisey'de yapılan kazılarda Kürt İlhanı Alp Urungu'nun mezar taşı, bugün Orta Asya'dadır ve kitabesi Türkçedir. Doğu Anadolu toprakları kazıldıkça yerden Akkoyunlu ve Kara koyunlu heykelleri çıkmakta. Doğu Anadolu'da yolun gitmediği yerlere Arap ve Fars dili girmiş, mektup ulaştırabildiğimiz yerler Türklüklerini korumuş bulunmaktadır. Hatta Ahmet Arvasi söz konusu kitapta bunlada yetinmeyip bir takım edindiği bilgilere dayanarak son noktayı şöyle ortaya koyar; “Şu halde Kürt diye anılan bu boy Turanî olup, Türk soyundan gelmektedir. İçinde ‘Kürüt’ kelimesi geçen bu belge karşısında bölücülerin susması gerekmez mi? Zira Göktürk alfabesi ile yazılmış 12 satırlık kitabede; ‘Kürt El-Kan Alp Urungu, altunlug keşiğim bandım belde, elim tokuz kırk yaşım’ denmektedir.” Peki, bu ifadeler ne anlama gelmekte? Bakın Namık Orkun “Eski Türk Yazıları” (C.1) eserinde bu ifadeler şöyle tercüme edilir: "Kürt İlhanı Alp Urungu'yum. Altunlu okluğumu bağladım belde, elimde devletim, otuz dokuz yaşında öldüm" (Kürt elinin hanı Alp Urungu Altunlu olduğunun bağladım belde ülkem. Otuz Dokuz Yaşımda).
İşte yukarıda ifade edilen satırlar iyi analiz edildiğinde gayet açık ve net, Kürtlerin soy kütüğü kitabelerde yerini bulmuş gözüküyor. Dedik ya kabul eder ya da etmezsiniz bu tür ilmi araştırmalar ve kitabeler Kürtlerin millet olduğu teorisini çürütecek cinstendir. Dahası birlik beraberliğimizi çekemeyen birtakım iç ve dış mihrakların tüm Doğu ve Güneydoğuyu kapsayan hat üzerinde 5000 yıl öncesinden bugüne kadar Ari dil grubuna bağlı Kürtçe konuşan her topluluğu Kürdistan bayrağı altında tek devlet yapma planlarını yerle bir edecek cinsten kitabedir. Bakın Türkler Malazgirt zaferi öncesinde Anadolu'ya geldiklerinde pek çok farklı kültür ve soydan topluluklarla karşılaştılar. Yani Türkler daha Anadolu’ya daha ayak basmadan buralara daha öncesinden Hurriler, Hititler, Urartular, Persler, Medler, Makedonyalılar, Sakalar, Hazar Türkleri, Müslüman Araplar ve Bizanslılar gelmişler ve her bir gelen topluluğun da kısa veya uzun dönemli hâkimiyetleri olmuş. Derken buralara en son kalıcı mührü Malazgirt zaferiyle birlikte biz vurmuşuz. İyi ki de Anadolu kapıları Türklere açıldı da Doğu ve Güneydoğu Anadolu havzasında boy veren her türden oluşan kültür ve medeniyet topluluklarına beşiklik etmişiz. İlginçtir iyi has beşiklik etmişizde her ne hikmetse söz konusu toplulukların konuştuğu dillerle ilgili arşiv taramalarında epey belgeye rastlanmasına rağmen bu topluluklar arasında Kürt ağzıyla alakalı ne bir Kürtçe bir metin, ne bir kitabe, ne de herhangi bir vesika var. Tek bir belge var, o da malum Anadolu toprakları dışında, yani Ahmet Arvasi’nin “Doğu Anadolu Gerçeği” kitabında adını andığı belirttiği sadece Orta Asya'da ki Göktürk alfabesiyle kaleme alınmış Yenisey anıt kitabeleri var. Üstelik sözü edilen o kitabede geçen 'Kürt' ibaresi de Turanî bir içerik taşımakta, yani ortada Göktürklerin (Kök Türükler) himayesinde boy vermiş Kürt Uruğu mevzubahis konusudur. Ki, bu Kürt Uruğu ilhanının adı Alp Urungu'dur. İşte kitabede yer alan 'Kürt Uruğu ilhanı Alp Urungu' ifadesi bir takım fitne ve fesat odaklarının uykusunu kaçırmaya yeter artar da.
Evet, kelimenin tam anlamıyla Yenisey'de yapılan kazılarda ortaya çıkan mezar taşında ismi geçen Alp Urungu "Turanî" boydan, yani Kürt Uruğu bir ilhandır. Besbelli ki Yenisey'deki o kitabede geçen o isim ortada durdukça Kürtlerin ayrı bir millet olduğunu söylemek hiçte kolay olmayacaktır. Madem aklın yolu bir, o halde Türk Kürt kardeşliğinden söz etmek varken başka yollara sapmanın ne anlamı var ki.
Vesselam.