Fethedilen topraklardan himayemiz altına giren gayrimüslim çocuklarını sarayda eğitmek suretiyle devlet kademelerinde görev almalarına ve pek çok hizmet alanlarında topluma kazandırılmaya yönelik sistemin adıdır kul devşirme sistemi. İşte bu yüzden kul devşirme sistemini Nizam-ı âlem’e giden yolda destek donanım olarak görürüz. Ne var ki, XX. yüzyıl tarihçilerimizin birçoğu kul devşirme sistemine önyargılı bakışla yaklaştıkları içindir Osmanlının yıkılış sebebini bile buna dayandırmışlardır. Tabi hal vaziyet böyle olunca tarihe bakışımız kâh yerme kâh övme ekseninde seyretmektedir. Övme ya da yerme hiç fark etmez, sonuçta her iki durumda da tarihe tek kutuptan bakmak olur ki, bu tip bakışın hiçbir kimseye yarar getirmediği gayet net açık ortada. Yok, eğer tarihi hadiselerin arka planına inip sebep-netice ilişkisi çerçevesinde değerlendirmelerde bulunulmuş olsaydı, elbette ki asıl derdimizin bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olduğu anlaşılacaktı. Tam aksine hamasetle meseleleri hal yoluna koyacağımızı sanmışız. Oysa hamasetle nereye kadar varabiliriz ki. Zaten hamasete kaçtıkça da kul devşirme sistemine neden bir türlü akıl sır erdiremediğimiz kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor da.
Bilhassa yirminci asrın başlarında ulus devlet söylemlerin baskın hale gelmesiyle birlikte ister istemez kul ve devşirme sistemi hususunda maksadını aşan hamaset söylemlerde o derece artış kaydedecektir. Derken Osmanlı arşivlerinde kayıtlı olan kul devşirme sistem üzerinde ilmi ve objektif bilgi dokümanları gümbürtüye gidip yerini hamaset içeren değerlendirmelere bırakacaktır. Şayet arşivlerimizi hakkıyla tarasaydık şemsiyemiz altına aldığımız gayrimüslim çocukların Osmanlı sarayında belli bir eğitimden geçerek devletin en tepe noktalarına nasıl yükseldiklerinin sırrına vakıf olabilirdik pekâlâ. Yani kul devşirme sisteminin Nizam-ı âlem’e giden yolda en önemli stratejik bir hamle uygulaması olduğunu fark etmiş olacaktık. Hadi bu stratejik deruniliği fark edemedik diyelim, peki ya Osmanlının düşüş gerekçesini devşirmeciliğe dayandırmaya ne demeli. Sanki düşüşümüzü devşirmelere dayandırdıkta ne oldu, başımız göğe mi erdi? Daha da ilginç olan Fuat Köprülü, İsmail Hamdi Danişment, Ziya Gökalp ve Nihal Atsız gibi anlı şanlı kalemlerimiz bile bu koroya dâhil olup Osmanlının kul devşirme sistemine reddiye döşemişlerdir. Aslında kul devşirme sisteminin Osmanlıyı çöküşe götüren tek yegâne sebep olarak sunmakla kendi kendimizi aciz duruma sokmuş olduk, doğrusu bu durum kanımıza dokunmakta da. Nasıl dokunmasın ki, güya kul devşirme sistemi içerisinden yetişen bir avuç devlet erkânının koskoca Devlet-i Aliyye’yi çökerttiği çok rahatlıkla fütursuzca söylenebiliyor. Hatta bu hususta bir bakıyorsun işi çığırtkanlığa döküp meseleyi damarlarımızda dolaşan kana kadar taşıyanlar olabiliyor. Aman Allah’ım devşirme kanı nasıl bir kansa güya günü geldiğinde bir anda hainlik damarı çatlayıverdiğinde devleti içten içe çökertecek harekete dönüşebiliyormuş. Dilin kemiği yok ya, yine bir bakmışsın tarihten bugüne yaşadığımız tüm olumsuzlukların baş müsebbibi olarak devşirmeler gösterilebiliyor. Gerçekten öylemidir dersiniz, oysa buna kargalar bile güler. Bikere kul devşirme sistemine analitik bir gözle bakıp kritiğini iyi analiz edilmiş olsaydı devşirmelerin tıpkı bizim gibi Türkçe konuşan, Türk gibi düşünen, Türk gibi refleks gösteren insanlar olduğunu görecektik. Elbette ki sistem içerisinde birkaç sinsi hain çıkmış olabilir, ama bu demek değildir ki tüm devşirmeler hain unsurlardır. Hani “istisnalar kaideyi bozmaz” diyorduk, şimdi birden bire ne oldu da birkaç istisna kabilden örneklerden hareketle asrın en akıl dolu projesi diyebileceğimiz böylesi kul devşirme sistemini karalanabiliniyor. El insaf, bari bize deyin ki elimizde devşirmeler hakkında öyle belgeler var ki, bulundukları dönemlerde Boşnaklık, Sırplık, Hırvatlık vs. çatısı altında örgütlenip devlete başkaldırmışlar. Hiç kuşkusuz böyle bir belge sunamayacaklardır. Yoksa şunu mu diyeceklerdir; devşirmeler Osmanlının yükselişinde tehlike teşkil etmiyordu ama Osmanlı düşüşe geçince tehlikeli oldular. Şu iyi bilinmeli ki, Osmanlı yükselişten düşüşe geçmesiyle birlikte sadece kul devşirme sistemi değil hemen hemen tüm müesseseler güven kaybına uğramıştır. Hele bir devlet düşüşe geçmeye dursun, bu düşüşle birlikte sistemi ayakta tutan tüm unsurların dejenerasyona uğrayıp güven kaybına uğraması gayet tabii durumdur. Hele birde buna tüm dünyada Fransız ihtilali müteakip dalga dalga yayılan menfi milliyetçi rüzgârlarının toprağımıza sıçradığını düşündüğümüzde çöküşümüz kaçınılmaz hal alırda. İşte bu güvensizlik ortamında imparatorluk geleneğimiz içerisinde Türkçülük cereyanı yeni bir akım olarak doğar da. Ancak bu yeni doğan akım tüm etnik unsurları bağrına basacak misyondan uzak akım olarak dikkat çeker. Keza kul devşirme sistemine bakışı da birleştiricilikten uzak bakış olacaktır. Ne diyelim, bu tür ötekileştirici bakışlar çoğaldıkça tarihte devşirme kökenli her kim vezir olmuşsa o’nu çok rahatlıkla hainlik kategorisine sokabiliyoruz. Örnek mi? İşte devşirme kökenli Sokulu Mehmet Paşa gibi vezirlere yapılan haksız ithamlar bunun teyididir. Oysa Veli Mahmut Paşa, Gedik Ahmet Paşa, Arnavut devşirmesi Köprülü ailesinden gelen paşalar gibi tüm devşirme vezirler kul sistemi içinde yetişmiş, ama kendini Türk veya Osmanlı gibi hissedip devlete öyle hizmet etmişlerdir. Dolayısıyla sırf bir devlet adamının etnik kökenine bakaraktan soy sop faslı çerçevesinde hainlikle suçlamak objektif tarih anlayışıyla asla bağdaşmaz. Belki içlerinde alçak, pısırık ve hiçbir kıymet değer ifade etmeyen devlet adamı çıkmış olabilir, ama bu genele şamil kabul olmamalıydı. Her nedense birilerini kimliklerine dayanaraktan ajan kışkırtıcı görme marifetmiş gibi bir tutum içerisine girebiliyoruz. Oysa böyle bir tutum içerisine girmek acziyetin ifadesi bir eğilimdir. Asıl er yiğit odur ki; tarihi hadiseleri değerlendirirken eteğindeki tüm taşları sebep-netice çerçevesinde ortaya döküp objektif veriler koyabilendir. Zira objektif veri ortaya koyabilmek çok büyük çaba, çok büyük emek ve yorgunluk ister. Ama gel gör ki her zaman olduğu gibi kolay olana kaçıyoruz hep. Üstelik adına da tarihçilik diyoruz.
Nasıl ki günümüzde her aile evlatlarını en iyi okullarda okutmak çabası içerisine girip gerektiğinde Avrupa da öğrenim görmesi için her türlü imkânlarını seferber ediyorsa, aynen öylede Osmanlı döneminde de batı insanı, bizim o muhteşem medeniyetimizin cazibesine kapılıp o dönemlerimizin üniversite hükmünde saraylarımıza girmek için can atmışlardır. Çünkü saraylarımız saray olmanın ötesinde üniversite hükmünde külliyelerdi. İşte bu yüzdendir ki Osmanlı sarayları batılının iştahını kabartıyordu. Zira saraylarda kul devşirme sistemi çerçevesinde yetişip mezun olanlar subaşı, sancak beyi ve beylerbeyi vs. görevlere gelebiliyordular. Derken bu sistemle birlikte cihangir devlet olmuşuz da. Eğer böyle bir sistem olmasaydı farklı inanç ve etnik kökene sahip insanları 600 yıl bir arada tutmamız mümkün olmayacaktı. Yani, Cihangir Devlet aklı işi ta baştan sağlama alarak bağrında taşıdığı unsurları dinine milliyetine bakmaksızın bu geniş coğrafyada bir arada nasıl yaşanabileceğinin formülünü kul ve devşirme sistemiyle çözüme kavuşturmasını bilmiştir.
Ne zaman ki cihan devletimiz XX. asrın başlarında nükseden ulus devlet anlayışı söylemlerin etkisiyle tek tipe bürünür işte o zaman kul devşirme sistemine de farklı gözle bakar hale geliriz de. Sadece devlet mi, elbette ki buna pek kıymetli tarihçilerimizde buna dâhildir. Yine de biz kıymet değer tarihçilerimizin bu husustaki ön yargılı yaklaşımlarına rağmen diğer konularla alakalı yayınladıkları eserlerine gölge düşürmeyeceği kanaatindeyiz. Bu yüzden hüsnü niyetimizi korumak arzusundayız. Zira bu hususta sadece tarihçilerimiz yanılmış değil neredeyse tüm insanlık yanılmıştır. Sonuçta hakikat er geç gün yüzüne çıkabiliyor. Çıkınca da malum, kazanan ön yargılı yaklaşımlar değil, objektif tarih anlayışı ve insanlığın sağduyusu kazanmış oluyor.
Şu bir gerçek kul devşirme sistemi kendi mantık silsilesi içerisinde iyi düşünülmüş bir model olmanın ötesinde, kesretten vahdete giden yolun ta kendisi de. Şayet dert dava çokluk içinde birlik olmaksa, işte bunu en iyi şekilde uygulayıcısı olan Osmanlı karşımızda duruyor ya, bu yetmez mi? Hem de tarihin yapraklarını şöyle çevirdiğimizde Osmanlının deha aklını devşirme sisteminin içerisinde tüm heybetiyle kodlu olduğunu görecek şekilde yetecektir. Ecdadımız öyle akıl dolusu bir sistem kurmuşlar ki, zayıf insanları yetiştirmek suretiyle güç oluşturulabiliyor. Besbelli ki kul devşirme sistemi akıl gücümüzün göstergesi bir sistemdir. Nasıl akıl göstergemiz olmasın ki, bikere kul taifesi deyince köle akla gelir ki, işte biz bu köle taifesinden devletin yararına yönetici kazandırabiliyoruz. Bakmayın siz öyle köle insanların zayıf görünmelerine, bikere eğitilmeleri hür insana nazaran çok daha kolaydır. Eğitim hususunda hür insana hükmetmek zor ama köle insan öyle değil, hemen emre amade olacak şekilde kendini biçimlendirir. Adı üzerinde köle, fırsat sunulduğunda konumuna konum katmak için çok çaba sarf ederekten her alanda bilinçlenecekleri muhakkak. Nitekim Mimar Sinan gibi niceleri bu kul taifesinden çıkmışlardır. Yani, kul-devşirme sistemi içerisinden nice sanatkâr, nice dehalar, hatta sadrazamların çıkması bir kölenin neler yapabileceğinin bariz göstergeleridir. Kelimenin tam anlamıyla böylesi müthiş sistem için başlı başına bir medeniyet projesi dersek yeridir. Bakın, Moltke ne diyor ‘Türkler kölelikte dahi garbın idrakinden çok daha ileri düzeydedir.’
Evet, Moltke’nin tespiti yerinde bir tespit. İcabında bu tespit ‘abd-kul’ olmadan efendi olunamaz şeklinde de yorumlanabilir. Zira Osmanlı padişahları kendilerini efendi görmedikleri içindir Allah’a köle reayanın hizmetkârıdırlar. Nitekim her cuma selamlıkta askere ‘Gururlanma padişahım senden büyük Allah var’ tempo tutturmakla halka hizmetkâr olduklarını duyurusunu yapmaktalar. İşte bu yüzden ‘abd’ olmadan efendi olunamaz diyoruz.
Malumunuz Yüce Müberra Dinimizde; ‘Kölelerinize yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydiriniz demiş ve bir günah işlerseniz günahınıza kefaret için köle azad ediniz’ düsturu esastır. İşte bu düstur sayesinde İslam’ın ışığında Devlet-i Aliyye uygulamalarımız toplumun en aşağı tabakasında bulunması gereken köle için bile en yukarı mevkilere kadar yükselebilmesine imkân verecek şekilde tezahür etmiştir. Hani ikide bir eğitimde fırsat ve imkân eşitliğinden söz ederiz ya, bunu asırlar öncesinde ecdadımız sistemini kurarak uygulamış ta. Nasıl mı? İşte kurduğu sistem sayesinde bir bakıyorsun Mısırlı Ali Paşa kul sistemiyle sadrazam, Abaza olan Koca Hüsrev Paşanın yetiştirdiği otuz üç köle paşa olabiliyor. Hatta kölelerden sekizi müşavirliğe yükselmiş bile Tabii bitmedi, bu ve buna benzer daha nice örnekler verilebilir pekâlâ.
Klasik döneminin ürettiği kul devşirme sistemi günümüz dünyası eğitim bakımdan modern karşılığı kolejler dersek yeridir. Şayet meselelere ön yargılı yaklaşacaksak saray eğitimi o devrin şartlarında neyse bugünde kolejler aynı kategoride değerlendirmeliydi. Öyle ya bir kısım Türk aydınları Osmanlının yıkılış sebeplerini tek kaynağa bağlayaraktan, yani bütün kabahati dönme ve devşirmelerin omuzlarına yüklerken, yine aynı mülahazalarla bir kısım çevrelerinde Türkiye’de pek çok kolejlerin ajan okulları olarak faaliyet gösterdiklerini yazıp çizdiklerinde neden sus pus olduklarını bir değil bin düşünmelerinde fayda var elbet.
Aslında köleliğin kaynağı biz değiliz, çok eski kavimlere dayanır, yani bu çarpık düzeni kucağımızda bulduk ama bize sadece ıslah etmek düştü. Düşünsenize bir zamanlar İsrail oğulları tarafından savaşlarda ele geçen esirler işkenceyle öldürülmeye maruz kalırlardı. Mısırlılar da köleyi maddi servetlerini artırmakta vasıta olarak kullanırlardı. Hakeza İran’da toprak sahipleri halkı köle gibi görürlerdi. Yunanlılarda ise değil köleler, filozoflar bile insanlık dışı zulümler altında inlerdi hep. Nasıl mı? İşte Aristo’nun şu sözlerinde kölenin tarifini görmek mümkün: “Ruhlu bir alet, canlı bir eşyadır.”
Evet, bu sözler hiç tartışmasız Yunanın köleye bakışını ortaya koyacak niteliktedir. Dahası gerek Yunan olsun ve gerekse Roma olsun hiç fark etmez kölelik sistemini çok katı ve son derece acımasız şekilde yürütmüşlerdir. Yunanlılar sadece savaştan elde edilen esirlerden kurulu kölelik sistemiyle yetinseler pek üzerinde durmayız, ama o kadar aç gözlüler ki ayrıca sahil memleketlere baskınlar yaparaktan da sömürgeye dayalı köle ticari ağı kurmuşlar bile. Sonuç olarak batıda kölenin hukuku yoktu diyebiliriz. Başka daha ne diyelim, işte görüyorsunuz vahşi batı bu ya, bilhassa Hz. İsa (a.s) sonrası öldürülünceye kadar her türlü işkenceye maruz kalan köleliğin yanı sıra esir pazarında alınıp satılan, aynı zamanda bir çeşit köle alışverişine dayalı bir sistem adım adım hayatın içinde tatbik edilirde.
Peki ya Türkler ve Araplar? Malum, Türkler İslam öncesi göçer-konar yapısının gereği kölelik sistemi görülmez. Araplarda ise kabileler arası savaşlarda ele geçen esirler erkekse köle, kadınsa cariye adı altında en ağır işlerde çalıştırılırdı. Neyse ki İslamiyet’in bir güneş misali Mekke semalarında doğmasıyla birlikte kölelik müessesi hızla düzene kavuşarak insanlığın rahat nefes almasını beraberinde getirecektir. Zira İslam dini savaşın dışında herhangi bir insanı alıkoyma, kullanma, satmaya ve satın almaya dayalı sistemi tâ baştan men etmiştir. Şayet savaş esirleri Müslümanlığı kabul ederse hem cizye alınmaz, hem de köle muamelesi yapılmaz, sadece köle olarak kalır. Yok, eğer savaş esirleri Müslümanlığı kabul etmezlerse cizye ödemeye mecbur tutulur, ödeme durumu olmayanlar ise köle yapılırdı. Savaş dışında kelime-i tevhidi ikrar eden köle, köle değil bilakis hür insandır artık. Ne diyelim, işte köleyi sultanla eşit kılan tek din İslam budur.
İşin özü batıda kölenin hukuku söz konusu değildir. İyi ki İslam dini bir güneş gibi insanlığın üzerine doğdu da toplumların iliklerine kadar işlemiş olan kölelik sistemi ıslah edilerek kölelere hukuk tayin edilir. Kaldı ki İslam’la birlikte ebedül ebed ölene kadar illa köle olarak kalma şartı yoktur, bilakis belli şartlar dâhilinde azad edilmesi söz konusudur. Ayrıca dinimizde köle sahiplerine yediklerinizden, giydiklerinizden, içtiklerinizden veriniz hükmünün yanı sıra eğitim ve öğretim imkânlarının aynısını kölelerinde yararlanmasını getiren bir dizi kurallar da ön görmüştür. İşte bu nedenle Rasulullah (s.a.v) vahyin ışığında; “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak ise şeamettir” beyan buyurmasının yanı sıra “Emriniz altında bulunanlara kötü davranan Cennete giremez” diye uyarı yapmayı da ihmal etmemiştir. Hele İslam dini cihan sathına yayıldıkça daha ileri aşamalar da tıpkı Resulullah (s.a.v)’in kölesi Zeyd bin Harise’yi hiçbir bedel karşılığı olmaksızın azad ettiği gibi Allah için köle azad etmeye de teşvik etmiştir. Nitekim İslam tarihinde mevalinin (azatlıların) ilim sahibi, kumandan ve yönetici (devlet adamı) konumuna geldiği gerçeği batı dünyasıyla aramızdaki farkı ortaya koymaya yeter artar da. Zaten bize de bu yakışırdı. Bir başka ifadeyle bize insanı köle yapmak değil, tam aksine köleyi hürriyetine (azad etmeye) kavuşturmak, mevki, makam ve ilim sahibi yapmak yakışır dı, zaten öyle de oldu. Dolayısıyla ne Amerika’nın siyahîlere yaptığı zulüm, ne İngiltere’nin köle ticareti, ne de Fransa’nın 1685 tarihli ayrımcı siyahî kanunu asla bizim tarzımız olamaz, yaraşmazda.
Velhasıl; İslam dini tek evrensel hakikatler kaynağıdır. Bu böyle biline.
Vesselam.
Bilhassa yirminci asrın başlarında ulus devlet söylemlerin baskın hale gelmesiyle birlikte ister istemez kul ve devşirme sistemi hususunda maksadını aşan hamaset söylemlerde o derece artış kaydedecektir. Derken Osmanlı arşivlerinde kayıtlı olan kul devşirme sistem üzerinde ilmi ve objektif bilgi dokümanları gümbürtüye gidip yerini hamaset içeren değerlendirmelere bırakacaktır. Şayet arşivlerimizi hakkıyla tarasaydık şemsiyemiz altına aldığımız gayrimüslim çocukların Osmanlı sarayında belli bir eğitimden geçerek devletin en tepe noktalarına nasıl yükseldiklerinin sırrına vakıf olabilirdik pekâlâ. Yani kul devşirme sisteminin Nizam-ı âlem’e giden yolda en önemli stratejik bir hamle uygulaması olduğunu fark etmiş olacaktık. Hadi bu stratejik deruniliği fark edemedik diyelim, peki ya Osmanlının düşüş gerekçesini devşirmeciliğe dayandırmaya ne demeli. Sanki düşüşümüzü devşirmelere dayandırdıkta ne oldu, başımız göğe mi erdi? Daha da ilginç olan Fuat Köprülü, İsmail Hamdi Danişment, Ziya Gökalp ve Nihal Atsız gibi anlı şanlı kalemlerimiz bile bu koroya dâhil olup Osmanlının kul devşirme sistemine reddiye döşemişlerdir. Aslında kul devşirme sisteminin Osmanlıyı çöküşe götüren tek yegâne sebep olarak sunmakla kendi kendimizi aciz duruma sokmuş olduk, doğrusu bu durum kanımıza dokunmakta da. Nasıl dokunmasın ki, güya kul devşirme sistemi içerisinden yetişen bir avuç devlet erkânının koskoca Devlet-i Aliyye’yi çökerttiği çok rahatlıkla fütursuzca söylenebiliyor. Hatta bu hususta bir bakıyorsun işi çığırtkanlığa döküp meseleyi damarlarımızda dolaşan kana kadar taşıyanlar olabiliyor. Aman Allah’ım devşirme kanı nasıl bir kansa güya günü geldiğinde bir anda hainlik damarı çatlayıverdiğinde devleti içten içe çökertecek harekete dönüşebiliyormuş. Dilin kemiği yok ya, yine bir bakmışsın tarihten bugüne yaşadığımız tüm olumsuzlukların baş müsebbibi olarak devşirmeler gösterilebiliyor. Gerçekten öylemidir dersiniz, oysa buna kargalar bile güler. Bikere kul devşirme sistemine analitik bir gözle bakıp kritiğini iyi analiz edilmiş olsaydı devşirmelerin tıpkı bizim gibi Türkçe konuşan, Türk gibi düşünen, Türk gibi refleks gösteren insanlar olduğunu görecektik. Elbette ki sistem içerisinde birkaç sinsi hain çıkmış olabilir, ama bu demek değildir ki tüm devşirmeler hain unsurlardır. Hani “istisnalar kaideyi bozmaz” diyorduk, şimdi birden bire ne oldu da birkaç istisna kabilden örneklerden hareketle asrın en akıl dolu projesi diyebileceğimiz böylesi kul devşirme sistemini karalanabiliniyor. El insaf, bari bize deyin ki elimizde devşirmeler hakkında öyle belgeler var ki, bulundukları dönemlerde Boşnaklık, Sırplık, Hırvatlık vs. çatısı altında örgütlenip devlete başkaldırmışlar. Hiç kuşkusuz böyle bir belge sunamayacaklardır. Yoksa şunu mu diyeceklerdir; devşirmeler Osmanlının yükselişinde tehlike teşkil etmiyordu ama Osmanlı düşüşe geçince tehlikeli oldular. Şu iyi bilinmeli ki, Osmanlı yükselişten düşüşe geçmesiyle birlikte sadece kul devşirme sistemi değil hemen hemen tüm müesseseler güven kaybına uğramıştır. Hele bir devlet düşüşe geçmeye dursun, bu düşüşle birlikte sistemi ayakta tutan tüm unsurların dejenerasyona uğrayıp güven kaybına uğraması gayet tabii durumdur. Hele birde buna tüm dünyada Fransız ihtilali müteakip dalga dalga yayılan menfi milliyetçi rüzgârlarının toprağımıza sıçradığını düşündüğümüzde çöküşümüz kaçınılmaz hal alırda. İşte bu güvensizlik ortamında imparatorluk geleneğimiz içerisinde Türkçülük cereyanı yeni bir akım olarak doğar da. Ancak bu yeni doğan akım tüm etnik unsurları bağrına basacak misyondan uzak akım olarak dikkat çeker. Keza kul devşirme sistemine bakışı da birleştiricilikten uzak bakış olacaktır. Ne diyelim, bu tür ötekileştirici bakışlar çoğaldıkça tarihte devşirme kökenli her kim vezir olmuşsa o’nu çok rahatlıkla hainlik kategorisine sokabiliyoruz. Örnek mi? İşte devşirme kökenli Sokulu Mehmet Paşa gibi vezirlere yapılan haksız ithamlar bunun teyididir. Oysa Veli Mahmut Paşa, Gedik Ahmet Paşa, Arnavut devşirmesi Köprülü ailesinden gelen paşalar gibi tüm devşirme vezirler kul sistemi içinde yetişmiş, ama kendini Türk veya Osmanlı gibi hissedip devlete öyle hizmet etmişlerdir. Dolayısıyla sırf bir devlet adamının etnik kökenine bakaraktan soy sop faslı çerçevesinde hainlikle suçlamak objektif tarih anlayışıyla asla bağdaşmaz. Belki içlerinde alçak, pısırık ve hiçbir kıymet değer ifade etmeyen devlet adamı çıkmış olabilir, ama bu genele şamil kabul olmamalıydı. Her nedense birilerini kimliklerine dayanaraktan ajan kışkırtıcı görme marifetmiş gibi bir tutum içerisine girebiliyoruz. Oysa böyle bir tutum içerisine girmek acziyetin ifadesi bir eğilimdir. Asıl er yiğit odur ki; tarihi hadiseleri değerlendirirken eteğindeki tüm taşları sebep-netice çerçevesinde ortaya döküp objektif veriler koyabilendir. Zira objektif veri ortaya koyabilmek çok büyük çaba, çok büyük emek ve yorgunluk ister. Ama gel gör ki her zaman olduğu gibi kolay olana kaçıyoruz hep. Üstelik adına da tarihçilik diyoruz.
Nasıl ki günümüzde her aile evlatlarını en iyi okullarda okutmak çabası içerisine girip gerektiğinde Avrupa da öğrenim görmesi için her türlü imkânlarını seferber ediyorsa, aynen öylede Osmanlı döneminde de batı insanı, bizim o muhteşem medeniyetimizin cazibesine kapılıp o dönemlerimizin üniversite hükmünde saraylarımıza girmek için can atmışlardır. Çünkü saraylarımız saray olmanın ötesinde üniversite hükmünde külliyelerdi. İşte bu yüzdendir ki Osmanlı sarayları batılının iştahını kabartıyordu. Zira saraylarda kul devşirme sistemi çerçevesinde yetişip mezun olanlar subaşı, sancak beyi ve beylerbeyi vs. görevlere gelebiliyordular. Derken bu sistemle birlikte cihangir devlet olmuşuz da. Eğer böyle bir sistem olmasaydı farklı inanç ve etnik kökene sahip insanları 600 yıl bir arada tutmamız mümkün olmayacaktı. Yani, Cihangir Devlet aklı işi ta baştan sağlama alarak bağrında taşıdığı unsurları dinine milliyetine bakmaksızın bu geniş coğrafyada bir arada nasıl yaşanabileceğinin formülünü kul ve devşirme sistemiyle çözüme kavuşturmasını bilmiştir.
Ne zaman ki cihan devletimiz XX. asrın başlarında nükseden ulus devlet anlayışı söylemlerin etkisiyle tek tipe bürünür işte o zaman kul devşirme sistemine de farklı gözle bakar hale geliriz de. Sadece devlet mi, elbette ki buna pek kıymetli tarihçilerimizde buna dâhildir. Yine de biz kıymet değer tarihçilerimizin bu husustaki ön yargılı yaklaşımlarına rağmen diğer konularla alakalı yayınladıkları eserlerine gölge düşürmeyeceği kanaatindeyiz. Bu yüzden hüsnü niyetimizi korumak arzusundayız. Zira bu hususta sadece tarihçilerimiz yanılmış değil neredeyse tüm insanlık yanılmıştır. Sonuçta hakikat er geç gün yüzüne çıkabiliyor. Çıkınca da malum, kazanan ön yargılı yaklaşımlar değil, objektif tarih anlayışı ve insanlığın sağduyusu kazanmış oluyor.
Şu bir gerçek kul devşirme sistemi kendi mantık silsilesi içerisinde iyi düşünülmüş bir model olmanın ötesinde, kesretten vahdete giden yolun ta kendisi de. Şayet dert dava çokluk içinde birlik olmaksa, işte bunu en iyi şekilde uygulayıcısı olan Osmanlı karşımızda duruyor ya, bu yetmez mi? Hem de tarihin yapraklarını şöyle çevirdiğimizde Osmanlının deha aklını devşirme sisteminin içerisinde tüm heybetiyle kodlu olduğunu görecek şekilde yetecektir. Ecdadımız öyle akıl dolusu bir sistem kurmuşlar ki, zayıf insanları yetiştirmek suretiyle güç oluşturulabiliyor. Besbelli ki kul devşirme sistemi akıl gücümüzün göstergesi bir sistemdir. Nasıl akıl göstergemiz olmasın ki, bikere kul taifesi deyince köle akla gelir ki, işte biz bu köle taifesinden devletin yararına yönetici kazandırabiliyoruz. Bakmayın siz öyle köle insanların zayıf görünmelerine, bikere eğitilmeleri hür insana nazaran çok daha kolaydır. Eğitim hususunda hür insana hükmetmek zor ama köle insan öyle değil, hemen emre amade olacak şekilde kendini biçimlendirir. Adı üzerinde köle, fırsat sunulduğunda konumuna konum katmak için çok çaba sarf ederekten her alanda bilinçlenecekleri muhakkak. Nitekim Mimar Sinan gibi niceleri bu kul taifesinden çıkmışlardır. Yani, kul-devşirme sistemi içerisinden nice sanatkâr, nice dehalar, hatta sadrazamların çıkması bir kölenin neler yapabileceğinin bariz göstergeleridir. Kelimenin tam anlamıyla böylesi müthiş sistem için başlı başına bir medeniyet projesi dersek yeridir. Bakın, Moltke ne diyor ‘Türkler kölelikte dahi garbın idrakinden çok daha ileri düzeydedir.’
Evet, Moltke’nin tespiti yerinde bir tespit. İcabında bu tespit ‘abd-kul’ olmadan efendi olunamaz şeklinde de yorumlanabilir. Zira Osmanlı padişahları kendilerini efendi görmedikleri içindir Allah’a köle reayanın hizmetkârıdırlar. Nitekim her cuma selamlıkta askere ‘Gururlanma padişahım senden büyük Allah var’ tempo tutturmakla halka hizmetkâr olduklarını duyurusunu yapmaktalar. İşte bu yüzden ‘abd’ olmadan efendi olunamaz diyoruz.
Malumunuz Yüce Müberra Dinimizde; ‘Kölelerinize yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydiriniz demiş ve bir günah işlerseniz günahınıza kefaret için köle azad ediniz’ düsturu esastır. İşte bu düstur sayesinde İslam’ın ışığında Devlet-i Aliyye uygulamalarımız toplumun en aşağı tabakasında bulunması gereken köle için bile en yukarı mevkilere kadar yükselebilmesine imkân verecek şekilde tezahür etmiştir. Hani ikide bir eğitimde fırsat ve imkân eşitliğinden söz ederiz ya, bunu asırlar öncesinde ecdadımız sistemini kurarak uygulamış ta. Nasıl mı? İşte kurduğu sistem sayesinde bir bakıyorsun Mısırlı Ali Paşa kul sistemiyle sadrazam, Abaza olan Koca Hüsrev Paşanın yetiştirdiği otuz üç köle paşa olabiliyor. Hatta kölelerden sekizi müşavirliğe yükselmiş bile Tabii bitmedi, bu ve buna benzer daha nice örnekler verilebilir pekâlâ.
Klasik döneminin ürettiği kul devşirme sistemi günümüz dünyası eğitim bakımdan modern karşılığı kolejler dersek yeridir. Şayet meselelere ön yargılı yaklaşacaksak saray eğitimi o devrin şartlarında neyse bugünde kolejler aynı kategoride değerlendirmeliydi. Öyle ya bir kısım Türk aydınları Osmanlının yıkılış sebeplerini tek kaynağa bağlayaraktan, yani bütün kabahati dönme ve devşirmelerin omuzlarına yüklerken, yine aynı mülahazalarla bir kısım çevrelerinde Türkiye’de pek çok kolejlerin ajan okulları olarak faaliyet gösterdiklerini yazıp çizdiklerinde neden sus pus olduklarını bir değil bin düşünmelerinde fayda var elbet.
Aslında köleliğin kaynağı biz değiliz, çok eski kavimlere dayanır, yani bu çarpık düzeni kucağımızda bulduk ama bize sadece ıslah etmek düştü. Düşünsenize bir zamanlar İsrail oğulları tarafından savaşlarda ele geçen esirler işkenceyle öldürülmeye maruz kalırlardı. Mısırlılar da köleyi maddi servetlerini artırmakta vasıta olarak kullanırlardı. Hakeza İran’da toprak sahipleri halkı köle gibi görürlerdi. Yunanlılarda ise değil köleler, filozoflar bile insanlık dışı zulümler altında inlerdi hep. Nasıl mı? İşte Aristo’nun şu sözlerinde kölenin tarifini görmek mümkün: “Ruhlu bir alet, canlı bir eşyadır.”
Evet, bu sözler hiç tartışmasız Yunanın köleye bakışını ortaya koyacak niteliktedir. Dahası gerek Yunan olsun ve gerekse Roma olsun hiç fark etmez kölelik sistemini çok katı ve son derece acımasız şekilde yürütmüşlerdir. Yunanlılar sadece savaştan elde edilen esirlerden kurulu kölelik sistemiyle yetinseler pek üzerinde durmayız, ama o kadar aç gözlüler ki ayrıca sahil memleketlere baskınlar yaparaktan da sömürgeye dayalı köle ticari ağı kurmuşlar bile. Sonuç olarak batıda kölenin hukuku yoktu diyebiliriz. Başka daha ne diyelim, işte görüyorsunuz vahşi batı bu ya, bilhassa Hz. İsa (a.s) sonrası öldürülünceye kadar her türlü işkenceye maruz kalan köleliğin yanı sıra esir pazarında alınıp satılan, aynı zamanda bir çeşit köle alışverişine dayalı bir sistem adım adım hayatın içinde tatbik edilirde.
Peki ya Türkler ve Araplar? Malum, Türkler İslam öncesi göçer-konar yapısının gereği kölelik sistemi görülmez. Araplarda ise kabileler arası savaşlarda ele geçen esirler erkekse köle, kadınsa cariye adı altında en ağır işlerde çalıştırılırdı. Neyse ki İslamiyet’in bir güneş misali Mekke semalarında doğmasıyla birlikte kölelik müessesi hızla düzene kavuşarak insanlığın rahat nefes almasını beraberinde getirecektir. Zira İslam dini savaşın dışında herhangi bir insanı alıkoyma, kullanma, satmaya ve satın almaya dayalı sistemi tâ baştan men etmiştir. Şayet savaş esirleri Müslümanlığı kabul ederse hem cizye alınmaz, hem de köle muamelesi yapılmaz, sadece köle olarak kalır. Yok, eğer savaş esirleri Müslümanlığı kabul etmezlerse cizye ödemeye mecbur tutulur, ödeme durumu olmayanlar ise köle yapılırdı. Savaş dışında kelime-i tevhidi ikrar eden köle, köle değil bilakis hür insandır artık. Ne diyelim, işte köleyi sultanla eşit kılan tek din İslam budur.
İşin özü batıda kölenin hukuku söz konusu değildir. İyi ki İslam dini bir güneş gibi insanlığın üzerine doğdu da toplumların iliklerine kadar işlemiş olan kölelik sistemi ıslah edilerek kölelere hukuk tayin edilir. Kaldı ki İslam’la birlikte ebedül ebed ölene kadar illa köle olarak kalma şartı yoktur, bilakis belli şartlar dâhilinde azad edilmesi söz konusudur. Ayrıca dinimizde köle sahiplerine yediklerinizden, giydiklerinizden, içtiklerinizden veriniz hükmünün yanı sıra eğitim ve öğretim imkânlarının aynısını kölelerinde yararlanmasını getiren bir dizi kurallar da ön görmüştür. İşte bu nedenle Rasulullah (s.a.v) vahyin ışığında; “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak ise şeamettir” beyan buyurmasının yanı sıra “Emriniz altında bulunanlara kötü davranan Cennete giremez” diye uyarı yapmayı da ihmal etmemiştir. Hele İslam dini cihan sathına yayıldıkça daha ileri aşamalar da tıpkı Resulullah (s.a.v)’in kölesi Zeyd bin Harise’yi hiçbir bedel karşılığı olmaksızın azad ettiği gibi Allah için köle azad etmeye de teşvik etmiştir. Nitekim İslam tarihinde mevalinin (azatlıların) ilim sahibi, kumandan ve yönetici (devlet adamı) konumuna geldiği gerçeği batı dünyasıyla aramızdaki farkı ortaya koymaya yeter artar da. Zaten bize de bu yakışırdı. Bir başka ifadeyle bize insanı köle yapmak değil, tam aksine köleyi hürriyetine (azad etmeye) kavuşturmak, mevki, makam ve ilim sahibi yapmak yakışır dı, zaten öyle de oldu. Dolayısıyla ne Amerika’nın siyahîlere yaptığı zulüm, ne İngiltere’nin köle ticareti, ne de Fransa’nın 1685 tarihli ayrımcı siyahî kanunu asla bizim tarzımız olamaz, yaraşmazda.
Velhasıl; İslam dini tek evrensel hakikatler kaynağıdır. Bu böyle biline.
Vesselam.