Aslında akıl; mat ve donuk bir melekedir. Belki de akıl donuk olmaktan çıkıp kendini akl edebilseydi insanın kendisini bilmesine ve aramasına gerek kalmayacaktı. Bu yüzden Sokrates “insan bilgilerini doğuştan getirir” der. Hatta Sokrates “Şayet insan kendi haline bırakılırsa kötülüğe meyledeceğini, dolayısıyla birinci önceliğimiz insana kendini tanıtmak olmalıdır” demekten kendini alamaz da. Keza Alexis Carrel’de buna benzer ifadelerle kendini arama noktasında akıl yoluyla bilmeyi öngörmüştür. Peki, bu arada bizim Yunus ne diyor, birde ona bir bakalım:
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır.”
İşte bizim Yunus’un gönül penceresinden meseleye baktığımızda ‘kendini bil’ hakikatiyle bir kez daha yüzleşmiş oluruz. Ama nasıl yüzleşilir denildiğinde ise bu kez Mevlana Hz.leri imdadımıza yetişir. Ve bu hususta son noktayı şöyle koyar: “O akıl ki, onun aklı (bağı) vardır, o parça akıl eğer aklından (bağından) kurtulursa tam akıl olur.”
Evet, şimdi gel de bu müthiş sözler karşısında şapka çıkarma, son derece deruni ve bu mana yüklü sözler aklımızı başımızdan aldı dersek yeridir. Hem akıl bu durumda firar etmekten başka ne yapabilir ki, Mevlana tam akıldan söz ediyor çünkü. Yani kendini bilmeyi idrak edecek marifetullah aklıdır bu. Dolayısıyla aklın başımızdan firar etmesi gayet tabiidir. En iyisi mi biz aklımız hazır firar etmişken, başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp bari şöyle güneşe bakıp oradan bir anlam çıkarmaya çalışalım. Gerçektende Güneşe baktığımızda tıpkı o da akıl gibi kendinden bihaber, dışı aydınlık içi karanlık bir hal vaziyette gözüküyor. Besbelli ki iç aydınlık sadece insan ruhunda var. O halde kendimizi ruhun derinliklerinde aramamız icab eder. Ancak dedik ya, aramak içinde marifet ilmine ihtiyaç vardır. İlim olmadan sırf kuru aklımızla yola koyulursak yolda haramilere yem olacağımız besbelli. Muhakkak ki hak ve hakikat yolunda bir bilenin rahle-i tedrisatından geçmeli ki ‘kendini bil’ ilminden maksat ve gaye hâsıl olmuş olsun. Öyle ki kendini bilen insan eşyanın tabiatına vakıf olurda.
Evet, insan olarak büyük bir arayış içerisinde yola koyulduğumuzda, bu arada bizimle birlikte bu dünyada soluklayan cemadat, nebatat ve hayvanatın bizden farkını da, yani kendilerine biçilen hududun dışına taşmadıklarını da fark etmiş oluruz. Belli ki bizim farkımız kendi kabımızın dışına taşabiliyor olmamızdır. Neyle, marifetullah ilminde ifade edilen ‘kendini bilme ve tanıma’ ilmiyle elbet. Yeter ki bu ilme talip olunsun insan kendi ten kafesini aşabileceği gibi fizik ötesi âleme kanat çırparda. Bu demektir ki kendini bilme ilmi insana eşrefi mahlûkat bir varlık olduğunu hatırlatıp kendini aşmaya teşvik ediyor. Hani tasavvufta dört kapı üç makamdan bahsedilir ya, insanın kendini aşması da aynen bu kabilden dört kapıdan geçip üç makamlık aşmayla kemale erer. Malum bu dört kapı şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarından başkası değildir. İşte kendini aşmak budur. Ki, kendini aşma insanın dışında hiçbir mahlûkta yoktur, yüklendiği misyon neyse o çerçevede hareket edecektir. Hakeza madde içinde öyledir, asla kendi kabını aşamaz. Hem maddenin iç gözü mü var ki kendi kabını aşsın, kaldı ki tabiatın işlenmesi insan eliyle işlenmek suretiyle ekonomik değer kazanmakta. Bakmayın siz öyle maddenin mineral bakımdan zengin bir rezerve sahip olmasına, bu kadar zenginliğine rağmen diğer varlıkların gerisinde makamı temel seviyededir (alt katmandadır). Yani bu temel seviyesinin üstüne çıkıp da bina olamamaktadır. Çünkü kendi üstünde bitki hayvan ve insan var olup değim yerindeyse onlara mineral seviyede vitamin olmaktadır. Dahası kendisinde açlık ihtiyacı var mıdır yok mudur bilinmez ama şu bir gerçek fayda bakımdan tüm üst katmanlara can suyu oluyor ya, bu yetmez mi? Hazır açlıktan söz etmişken, mesela bitkilerde açlık fizyolojik bir ihtiyaç olarak baş gösterirken hayvanlarda adeta içgüdüsel bir izdırap şeklinde kendini gösterebiliyor. Malum insanda ise ya kıtlık hallerinde ya da farz mahiyetinde gönüllü oruç tutmakla kendini hissettirebiliyor. Neyse ki fizyolojik ihtiyaçlar aynı besin zinciri halkası üzerinde alt birimden üst birime doğru canlı cansız varlıklar birbirinden istifade ederek ihtiyaçlarını karşılayabiliyor.
Anlaşılan o ki kâinat sır yüklü bir âlem. Şu da var ki gün gelip bu sır yüklü âlemde tükenişe geçecektir, çünkü baki olan sadece Allah’tır. Nasıl tükenişe geçmesin ki, bikere gıda ihtiyacı canlı ya da cansız hiç fark etmez geriye doğru işlemektedir. Çünkü her çırpınış ve kıpırdayış sarfiyat demektir. Her canlı ayakta kalabilmek için kendi altında ki zayıf halkadan bir canlıya muhtaç olabiliyor. İnsan ise ya avlayarak, ya ekip biçerek, ya da tabiatı işleyerek ihtiyaçların giderebilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki canlılar âleminde ileriye doğru hamle sadece insanda var. Üstelik İnsan hem kendini yenileyebildiği gibi hem de tabiatı işleyip üretime dönüştürebiliyor da. İcabında maddeye şekil verip kültürel varlık hale dönüştürebiliyor. Örnek mi? İşte Mimar Sinan’ın elinde taşın kültürel varlık hale gelmesi bunun tipik göstergesi zaten. Gün gelir kültürde insana yetmez, bu kez bir üst aşamaya sıçrama arzusu saracaktır, böylece bu iştiyakla medeniyet mertebesine sıçrarda. Derken gün gelir medeniyette insan ruhun doyurmaz, bu kez insanda sonsuzluğa kanatlanmak arzusu bürür. Tabii insanın sürekli olarak yerinde duramayışı gayet tabii bir durum, çünkü tüm yaratılanlar içerisinde sonsuzluğa vurgun olan tek varlık insandır. Aksi takdirde geriye doğru yaşamak insan için büyük bir işkence ve çile olacaktır. Şimdi gel de insan bu durumda sonsuzluğu vurgun olmasın. Zira hayatın gerisinde eşya, ilerisinde ruh vardır. Dolayısıyla insanın sonsuzluğu vurgun olmasında, ya kim olsun.
ZEKÂ
Zekâ her ne kadar beyni çağrıştırsa da aslında o şuur altı bir melekedir. Yani zekânın beyinde tezahür etmesi beynin bir parçası olduğu anlamına gelmez. Tıpkı bu monitör ile bilgisayar hard diski arasındaki ilişkiye benzer bir irtibat söz konusudur. Bu ilişkide monitör beyin vazifesi görürken, bilgisayar hard diski de zekânın görevini üstlenmiş olur. Keza aynı benzer yapı televizyon ekranı ile verici ve alıcı sistemleri arasında da söz konusu. Sonuçta hangi örnekleri verirsek verelim beynin bir et parçası bir monitör olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Öyle anlaşılıyor ki tüm objektif ve sübjektif veriler beyne ait değil, kalbin kumandasında üretilen fıtri zekâya ait verilerdir. Beyin sadece gelen verileri akıl süzgecinden geçirip görüntü görevi yapmakta. Nitekim Peygamberimizin “Her doğan çocuk Müslüman doğar” sözü bunu teyit ediyor. Zira Müslüman olmak zeki olmayı gerektirir. Zaten Yüce Allah insanın içine iyilik ve kötülük duygusunu birlikte verdiğini beyan etmiştir. İşte bu noktada yaratılıştan var olan fıtri zekâmız dünyaya mümin olarak gelmeyi tercih edecektir. Akıl ise tercih edemez, çünkü akıl melekesi doğduktan sonra ancak buluğ çağında olgunlaşıp sahne alabiliyor. Dolayısıyla zekâ sayesinde doğuştan Müslüman olmamız gayet tabii bir durumdur. Başta da belirttiğimiz gibi akıl mattır, fonksiyon kazanabilmesi için buluğ çağına kadar epey yoğrulması icab eder. Yani epey yoğrulduktan sonra gerek fıtri zekâmızın ürettiği verileri, gerekse dış dünyadan yansıyan verileri kendi süzgecinde mukayese ederek ancak görünmeyenleri akl edebiliyor. Dedik ya, akıl doğuştan değil sonradan biçimlendiği içindir aklı başına gelmesi çok zaman alabiliyor. Zaten aklı başına geldiğinde de akıl baliğ olmuş oluyor. Burada mühim olan aklı başına gelmesi değil, önemli olan fıtri zekâ melekesiyle barışık olması çok mühimdir. Malum sırf akılla bir yere kadar yol alınabiliyor, mutlaka özüne ruhta katmalı ki kendi kabımızı aşabilelim. Ki buna mecburuz da. Aksi halde eşyalaşır, donuklaşır ve diğer canlılardan hiçbir farkımız kalmaz. Farkımızı fark ettirmek için kalbin kumandasında görev ifa eden fıtri zekâmızdan destek almamız icab eder. Hatta destekte yetmez, marifet ilmine de ihtiyaç vardır. Ama nasıl? Elbette ki, bir Gönül Sultanının rehberliğinde seyr-i süluk idmanına talip olmakla bu ihtiyaç giderilir de. Şayet eşyanın esaretinden kurtarıp gerçek manada özgürlüğü tatmak diye bir derdimiz varsa bu ilme talip olmaya mecburuz da. Talip olduğumuzda görülecektir ki biz maddenin peşinden değil, madde bizim peşimizden koşacaktır. Nitekim Miraç mucizesi bunun bariz göstergesi de. Zira binek olan ruh değil Burak’tı. Dahası Burak, ruha tutunarak ötelere kanatlanabildi. Her ne kadar insan görünürde cismani varlık olarak görünse de marifet ilmine vakıf olduğunda kendi kabını aşıp enginlere sığmam taşarım misali fizik ötesi âleme yol alabiliyor. Besbelli ki marifet ilmini idrak edebilecek donanım sadece insanda var. Bu idrak ve kabiliyeti elde etmek için de illaki bir irfan ehlinin rahle-i tedrisatından geçmek gerekir. Aksi halde sonradan edindiğimiz çok güvendiğimiz kendi aklımızla bir arpa boyu yol bile kat edemeyiz.
Evet, her doğan çocuk Müslüman doğsa da çocuk büyüdükçe fıtri yapısına sadık kalabileceği gibi fıtri yapısının tam zıddı bir yola da kayabiliyor. İşte buna meydan vermemek için bunu kimi zaman biz nerden geldik nereye gidiyoruz kendimize sormakla, kimi zamanda olan bitenin ne anlama geldiğini tefekkür etmekle anlam kaymamızı önleyebiliriz. Derken en nihayetinde bir irfan ehlinin dizinin dibinde diz çöküp marifet ilmini tahsil ederekten fıtratımızla barışık Müslüman’ca yaşayaraktan ömrümüzü tamamlayabiliriz pekâlâ. Dahası aklın robotlaşmasına izin vermeyip fıtri yapımızda var olan zekâ güdüsüyle Müslüman’ca ömrümüzü tamamlamakta fayda var. . Hele tercihini Allah’a ‘abd’ olmaktan yana kullanan bir insan eşyaya tamah etmeyip kalbin kumandasında zekânın güdüleriyle hareket ettiğinde kendi kabına sığmayıp ötelere kanat çırparda. Hatta bunu sanat dünyasında bile görebiliyoruz. Tabii ki sanat dünyası derken müsbet manada gerek güzel sanatlarla iştigal edenler, gerek edebiyatçı yazarçizerler, gerekse müzisyenleri kast edip üzerlerinde ince bir ruh seciyesinin varlığı gözlerden kaçmaz da. Öyle anlaşılıyor ki, müsbet manada tüm icra edilen sanat dallarının beslendiği ilham kaynağı kalbin derinliklerinde kodludur. İşte bu kodlara dalındıkça bir bakmışsın sanat ve estetik dünyasını üç boyutun dışına çıkma arzusu bürüyebiliyor. Bunun tersi durumunda ise bir bakıyorsun sanatkârlar sansar, dâhiler şebek olabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla gerçek sanatkâr insanın yaratılış mayasıyla özdeş eser ortaya koyabilendir, bunun dışında bütün çabalar kuru gürültüden başka bir anlam ifade etmeyecektir. Her ne varsa o ruhta gizli. Azcık bir gayretle insan, icra ettiği sanatında bir şekilde ‘ruh’ gerçeğiyle yüzleşebiliyor. Öyle ya, eşyanın köle olmuş sırf kuru mantık kurgusuyla ancak eşyanın sadece dış kabuğu idrak edilebilir. Satıh üstünün ötesine bir adım ileri geçilemeyeceği muhakkak. Madem öyle mutlaka neydik edip fıtri kodlarımıza dönmemiz gerekir ki kendi kabımızı aşabilelim. Bu arada bizi özümüzle buluşturacak kapı ise irfan ehlinin işaret ettiği şeriat-tarikat-marifet ve hakikat ilminin tahsil edildiği kapılardır. Yok, ben kapı mapı bilmem, kendi bildiğim yoldan giderim deniliyorsa biliniz ki bu kafada olanlar kendilerini eşyanın boyunduruğu altında ya bir robota, ya makineye ya da bir otomatik cihaza bağlamış olur. Ne diyelim bu düşüncede olanlar kendi yoluna devam ede dursun bize ise bir irfan ehlinin kapısına bağlanıp kendi kabımızı aşmak yaraşır. Öyle ya, madem sırf kuru mantıkla sonsuzluğu kanat çırpılamıyor, o halde bizi özümüze döndürecek irfan kapılarına yönelmekte fayda var. Çünkü ben kendi kendime yeterim mantığının değil kendi kabını aşmayı kendi önünü bile görememe gibi bir açmazı söz konusudur. Kendini aşacak istidad ancak marifet ilmiyle hemhal olanlara has bir durumdur. Dolayısıyla ben kendi kendime yeterim demekle aslında kendi öz fıtri yapısına ters bir tavır içerisine girilmiş olunuyor. Maalesef böyleleri bir bakmışsın bir arpa boyu yol kat edemeden arkalarından hiçbir hayra vesile olacak eser bırakmadan virane halde bu dünyadan göçüp giderler de.
Malum günümüzde pozitivist akım sırf aklı rehber alarak vakıaları değerlendirdikleri için Allah’a ve dine ihtiyaç duymazlar. Dahası Yaratıcıya güç atfetmezler akla güç atfederler. Şimdi sormak gerekir, bunun anlamı “Ey Yaratıcı! Sen sus, eşya -madde konuşsun, robotlar konuşsun” demek değilse peki ya nedir? Allah korusun pozitivist anlayışa kapılsak her şeye materyalist gözle bakıp iç gözden mahrum kalacağız demektir. Bakın şöyle tarihimize, medeniyet olarak dünya tarihine mührümüzü vurmuşsak bunu pozitivist bir akılla değil fıtri zekâmız ve ruh köklerimizle başardık. Zira “Medeniyetler madde ile değil manevi ruhla kurulur” gerçeği bunu teyid ediyor. Teyitten öte, ruh köklerimiz sayesinde cihangir devlet olmuşuz da.
Anlaşılan o ki; Allah Teâlâ insanı hem madden hem ruhen mükemmel yaratması boşa değil. Öyle ki insan zekâsı tarih boyunca, kutsal kitaplardan, Peygamber tebliğinden ve Evliya-i kiram sohbetlerinden aldığı muhabbeti ve desteği hiç bir kaynaktan alamadı da. Şayet fıtri zekânın keyif aldığı bu muhabbet sürdürülebilirse, biliniz ki Allah’tan gayrı tüm sahte mabutlardan sıyrılmak çok kolay olacaktır.
BİLGİ
Eşyanın dilini insan diline çevirmenin adıdır bilgi. Bilgiyi böyle tarif ettik ama şu bir gerçek, donuk olan eşyaya mana kazandırmak maharet gerektirir. Yani eşyaya anlam katmak marifet ilmine haiz olmayı gerektirir. Zaten marifet ehlinin kıymeti de eşyanın tabiatına vakıf olmasından ileri gelir. Bu yüzden kendilerinden dahi ve deha olarak söz ettirirler de. Nasıl söz ettirmesinler ki, medeniyetlerin oluşumunda deha şahsiyetlerin çok büyük rolü vardır. Öyle ki, Mimar Sinan çapında bir dehanın elinde taş bir anda mana kazanabiliyor. İşte bu ve buna benzer örnekleri pekâlâ çoğaltabiliriz de. Demek oluyor ki maddeye ruh yüklendiğinde büyük bir medeniyet bilgi birikim perspektifi ortaya çıkabiliyor. Madem öyle bilgiyi maddeyi sübjektifleştirmenin ham verisi olarak da tanımlayabiliriz. Hem bilgi nasıl ham veri olmasın ki, bikere bilginin kaynağı yüce Allah’tır. Elbette ki böylesi kaynaktan beslenen bilgiyi ham veri olarak tarif ettikten sonra çok rahatlıkla bilgiyi objektif bilgi, sübjektif bilgi ve mutlak bilgi diye kategorize ederiz de. Zira objektif bilgi eşyanın dış yüzünü oluştururken, sübjektif bilgide maddenin iç yüzünü oluşturur. Mutlak bilgide hiç kuşku yoktur ki Allah’a has ilim sıfatının tecellisi bilgidir. Mutlak bilginin dışında beşer planında bilgiyi ele aldığımızda bilgiden maksadımız ansiklopedik bilgi edinmek temel gaye olmamalıdır. Aksine insanın temel gayesi bildiği ile amel edip Marifetullah şuuruna ermek olmalıdır. Bakın Necip Fazıl bu manada Şeyhi Seyyid Abdülhâkim Arvasi Hz.lerine olan bağlılığını Efendim şiirinde şöyle dile getirir de: “Ölmemek neymiş; senden öğrendim. Kayboldum sende, Sende tükendim. Sordum aynaya, Hani ya kendim? Benim Efendim.” İşte görüyorsunuz Necip Fazıl’da bir arayış içerisine koyulduğunda aynada kendini değil marifet irfan ehlini görüyor. Böylece Efendisini rabıta etmekle ‘Marifet’ ilmi nedir, bu bilince ererde. Nasıl bu bilinçte olmasın ki, objektif ve sübjektif veriler hakikate perde olmak için değil bilakis ayna olmak için vardır. Ki; marifetullah ilmi insanı hakikat deryasına daldırır bile. Nitekim Yüce Allah bu hususta şöyle beyan buyurur da: “Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde sakınacak bir kavim için elbet birçok ayetler vardır” (Yunus, 6).
İnsanoğlu yaratılışından buyana şöyle geriye dönüp baktığında hep bir arayış içerisinde kendinde bir şeylerin eksik olduğunu fark edecektir. Öyle ya insanoğlu geçmişten bugüne onca teknolojik hamle kat etmesine rağmen ruhundaki eksikliklerin giderilememesi bir yana bunalımlardan bir türlü başını alamıyor da. Demek ki teknoloji de insanı huzura erdirecek bir güç değildir. Oysa asıl huzura erdirecek gücün sırrı Mevlana’nın “Hamdım, yandım, piştim” dediği dört kapı üç makamda gizlidir. Öyle ki huzura giden yolda ‘şeriat, tarikat, marifet ve hakikat’ dört kapımız olurken, ‘İman, İslam ve İhsan’ üçgenimizde üç makamımız olur. Demek oluyor ki, insanoğlu sırf teknolojiye odaklanıp kuru akılla yol alırsa kendisinde bir şeylerin eksik olduğunu hissetmesi gayet tabiidir. Bilhassa bu yaşadığımız çağda huzura ermek için hem madden hem de manen çift kanatlı olmayı gerektiriyor. Kaldı ki teknolojinin içine ruh üfleyemedikten sonra kalkınsan ne, kalkınmasan ne, bunların hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Gerçek değişim ve dönüşüm kendi özümüzü keşfetmekle kıymet ifade edecektir. Yinede az gittik uz gittik derken geçte olsa eksizliğimizi sezebilmişiz ya, hiç yoktan en azından bazı aklı evveller gibi ‘benim aklım bana yeter’ demiyoruz, buda bir gelişme sayılır elbet. Madem kendi eksikliğimizin farkına vardık, şimdi artık bunun üzerine bir şeyler katmak zamanıdır.
Peki, sadece eksikliğimizi mi fark ettik, bunun yanı sıra zekâ’nın fıtri bir sübjektif kavram olduğunu, bu fıtri güdü sayesinde Allah’ın varlığını idrak etmiş olduk. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus zekâ içgüdüsünü hayvan güdüsüyle karıştırmamak gerektiğidir. İşte bu noktada karışıklığa meydan vermemek adına hayvan için dış güdü demek daha uygun olur. Aksi halde Allah tarafından insanın fıtratına yerleştirilen zekâ melekesinin objektif ve sübjektif kuşatıcılığını atlamış oluruz. Nasıl ki mekanizm denilince madde, tropizm denince bitkiler, güdü deyince hayvanat akla geliyorsa, zekâ deyince de insan akla düşer ki, bu da kuşatıcılığına işaret eder. Şayet madde, bitki ve hayvan için bir akıl izafe edilecek ya da atıfta bulunacaksak madde için mekanizm, bitki için tropizm ve hayvan için dış güdü neyse, insan içinde akıl odur diyebiliriz. Fakat zekâ bunlardan istisnadır, çünkü zekâ ne mekanizme (atom içerisindeki elektronların seyreylemesi gibi) ne tropizme (ışığa yönelme refleksi) ne de dış güdüye benzer, bunların üstünde bir melekedir. Kaldı ki insan diğerlerinden farklı olarak doğuştan zekidir.
Şu da var ki yaratılan canlı cansız her mahlûk ister mekanizm güdüsüyle, ister tropizm güdüsüyle, ister dış güdüyle, ister zekâyla hareket etsin sonuçta birbirine muhtaç şekilde var olma mücadelesi vermekteler. Ama nasıl? Hiç kuşkusuz kendi altındaki varlıktan istifade etmek suretiyle varlığını devam ettirebilmekte. Ancak bu istifade ediş ateistlerin sık sık dile getirdiği sömürme şekliyle tezahür etmez, tam aksine birbirinin ihtiyacının gidermeye matuf bir yardımlaşma faaliyeti şekliyle vuku bulur. İnsan ise diğer varlıklardan farklı olarak bir gün gelip öleceğinin bilinciyle yardımlaşma zincirine katkıda bulunur. Şayet insan ölümsüz varlık olsaydı beslenme zincirin halkasında hiçte gelecek kaygısıyla yaşama endişesi taşımasına gerek kalmayacaktı. Yine de unutmayalım ki asl olan bu dünyada karın doyurmak değil, asl olan yaratılış gayemizin gereği Allah’ın bahşettiği nimetlerine şükretmek mühimdir. Öyle ya, şükretmezsek bizim diğer yaratıklardan ne farkımız kalır ki.
KALP
Sanıldığının aksine bilgiyi üreten akıl değil kalptir. Akıl için değim yerindeyse sadece yaratılıştan var olan zekânın ürettiği verileri yorumlamada aracı bir kurum dersek yeridir. Yani bu demektir ki müşahhastan mücerrede geçiş ancak kalbin kumandasında zekâ marifetiyle akl edilmekte. Beyinin burada rolü ise beş duyu organından gelen bilgileri kayd edip aklın yorumlamasına kapı aralamak olsa gerektir. Dikkat edin akıl için sadece yorumlama melekesi dedik, çünkü bilgi üretme yeteneği kalbin kumandasında zekâya has bir keyfiyettir Kaldı ki zekâ, aklıda akl eden bir meleke. Kumanda kalbin elinde olunca akl etmesine şaşmamak gerekir. Malum kalbe ait en önemli olgu sezgidir. İşte kalbin bu sezgi gücüdür ki duyular aracılığıyla beyne sürekli veri aktarımı sağlanabiliyor. Bir bakmışsın veri aktarımının varlığı bir gözyaşı şeklinde ya da bir sevinç şeklinde kendini hissettirir de. Oldu ya duygularımızı bastıramadık, bu kez aklıselim devreye girip üzerimize sükûnet hali sinecektir. Sakın duyguda neymiş deyip geçmeyelim, biliniz ki tâ kalbin derinliklerinden kopup gelen tutku selidir o. Hani bazen duygulandığımızda gözyaşımızı tutamayız ya, aslında o tutamamak hali daha henüz beyne yazılmamış kalbe ait önseziden başka bir şey değildir. Keza bazen “Benim altıncı hissim kuvvetlidir” deriz ya, bu da öyledir elbet. Örnek mi? İşte gerek mutluluk hormonu denen serotonin salgısı olsun, gerek stres hormonu denen noradrenalin salgısı olsun, gerekse değişik türden salgılar olsun hiç fark etmez sonuçta tüm bunlar da kalbin önderliğinde gerçekleşen salgı faaliyetleridir.
Peki ya, hormon salgıları dışında sezgilerimiz nasıl yansır derseniz, mesela varsayalım ki beyin ekranında yansıyan sezgi bir nağmeyse bu noktada biliniz ki dil ve kulak duyuları aracı olacaktır. Yok, eğer yansıyan sezgi beğeni türünden bir şeyse bu kez aracı ekranımız göz olacaktır. Oldu ya ortada beş duyumuzu da kapsayacak sezgi seli söz konusu, bu kez göz, kulak, burun, dil, deri hepsi birden aracı olacaklardır. Şöyle ki sevdiğine bir çift sözü olan bir âşık insanı düşünün, hemen kalbin derinliklerinden kopan sevgi önsezisi yetisi beyin ekranında sevdiğine ilanı aşk etmiş halde yansıyacaktır. Ne diyelim aşk bu ya, kalbin önderliğinde gönlün kaynayıp beyin süzgecinde dile gelişi denen hadise bu olsa gerektir.
Evet, akıl sadece araçtır, asla gaye değildir. Nitekim Kur’an doğrudan akla değil, kalbe hitap etmesi bunun teyidi zaten. Bilhassa vahyi ancak kalp önsezisiyle hissedip tasdik edebiliyor, aklın bu derece hissetme gücü yoktur ki hemen tasdik edebilsin. Yukarıda da belirttik ya, akıl sadece beş duyudan gelen verileri ya da evrende olup bitenleri 'her şey zıddı ile bilinir' kuralı çerçevesinde kıyas yapıp harmanlayarak insana bir yere kadar rehber olabiliyor. Dolayısıyla bunun dışında akla olağan üstü misyon yüklemek abesle iştigal olur. Bir yere kadar rehber olduğu şundan besbelli ki, ekser ulemamız aklı en son delil olarak görmüştür. Çünkü aklen mukayese edilen bir olgu doğruda çıkabilir, yanlış da. İlla ki vahiy ve sünnet süzgecinden geçmesi gerekir ki delil olarak kabul görsün. Demek ki ismiyle müsemma aklın akl edemeyeceği çok hususlar söz konusu. Mesela Allah’ın zıddı bir şey olmadığından, akıl bu durumda Yüce Yaradanı hiçbir varlıkla kıyas edemeyeceğinden firar etmek zorunda kalacaktır. Öyle anlaşılıyor ki Yüce Yaradanı hiçbir varlıkla kıyas yapmaksızın ‘Amenna ve saddakna' diyerekten tasdik edecek tek melek-i kuvvet kalptir. Nitekim Dr. Haluk Nurbaki Kur’an’da zikredilen ‘Ki, Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır’ (Bakara suresi ayet:17) ayetini; “Sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” diye yorum getirmekten kendini alamazda.Zaten Rabbul Âleminin; “Yere göğe sığmam Mümin kulumun kalbine sığarım” diye beyan buyurması her şeyi izah etmeye yeter artar da.
İLAHİ İDRAK
Hiç kuşku yoktur ki, sahabenin bilinç algısı ilahi idrakle beslenmiş bilinç algısıdır. Bu gayet tabii durumdur elbet. Çünkü Resulüllah (s.a.v)’in dizinin dibinde aynı meclisi soluklamışlar. Düşünsenize aynı mecliste Allah Resulünün dilinden işittikleri her bir ayet-i celile kendilerinden geçip kendilerine gelmelerine yettiği gibi bu arada ilahi idrak bilinç kazanmalarını da beraberinde getiriyordu. Böylece sahabeden kimi haftalarca, kimi aylarca, kimi de senelerce Ayet-i Celilelerin tesirinden kendine gelememe hali cezbe olarak karşılık bulurken kendine gelme hali de ilahi idrak bilinçlenmesi olarak karşılık bulur. Hani kimileri cezbede neyin nesi diyorlar ya, şimdi tamda sırası gelmişken buna cevaben tıpkı sahabenin ruh ikliminde yaşadığı kendinde geçme halinin adıdır dersek yeridir. Ancak bu ruhi dalgalanma (cezbe hali) geçici olup devamlılık arz etmez. Tâ ki ruhi dalgalanmalar durulur hale gelir, işte o zaman cezbe halinin yerini ilahi idrak bilinci alması mukadderdir. Tabii ilahi idrak bilincinden kastımız had hududu aşmayan ilahi idrak bilincidir. Nitekim Yüce Allah (c.c) ilahi idrak bilincin hudutlarını şöyle çizmiş bile: “Gözler onu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder. O en gizli şeyleri bilendir (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır” (Enam suresi, ayet 103). İşte ayetten de anlaşıldığı üzere çıplak gözle Yüce Allah’ın zâtî ve subûti sıfatlarının asli asla idrak edilemez. Malumunuz, İlahi idrak bilinçlenmeyle sadece zâtî ve subûti sıfatların ancak nurani tecelli daireleri idrak edilebilir. Bunun dışında idrak edilir iddiasında bulunmak tamamen haddi aşmak olur. İşte Kur’an ayetlerinin tecelli daireleri etki yaptığı içindir, Sahabe bu sayede Peygamber kavlince ilahi idrak bilincine yelken açmış oluyorlardı.
Peki, Kur’an ayetlerinin nurani tecellileri sahabenin ruh iklimine doğrudan etki yaparda, aynı ayet-i celileler bize niye acaba aynı ölçüde tesir etmez ki? Tabii bu sorunun cevabı için bir değil belki bin düşünmek gerekir ki, neyin doğrudan etken olup olmadığının sırrına vakıf olabilelim. Öyle ya, Sahabe-i Kiram Kur’an ayetlerini işittiğinde halden hale girip uyanışa geçerken, biz ayetleri işittiğimizde tam aksine sadece bir ses ve bir tılsım olarak algılamaktayız. Keza Kur’an okurken de aynı durum söz konusu, maalesef ruh iklimimizde herhangi bir kıpırdanma olmuyor. Neden acaba dediğimizde, şöyle kendimize baktığımızda ilahi idrak bilincimiz açık değil ki kıpırdanma olsun. Değim yerindeyse Allah’ı zikretmeye zikretmeye kalbimizin üzerini zift bağlamış durumda. Anlaşılan kalbin üzerini kaplayan ziftten arınmadıkça daha çok ilahi idrak bilincimiz kapalı kalacak demektir.
Evet, kalben kirlenmişlik ayetlerin nuraniyet tecellilerinden istifade etmemize mani olabiliyor. O halde neydik edip İlahi idrak bilincimizin açılması için Allah adını kalbimizde zikretmekte çok fayda var. Hele hele Allah’ın zikrine ilk başta ihlâs ve teslimiyetle kalpte çekmeye başlarsak gerisi gelir elbet. Şayet ilahi idrak bilinç sahibi bir mümin olmak diye bir dert davamız varsa buna mecburuz da. Yeter ki, İslam’ı hakkıyla yaşayalım, bak o zaman ruhumuzda ilahi idrak pencerenin perde perde açıldığını görmek an be an mümkün diyebiliriz. Bakın, İmam-ı Gazali Hz.leri İhya-ı Ulumiddin adlı eserinde bu hususta ne diyor: “Dünya halini enbiyanın ve evliyanın sırrı ile anladım” (Bkz.3.cilt Sh.500). Dikkat edin şunun ilmiyle bunun ilmiyle demiyor, bilakis enbiya ve evliya sırrı diyor.
Şurası muhakkak, Ashab-ı Kiram Resulüllah (s.a.v)’i görmenin avantajıyla ilahi idrak uyanışına geçtiler, madem bizler bu avantajdan mahrumuz, o halde bizlerde son ümmet olarak Peygamberimizin varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş evliyaların kapısını aşındıraraktan ilahi idrak uyanışına geçebiliriz pekâlâ. Düşünsenize İmam-ı Rabbânî (k.s) gibi çok büyük müceddid bir âlim zat olmasına rağmen “Ne mutlu murat bir mürşit bulana” demekten kendini alamamıştır. Niye derseniz gayet net açık; enbiyanın ve evliyanın ilahi idrak bilincinin açık olduğunun farkında olduğu için böyle deme ihtiyacı duymuştur. Hatta sözlerine dikkat ettiyseniz üstüne basa basa ‘Ne mutlu murat bir mürşit bulana’ diyor. Yani ‘Ne mutlu muradı olana’ demiyor, ilahi idrak nazar sahibi murat mürşit diyor. Çünkü İmam-ı Gazali Hz.leri de gayet iyi biliyordu ki; murat mürşitler bir şeye baktıklarında Allah’ın nuruyla nazar ederler hep. Nasıl mı? İşte aşağıda anlatacağımız şu kıssaya göz attığımızda ne demek istediğimizin meramı daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Bakın, zamanın birinde bir padişah atıyla birlikte kabristana yol alırken birde ne görsün oracıkta Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’in mezarı başında ruhuna fatiha okuyan bir sofi var. Atından inip yanına sokulduğunda sofiye sorar:
-Sizin Şeyhiniz hayattayken ne derdi?
Sofi cevaben:
-Bizim Şeyhimiz derdi ki; beni gören kurtuldu der.
Tabii, padişah bu cevaptan hoşnut olmaz ve şöyle itiraz eder:
-Hadi sende öyle şey mi olur, Ebu Cehilde Peygamberimiz (s.a.v)’i gördü kurtuldu mu ki, onu da gören kurtulsun.
Bunun üzerin Sofi şeyhinin mezarı başında tekrar murakabeye dalıp başını kaldırdığında şöyle der:
-Ebu Cehil, Peygamberimiz(s.a.v)’i peygamber olarak görmedi, tam aksine Abdullah’ın yetimi olarak gördü, bundan dolayı kurtulmadı.
İşte bu müthiş cevap karşısında padişah daha ne diyeceğini bilemez olup adeta bumbuz kesilip dona kalır. Böylece o sofi murakabe sonrası ilahi idrak bilincin de ne demek olduğunu ortaya koymuş olur.
Besbelli ki bir görmek var, birde ilahi idrak bilinç gözüyle görmek var. Bizim tercihimiz ikincisinden yana elbet. Öyle ya, madem görmeden görmeye her şey değişiyor, o halde bize yüzeysel görmek yaraşmaz, derinlemesine görmek yaraşır. Ebu Cehil eğer ki, Peygamberimizi Abdullah’ın yetimi olarak değil peygamber gözüyle görseydi hiç kuşku yoktur ki o da sahabe şerefine nail olacaktı. Aynen öyle de günümüzde de evliyaya bakış gözden göze değişebiliyor. Nitekim Seyda (k.s) bu hususta şöyle der:“Gavs Hz.lerini görenler daha çok, sırtında cübbe, başında sarık molla gördü, hakikatini gören ise pek olmadı.’’ Bu müthiş sözlerden öyle anlaşılıyor ki, ilahi idrak bilinci hakikati görebilen gözlerde gizli.
Evliya-i Kiram’a Halilullah ve Allah’ın veli kulları gözüyle bakmakta asla hiçbir beis durum yoktur. Yeter ki, o gözle bakacağımız evliyanın dayandığı bir Meşâyih halkasının zincirinde adını yazdırıp tasdik ettirmiş olsun, öyle bir evliyanın önünde diz çöküp sofisi olmaya talip olunurda. Şu bir gerçek Allah’ın hazinesi bolca olduğundan hiç gereksiz yere ‘Bu zamanda acaba evliya var mıdır?’ türünden zihinlerde kuşku oluşturacak suallere aldırış etmeksizin bize düşen dünde vardılar bugünde varlar, kıyamete dek var olacaklarına da inancımızın tam olmasıdır. Hem biz biliyoruz ki, Yunus’u ‘Bizim Yunus’ eyleyen Tabduk’tur, Mevlana’yı da ‘Mevlana’ eyleyen Şems-i Tebriz’idir. Belli ki bu mürşit- mürit ikili bağ münasebeti dünya döndükçe hiç tükenmeyecek, tükenmezde. Nasıl tükenebilir ki, bakın Davudi Tahi Hz.leri bir gün gayb âleminden;
-Dünya fena, ahiret beka evidir diye bir ses işittiğinde ruhunun derinliklerinde fırtınalar kopup adeta can evinden vurulur bile. Düşünsenize yirmi yıl bir süreyle İmamı Azam’a talebelik ediyor, yani onca seneler ilim tahsil ediyor bir kez olsun renkten renge girememiş, ama bir gün gaybdan bir tek ses işittiğinde, işte o an ne oluyorsa bir anda ilahi idrak bilinçle şerefleniyor. Bu demektir ki; bir insan İmamı Azam’ın talebesi de olsa uyanışa geçmeden ilahi idrak bilincine erişilemiyor. İlla ki Yunus’un “Bu yol bir gönlün içine girmektir” dediği bir Gönül Sultanının gönlüne girmek gerekir ki ilahi idrak bilincine mazhar olunabile. Öyle ya, gönül kapısına varıp dizinin dibinde diz çöküp huzurunda irşad olmadan ilahi idrak bilinci durduk yere nasıl açılsın ki.
Sakın ola ki, ilahi idrak şuuru da neyin nesi deyip geçmeyelim, bakın tüm insanlığa nüzul olan ayet-i kerimeleri hafızlar gibi hıfz etsek bile ruhumuzda ilahi feyiz ve nuraniyet oluşmadıkça, biliniz ki tüm hıfz etmeler ilahi idrak bilincimizin açılmasına yetmeyecektir. İlla ki, okunan ayetler kalbe inmeli ki, ilahi idrak bilinci de beraberinde gelsin. Aksi halde okuduğumuz ayetler Yunus’un ‘‘İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen bu daha nice okumak” safhasından öteye geçmeyip kalbe inmeyecektir. Hatta ayet-i kerimelerin manalarını biliyor olmak da buna dâhildir. Öyle ya, sen kendini bilmedikten sonra ayetlerin anlamlarını bilsen ne, bilmesen ne, asla irşad olmadan ilahi idrak bilinci gerçekleşemez. İsterseniz bunu da şu kıssa ile meramımızı anlatmaya çalışalım:
Bakınız, Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hz.lerinin oğlu bir gün cami’de cemaate vaaz veriyormuş. O sırada ezan okunduğunda Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (k.s)’de içeriye girer ve namaza durur. Akabinde kamet getirileceği zaman müezzine dönüp:
-Haydi, kamet getirin der demez adeta cami yer yerinden oynar, yani cemaat cezbeden yerlere yıkılır adeta.
Tabii bu duruma oğlu ilk etapta bir anlam veremez. Merak bu ya, cami dışında babasına sual edemeden duramaz da:
-Babacığım sen camiye gelmezden önce aklıma gelen ayet, hadis ne varsa vaazda hepsini döktürdüm milletin kılı kıpırdamadı, ama sen müezzine ‘kamet getirin’ der demez cemaat yerlere yıkıldı, bu ne iştir?
Seyyid Sıbğatullah Arvasi (k.s) cevaben:
-Bak oğul, iş lafın zahirinde değil manevi tasarruftadır der. Böylece manevi tasarrufun etkisine dikkat çeker.
O halde manevi tasarruf sahibi, yani ilahi idrak bilincine sahip zatların şemsiyesi altında bulunmalı ki, tüm müminlerin fıtratında var olan feraset hissiyatı ziyadeleşebilsin. Ki, feraseti ziyadeleşen bir müminin gönlü açık olacağı gibi hem zihnen hem de kalben ilahi idrak bilincine ereceği muhakkak. Bu bilince ermiş insana denk gelen kim olursa olsun diriliş muştusuna geçer de. Nasıl dirilişe geçmesin ki Kur’an ve sünnet üzere yaşamanın neticesi bir diriliştir bu. Dolayısıyla böylesi bir diriliş muştusu vuku bulmadan, değil insanların hidayetine vesile olmak, kendine bile herhangi bir hayrı dokunmayacaktır. İlla ki lafzın manaya, teoriğin pratiğe dönüşmesi gerekir ki, diriliş muştusu olunabile. Yetmedi içimiz ve dışımız bir bütünlük içerisinde uyum halinde olmalı ki her okuduğumuz ve hıfz ettiğimiz ayet-i celiler nurani tecellilerine ilahi idrak bilincine erebilelim. Derken bu diriliş bilinçlenmesi sayesinde Allah Teâlâ’nın “Onlar ticaretle bile meşgul olsalar dahi Allah'ın zikri alıkoymaz” beyan buyurduğu ilahi idrak bilinci lafta değil özde gerçekleşmiş olacaktır. Hiç kuşkusuz suretten ziyade siret daha çok mühimdir. Siretin önemi şundan belli, Kur’an’ın asıl geliş gayesinin evlerimizin duvarlarına asmak ya da sırf ölülerimizin ruhuna okumak için olmayışıdır, bilakis hayatımızı ilahi idrak bilinciyle anlamlandırmak ve güzel ahlakı tamamlamak için nüzul olmuştur. Nitekim Kur’an’ı Mucizül Beyan boşluğa değil doğrudan hayata nüzul oldu. Zaten hakikat boşluk tanımaz, doğrudan hayatı anlamlandırmak için vardır. Madem öyle, daha ne duruyoruz, hakikat deryasında bir katre damla olmak için Kuran’ı Muciz’ül Beyanı hayatımıza tatbik etmek tamda zamanı. Baksanıza etrafımız çepeçevre şer odaklarıyla tamamen kuşatılmış durumda, kurtuluş için Allah’ın ipine sarılmaktan başkada çaremiz yoktur. Zira Yüce Allah’ın ipine sarıldığımız da Kuran’ı sadece lafız olarak değil ruhumuzu aydınlatacak ilahi tecelli daireleri olarak da algılayacağız demektir. Aksi halde Kur’an’da geçen ayetleri sadece bir ses olarak algılayıp kalben ilahi feyze kör ve kapalı kalırız da.
Peki, etrafımızın onca şer odaklarınca kuşatılmışlığımızın farkında olmamıza rağmen bu kör düğümü aşacak bir çözüm arayışına niye girmeyiz ki? Nedendir bilinmez ama doğrusu bu da ayrı bir mesele olarak önümüzde duruyor. Sadece bu mesele bizim mesele mi, istisna ve müstesna şahsiyetler hariç, elbette ki tüm insanlığı ilgilendiren mesele olarak önünde duruyor. Tarihe şöyle bir bakın nice zamandır çözüm arayışına giremeyişinin sancılarını yaşıyor tüm insanlık. İstisna ve müstesna olandan kastımız ise malum onca kalabalıklar arasında pek gözükmeseler de toplum nezdinde akil ve pirifâni zat olarak kabul gören mümtaz şahsiyetlerdir elbet. Nitekim toplum nezdinde müstesna yeri olan öyle mümtaz zatlar vardır ki, gerçektende onlar aklı, fikri ve gözü gönlü hep ayet-i celilerin nurani tecellilerine mazhar olmaktan başka derdi davası olmayan zatlardır. Dert davaları İlahi idrakle boyanmak olunca da varmak istedikleri tek hedef ise fenafillâh halinden bekabillah’a yol alıp Hakka vasıl olmaktır. Ki; bu ulvi amaç doğrultusunda hayatını tanzim eden her Salih kul kendini bilmek ilmine vakıf olur da. Dolayısıyla Salih kullar kendini bildikleri içindir, Rabbini bu arada ilahi tecelliler ışığında bilmiş olur. Derken ilahi idrak bilinçleri her daim açık hale gelir de. Ne diyelim, işte görüyorsunuz, ne mutlu böylesi ilahi idrak bilinci açık olanlara Salih kullara ki, Allah’a olan yakinliklerini adım adım ilerleyerekten artırabilmişler. O halde biz aciz kullarında Allah’a yakin olması icab eder, ama nasıl? Sırasıyla; ilmel yakin, aynel yakin ve hakkel yakin basamaklarından bir bir geçerek elbet. Öyle ya, bir insan düşünün ki, zahiri ilmi öğrenmekle ilmel yakin idrak bilincine vakıf olabiliyor, bu ilmi tatbik ettiğinde ise aynel yakin idrak bilincine vakıf olmakta. Artık bu noktadan sonra her iki vukufiyet tüm benliğini sardığında da elbette ki o insanda Allah’ın izniyle hakkel yakin idrak bilincin açılacağı bir hayal değil gerçek olacağı muhakkak.
Evet, insan zahiri ilimden ‘fikri idrak bilinç’ kazanımı, batını ilimden de ‘zikri idrak bilinci’ kazanımı elde edebilmeli ki, ‘ilahi idrak bilinç’ kazanımına erişilebilsin. Anlaşılan, ne tek başına zahiri ilmi bitirmekle ilahi idrak bilinci kemal bulabiliyor, ne de tek başına batini ilmi bitirmekle. Mutlaka her iki ilmede vakıf olmak gerekir ki, tasavvufi manada fenafillâh ve bekabillah mertebelerin akabinde her daim ilahi idrak bilinç açık olsun. Bu demektir ki, bir insanın zahir idrak bilinci tam olsa da batini idrak bilincinden mahrumsa ilahi idrak bilinç penceresi açılmayabilir. Bakınız, Hz. Ömer (r.a) hutbe irad ettiğinde tâ bulunduğu yerden Nihavendi görmesi, hiç şüphe yoktur ki o’nun ilahi idrak bilincinin açık olduğuna işarettir. Hakeza İstanbul fethinin müteakip Akşemseddin Hz.lerinin Fatih’in ricası üzerine Allah’tan medet dileyerek sahabeden Ebu Eyyûb El-Ensari (r.a)’ın kabrini belirlemesi ilah-i idrak penceresinin açık olduğunun bariz göstergesidir. Öyle anlaşılıyor ki, İslam tarihinden hangi örnekleri verirsek verelim karşımıza hep 'İlahi idrak bilinç' gerçeği çıkıyor. İlahi idrak bilinç gerçeği zahiri ilmin zirvesine çıkmış bilge zatlar içinde gereklidir elbet. Nasıl gerekli olmasın ki, baksanıza biri Müceddid-i Elfisani adıyla meşhur İmam-ı Rabbani Hz.leri, diğeri de Hüccetü’l İslam adıyla meşhur İmam-ı Gazali Hz.leri. İşte bu noktada her ikisinin de hayatları incelendiğinde görülecektir ki; önce ilmel yakin idrak, sonra aynel yakin idrak ve en nihayetinde hakkel yakin idrak ilmine vakıf olaraktan ancak ilahi idrak bilincine vakıf olabilmişlerdir. Hatta şöyle kitapları karıştırıp iyice dikkat kesilin İmam-ı Gazali Hz.leri ilahi idrak bilincin mertebesine eriştiğinde şunun ilmiyle bunun ilmiyle ilahi idrak bilincim açıldı demiyor, ne diyor enbiya ve evliya ilmiyle eriştim diyor. Demek ki, bir insan iki bin yılının müceddidi de olsa, İslam’ın delili manasına Hüccetül İslam bir âlim zatta olsa tüm enbiya ve tüm rabbani evliyalarda görülen ilahi idrak ilmine muhtaç olabiliyor. Bu muhtaçlık giderilmeden Hakkel yakin ilmine vakıf olmak çok zor gözüküyor.
Belki, zihnen şöyle de düşünebiliyor olabiliriz, acaba insanların kaçta kaçı ilahi idrak bilincine ermiş durumda ki? Aslında hiç de böyle düşünmeye gerek yoktur. Çünkü boşa zaman kaybıdır bu. Bakın şöyle etrafımıza, ilmel yakin idrak sahibi insanların sayıca çok olma ihtimali muhtemelken, aynı ihtimali aynel yakin ve hakkel yakin idrak bilinç sahibi insanlar için söylemek pek mümkün gözükmüyor. Belki aynel yakin bilinç sahibi insanlar için vasat sayıda demek mümkünken hakkel yakin bilinç sahipleri içinse ne az, ne de vasat diyebiliriz. Yani hiç denecek kadar kıt dersek yeridir. Hele birde bunun üzerine ahır zamanda olduğumuzu hesaba kattığımızda vay halimize. Maalesef içinde bulunduğumuz hal ve ahval ‘manen kıtlık’ zamanı olduğunu gösteriyor, habire ibremiz kıtlık ekseni etrafında seyrediyor. Gel de bu duruma eseflenme, baksanıza İlahi idrak bilincinden yoksunluk ve manen kıtlık hali Ümmet-i Muhammed’i zeril perişan hallere düşürmüş durumda. Öyle ki, idraksizliğin her türlüsü şeytan, nefis ve uluslararası sömürgeci emperyalist devletlerin elinde birer oyuncak maşa olmamıza yetebiliyor. Derken Ümmet olarak yediden yetmişe her birimizin idrakine giydirilen deli gömlekler ve tasmalar bizi zıvanadan çıkaracak hale getirebiliyor. Madem idraksizlik hali tüm Ümmet-i Muhammed’i zıvanadan çıkarır hale getirecek kadar çok ciddi boyutlarda bir mesele, o halde hiç olmazsa ayakta durmamızı sağlayacak şu üç sacayağı idrak bilinçlenmelerinden bari ilki için adım atalım ki, şer odaklarının elinde oyuncak olmaktan çıkıp prangalardan kurtulabilelim. Yeter ki, ilk idrak bilinçlenme aşaması için ‘Haydi Bismillah’ deme yürekliliğini gösterebilelim, bak o zaman bu yürekli gayretimiz karşısında büyük-küçük her ne tür şeytan varsa hepsi kaçıp tüyer de. Böylece şeytanlar kaçıp tüydüğünde tünelin ucunda görünen ilk ışık üzerimize doğduğunda zihni idrakimiz açılmış olacaktır. Malum, ışık git gide ziyadeleşip ikinci ışık üzerimize doğduğunda bu kez kalbi idrakimiz açılacaktır. En nihayetinde tepe noktasında gölgesiz üçüncü ışık üzerimize doğduğunda da tüm benliğimiz nurlanıp ilahi idrak penceremiz açılır bile. Derken son nefeste vuslat hâsıl olur da. Hele vuslat yolunda bir de kendimize rehber edindiğimizi düşünün, bak o zaman değme keyfine yol kısalır da. Zaten yol ancak bir bilenle kat edilebiliyor. Aksi halde yerimizde habire hep sayar durup bir bakmışsın daha yola çıkmadan kurda kuşa yem olmuş buluruz kendimizi. Düşünsenize idraksizliğin her türlüsü o kadar başa bela bir şey ki, daha yola çıkmadan en ufak bir hadise karşısında hemen yelkenler fora deyip pes edebiliyoruz. Hem kaldı ki biz, ilahi idrak bilincine ermiş Derviş Yunus değiliz ki 'kahrında hoş, lütfün de hoş' deme yürekliliğini ve erdemliliğini gösterebilelim. Hiç kendimizi temize çıkartmaya çalışmayalım, baştan kabul etmemiz gerekir ki, her birimizin zayıf ruhlu oluşu idraksizliğimizin neticesi bir durum Dolayısıyla hiç başka mecralara bahane bulmayalım, suçu bizatihi kendimizde bulalım. Baksanıza şu halimize şeytani ve nefsanî kuvvetler hafif üflediğinde bile hemen devrilebiliyoruz. Oysa iç dünyamızı melek-i kuvvetlerin üflemesiyle besleseydik, böyle en ufak esen bir rüzgârda hemen savrulur muyduk? Besbelli ki zayıf ruhlu oluşumuz zikirsizlikten kaynaklanan bir ruh halidir. Peki, bu zayıf ruh halinden nasıl çıkabiliriz derseniz yapmamız gereken şey ‘fikir, zikir ve şükür’ ekseni üzerinde ruhumuzu beslememiz gerekiyor. Nasıl ki bilgisayarın beyni hükmünde olan hard diske program yüklendiğinde o bilgisayarın monitörü (ekranı) işlerlik kazanıyorsa, aynen öylede insanda zihin dağarcığına, kalbine ve letaiflerine fikir, zikir ve şükür programları yüklediğinde seyr-i süluk yolunda tüm idrak bilinçlenmeler işlerlik kazanacak demektir. Yeter ki, zihin ufkumuzu ve gönül dünyamızı Allah’a doğru çevirelim, bak göreceksiniz nefsin ve şeytanın baskısından kurtulup ilahi idrak bilincimiz açılır da. Böylece gerçek manada kalbimiz huzura ermiş olur..