HAŞIL VE BAYBURTLU ÜÇ HOCA
Üç din hocası Bayburt’ta oturmuşlar sütlü haşıl yiyecekler… Yiyecekler ama üçü de istiyor ki haşılın en yağlı ve sütlü yerini kendileri yesinler. Ve işin içine ayet karıştırarak bu dileklerini yapmak istemişler.

Hocanın biri bakmış ki haşılın yağlı ve sütlü yeri karşı tarafta. 

“Vessemâi vet târigi, bele de çekerler harigi” deyip, bir ark açıp kendi tarafına akıtmış yağı ve sütü.

Öbür hoca altta kalır mı, çevirip haşıl kabının yağlı yerini kendi tarafına:

“İzessemaun hurucu, bele de gelsin bir ucu” demiş.

Üçüncü bakmış ki iş kötüye gidiyor, kaşığı ile haşılı karıştırıp, o da şöyle demiş:

“İzessemaun şakkat, hepsini birbirine kat!”

YEŞİL TUTTUM BİR ALLAH!
Çocukken bize de öyle telkin ederlerdi, kırmızı alevi simgelermiş, cehennem rengiymiş, yeşilse cennet rengi. Hani kabak cennet taamıdır diye bir safsata vardır ya, bu da onun gibi işte. “Yeşil tuttum bir Allah” der, sarılırdık bir yeşil dala, yaprağa, Bayburt deyimiyle “Cıllınp Cennete” gideceğimizi sanırdık. Aklımız erince başladık sorgulara: “Yahu iyi de lanetli mi öbür renkler, onları da Allah yaratmamış mı?”

Minare minberinin sıvama yağlı boya ile yeşile boyandığını ise ilk kez Erzurum’un Narman İlçesinde görmüştüm. Caminin marangoz asıllı müezzini Şevki Usta yapmıştı bu yeşil gayretkeşliğini. O gün bugündür, bu yeşile boyama aşkı artarak devam etti. Artık büyük şehirlerimizde bile, tarihi camilerin dışında tüm camiler yeşil boyalı neredeyse. Yeşilin de en zevksiz, en pis tonları ile.

Bu pis tonlarla başka yeşiller de görürsünüz ülkemde: Türbe yeşili, tabut yeşili gibi. 

AHİRETE TAALLUK EDEN AKIL DA VARMIŞ
Yeniçağ'da yazdığım yıllarda, "fosilci" diyerek birkaç kez haşlayıp kalem düellosu ettiğim edebiyat prof'u yazar, bir yazısında şöyle diyordu: 

"Bizim kadim kültürümüzde akıl 'meâş ve meâd' olmak üzere iki kısımda ele alınırdı.
Akl-ı meâş: Dünya işlerini yapıp eden, çekip çeviren akıl.
Akl-ı meâd: Âhiret işlerine taalluk eden akıl."

Ahiret işlerine ilişkin akıl nasıl oluyor, onu yazmamış. Oysa ahiret işlerine akıl ermez, ahiret işleri akla sığmaz.

Yahu hele uğraştığı konulara bakın bu fosilcinin?

EVLİYA ÇELEBİ’Yİ ÇILDIRTAN YOBAZ
“Ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi (1611-1785), Seyahatnamesinin bazı bölümlerinde yaşadığı dönemde cereyan eden tartışma konularına değinmiştir. Seyahatname’de Bitlis’in anlatıldığı bölümde 1655’te Bitlis Hanı’nda Kadızadelilere mensup birinin Şehname yazmasındaki minyatürü tahrif etmesi, Evliya Çelebi’yi ziyadesiyle öfkelendirmiştir. Çelebi’nin bu olaya gösterdiği tepki ve Kadızadeliler için kullandığı ifadeler, dönemin tartışma ortamındaki tarafını ve tavrını da ortaya koymaktadır. Seyahatnamedeki ilgili bölümün Robert Dankoff tarafından yapılan çevirisi, yüzyıllar boyunca devam eden zihniyetin tasviri mahiyetindedir:

‘Bir mürai yobaz ve sübyancı yani mahbup-dostların Kadızadeli fırkasından geçinen namert, fesatçı, üçkâğıtçı, faiz yiyici, aşağılık, oğlancı, müstamel, anasının hatası bir ezil herif, fazla kazanırım diye açık artırmada satılan sanat eseri bir Şehname’yi 1600 guruşa satın alarak üzerine kaydettirdikten sonra çadırına gitmiştir. Çadırına vardığında resimleri seyrederken ‘Resim haramdır’ diye bütün sayfalarında olan bazı sanat eseri resimlerin gözlerini çıkarır gibi o nergislerin gözlerini Etrak bıçağıyla oyarken her yaprağı delil delik delmiş, bazı resimleri bıçağıyla boğazladım sanarak boğazlarından çizmiş, bazı güzel kadın ve erkek resimlerinin yüzlerini ve elbiselerini ağzındaki pis balgamı ve tükrüğüyle pisletmiştir. Böyle çok değerli bir kitabın her yaprağını üstad bir ayda meydana getirmemişken bir anda ağzının salyasıyla berbat etmiştir.

Ertesi gün dellal, dellaliye akçesini istemeye vardığında;

‘Ben nideyim suratlı papaz kitabını, surat haramdır’ diye almayıp ‘Cümle suratlarını bozdum’ diye, Şehname’yi dellalın üstüne atar.

Dellal kitabı açar, bakar görür ki resim kalmamış;

‘Yetişin bre ümmet-i Muhammed! Bu şehnameyi görün, bu zalim neylemiş’ diye feryat eder. Edepsiz herif:

‘Ey biraderim hoş ettim. Tire şehrinde şeyhimin dediği gibi nehy-i münker eyleyip hemen bir suret alıkoydum. O da benim Tire şehrinde bir sevgili oğlanım var idi, onun suretine benzediğiçün bozmadım’ demiştir.

Bunun üzerine çaresiz delal gördü ki bu iş kavga etmekle hallolmaz.’

Neticede, dellal, Kadızadelilere mensup yeniçeriyi paşaya şikâyet eder. Paşa, adamı yaka paça getirtir ve yeniçerilere teslim ederek yetmiş değnek vurmalarını emreder. Adam, ordudan atılır ve şeyhine beddua ederek Diyarbakır’a doğru yola çıkar.”(1)      

1) Ali Fuat Bilkan-Fakihler ve Sofular Kavgası