İslam’da cana kıyma ve işlenen cinayetlere karşılık gelen hapis, kısas, diyet, mirastan mahrumiyet ve kefaret türü cezalar uygulanır. Bakın Yüce Mevla’mızın beyan buyurduğu; “Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu dünya onlar içinde bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır” (Maide 33) ayette geçen sürgün ifadesinin hapis olduğu anlaşılır. Nitekim bununla alakalı Hassaf’ın aktardığı; Allah Resulünün Mekke halkından bir grup arasında çıkan kavgada bir kişinin ölümü üzerine görevlendirdiği memur vasıtasıyla olayda dahli bulunanları hapsettirmiştir rivayeti meşhurdur.  Ve bu uygulama Hz. Ali (k.v)'in halifelik dönemine de ışık olup Allah Resulüne mutabaatla 'Mahyes' veya 'Muhayyes' adında taştan ve çamurdan hapishane yapımını beraberinde getirmiş bile.

Esas itibariyle kısas, katilin (öldüren kişi) maktul (öldürülen) karşılığında öldürülme işlemidir. Hani derler ya kana kan, cana can, dişe diş misali bir uygulamadır kısas. Aynen öylede herhangi bir kişinin uzvunun yaralanması veya kesilen organına karşılık aynı misli karşılık verip organlarını yaralama veya kesmekte bir kısastır. Derken “Ey akıl sahipleri kısasta sizin için hayat vardır” (Bakara/179) ayeti celilesinde bahsedilen kısasın toplum hayatını tehdit edici her ne fiili durum varsa caydırmaya yönelik bir ceza türü olduğu vicdanlarda kabul görür de.  

Cahiliye döneminde kısas uygulaması suça teşkil fiili işleyenle sınırlı kalmazdı, diğer soyca nesepçe yakın insanları da içine alan bir ceza türüydü. Ne zamanki İslamiyet bir güneş gibi doğdu, işte o zaman bu uygulama son bulup “kısas şahsidir” hükmüyle sınırlı kalmıştır. Kaldı ki, İslam’da bir cani hakkında kısas hükmü verilse de şayet maktul (ölenin) yakınları affederse bu davranış büyük bir erdemlilik olarak addedilir. Zira bu hususta;

Rabb'ül Âlemin; “Bir kötülüğün cezası, onun gibi kötülüktür. Kimde affedip durumu düzeltirse onun ecri Allah’a düşer. Muhakkak O, zalimleri sevmez” (Şura/40) beyanının yanı sıra yine    Allah Teala'nın; “Her kim bir insanı öldürmüş olduğu bir cana karşı ya da  yeryüzünde fesat çıkarmasına karşılık olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur.. Tersine bir kimseyi ölümden kurtarır, yaşamasına hizmet ederse sanki bütün halkı diriltmiş gibi olur” (Maide/32) beyanı ve Peygamberimiz (s.a.v)'in; “Dünya ve ahret ahlakının en yüce olanını sana gösteriyim mi? Bu ahlak, seninle ilişkisini kesip seni arayıp sormadığı halde, senin onu arayıp sormandır. Sende bulunmasıdır. Ve sana zulmedeni senin affetmendir” (Taberani) beyanı bunun delilidir.

Nasıl ki İslam’da bir köleyi azad etmek bir ölüye hayat vermek türünden bir davranış olarak kabul görüyorsa, aynen öyle de öldürülecek bir suçluyu affetmekte bir tür diriltme sayılır. Şayet aftan yararlanacak şahsın köleyi azad edecek maddi gücü yoksa bu durumda Allah gücü yetmeyen için iki ay oruç tutulmasını emretmiştir. Belli ki kefaretten kasıt işlenen suç karşılığında suçluya bir tür bedel ödettirip pişmanlığın göstergesi bir nişan olsun amaçlıdır.

Anlaşılan o ki; bir insanın kanına girmek tüm insanlığın kanına girmek gibidir. Suçlu bu dünyada cezasını görmese de ahrette mutlak karşılığını bulacaktır. Bu yüzden Rabb'ül Âlemin; “Her kim bir mümini kasten öldürürse çarpılacağı ceza içinde ebediyen kalmak üzere cehennemdir. Onu Allah gazap etmiştir, lanet etmiştir ve ona büyük azap hazırlamıştır. Ne acı son” (Nisa/93) buyurmuştur. Evet, kasten cinayet işlemek büyük günah kapsamında bir fiil olduğundan dünyada karşılığı kısas, ahrette ki karşılık ise cehennemdir. Bu arada şunu belirtmekte yarar var; bir gayrimüslimi haksız yere öldürmekte büyük günahlar arasında yer alır. Bakın Peygamberimiz (s.a.v)'in hem zimmî hem de Müslüman’ın katli hususunda zikrettiği şu hadis-i şerifler meseleyi daha da bir açıklığa kavuşturmaya yetiyor. Şöyle ki;

Resulullah (s.a.v); “Bir kimse zimmîyi (Müslümanlarla anlaşma yapmış ve İslam tabiiyetini kabul etmiş gayrimüslim) öldürürse cennetin kokusunu koklayamaz. Hâlbuki cennetin güzel kokusu, kırk senelik bir mesafeden gelir, burnunu güzel kokuyla kokulandırır. Bu ne büyük mahrumiyettir” ve “İki Müslüman kılıçlarıyla birbirlerini karşılayıp ve bir diğerini öldürecek olsa öldürende ölende cehennemdedir” (Camiüs’sağir) beyan buyurduğunda sahabe şaşkınlığını gizleyemez ve der ki;
—Ya Resullullah! Ama biri katil diğeri maktuldür, bu durumda maktul bir kişi nasıl cehennemlik olur ki.
Bunun üzerine Habib-i Kibriya Efendimiz (s.a.v) cevaben şöyle der;
—Şüphesiz o da arkadaşını öldürmeye hırslı bulunmuştur.

Gerçekten de öldürmeye hırslı bulunmak o fiili işlemek gibidir. Kaldı ki bir Müslüman’ın ölmesini arzulamakta dinimizde hoş karşılanmaz. Nitekim Allah Resulü; “Her kim bir Müslüman’ın kanının dökülmesini ister bir kelimenin harfiyle mesela ‘öldür’ kelimesinin ilk harfiyle iştirak etse kıyamet günü iki gözünün ortasında Allah’ın rahmetinden ümidi kesilmiştir diye yazılmış olarak gelecektir” diye buyurmuştur.

Demek oluyor ki; öldürmek kadar öldürmeye azmetmekte suçtur. Hakeza çocuk öldürmekte öyledir. Bu yüzden Allah Teâlâ; “Çocuklarınızı geçim korkusuyla öldürmeyiniz. Biz sizi de onları da rızıklandırırız”(Enam/151)  beyan buyurmakta.

Peki, bir insan başkası tarafından değil de kendi kendini öldürdüğünde hüküm nedir? Elbette ki bunun hükmü; bir insanın intihar etmesi demek ha bir başkasını öldürmüş, ha da kendisini öldürmüş hiç fark etmez, sonuçta her iki fiilde cinayet addedilip ahrette ki karşılığı cehennem azabıdır. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.v) Hayber gazvesine iştirak eden bir şahıs hakkında; o ateş ehlidir dediğinde Ashaptan bazıları şöyle karşılık vermiştir;
—Ey Allah’ın Habibi! Ateş ehlidir diyorsun ama o muharebede bulunarak vefat etti.
Tabii Allah Resulü (s.a.v)  yine ısrarla:
—O ateşe atıldı der.

Derken birazdan gelen haber tereddütleri giderip o kişinin aldığı yaranın sızısını çekmek yerine kılıcının üzerine düşüp kendi kendini öldürmüş olduğu anlaşılır. Ve bunun üzerine Resulü Ekrem (s.a.v)   arkadaşlarına dönüp şöyle der:
—Allahu Ekber! Şahadet ederim ki ben Allah’ın kulu ve resulüyüm, Bilâl-i Habeşî’ye emrederek kimseden başkası girmeyecektir ve yine şüphe yok ki Allah Teâlâ bu dini facir bir kişiyle de teyid buyurur.(Buhari, Müslim). Gerçekten de Allah Teâlâ’nın; Haklı yere olan müstesna, Allah Teâlâ’nın haram kıldığı nefsi de öldürmeyiniz. Düşünüp gereğine göre hareket ederseniz ve akla nimete aykırı davranmayasınız diye size bunu vasiyet buyurmuştur (En’am/151) beyanı bunun teyididir.     

Hiç kuşkusuz “Kısasta hayat var” hükmü şüphe kaldırmaz, ancak bu demek değildir ki kısas hafifletilemez. Mesela kısasta diyet ödetme hafifletici sebep olmak bir yana varislerin mağduriyetini giderici bir tür tazminat olarak karşılık bulur da. Ancak bu arada sakın ola ki diyet için hafifletici unsur dedik diye hemen bundan bir çıkarımda bulunup “gönlünden ne kopuyorsa onu ver” gibi bir uygulama anlaşılmasın. Bir kere İslam'da her şey belirli kaide, kural ve ölçüler çerçevesinde ele alınıp asla beşeri hayat rastgele kurallarla tanzim edilmez. Dolayısıyla sosyal hayatta işlenen her fiili suçun karşılığına denk gelen bedel ne ise diyette o ölçüde verilir. Nitekim mezhep imamımız diyetleri altın, gümüş ve deve cinsinden tasnif etmişte. Zaten tasnif edilmiş fıkhı ölçülere genel hatlarıyla şöyle bir baktığımızda; hür bir erkeğin diyeti söz konu para cinsindense bin dinar, söz konu altınsa bin dinar altın, söz konu gümüşse on iki bin dirhem gümüş, söz konu hayvansa iki yüz sığır ya da iki bin koyun, söz konu giyim kuşamsa her biri iki parçadan ibaret olmak üzere iki yüz elbise olduğu ortaya çıkar. Hakeza cinsiyet bakımdan baktığımızda ise hür bir kadının diyeti erkek diyetinin yarısı olduğunu görürüz.

Bir Müslüman’ın akilesi (mensup olduğu aşiret, akraba, azad edilmiş kölenin efendisi vs.) bulunmazsa bu diyet hısımlarının hisselerinden veya Müslümanların maslahatı için ayrılan mallardan (Beytülmal) ödenir. Bilhassa bu hususta Rabb’ül Âlemin'in beyan buyurduğu; “Müminler birbirlerinin dostlarıdır, yardımcılarıdır, bu bakımdan birbirlerinin kanının heder olmasına meydan vermeyip bu diyeti böylece öderler” (Tevbe/71) ayeti baz alınır. Ancak Fıkıh ehlinden Ebubekir Esamme diyetlerin bizatihi suçluların kendi mallarından tahsil edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Yani, hiç kimse başkasının suçundan dolayı sorumlu tutulamaz görüşündedir. Tabii ki Ebubekir Esamme'nin dayandığı nokta Kur’an’da geçen: “Herkesin kazanacağı günah ancak kendisine aittir. Bir yük sahibi başkasının yükünü yüklenmez, bir kimse başkasının mesuliyetine ortak olamaz” (Enam/164) hükmüdür. Elbette ki yukarda tevbe ayetini ölçü alanlar Ebubekir Esamme’den farklı olarak; sosyal hayat üzerindeki sağlayacağı maslahatttan hareketle Akilelerin diyetleri ödemesi gerektiği fikrindedirler. Hatta bu görüşe destek nitelikte Resulü Ekrem (s.a.v)’in bir ceninin düşürülmesine neden olan bir kadının Akile'sine gurre hükmü vermiş olması da temel dayanak teşkil eder. Hakeza Hz. Ömer(r.anh) ise akilenin diyet ödemesine hükmettiğinde hiç kimse buna muhalefet eden çıkmamıştır. İşte bu tür örnekler bize şunu gösteriyor ki; tanımlanmış suçtan büsbütün akilenin de duyarsız kalamayacağıdır. Sonuçta akraba hukuku denen bir hukuk var, dolayısıyla fiili işleyen canide olsa kayıtsız kalınmaması icab eder.  Hatta buna maktul yakınları da dâhildir, onlar da Peygamberimiz (s.a.v)'in; “Ya diyet ister veya kısas talep eder” beyan buyurduğu iki şıktan birini tercih edip gereğini yerine getirmekle mükelleftir. Hatta her iki taraf rızasıyla birinci şıktan yana tercih kullanıldığında kısas düşebiliyor. İlla suçlunun katline ferman çıksın deniliyorsa, elbet bu durumda Allah Teâlâ'nın; “Kısas size yazıldı. Cezalandıracağınız zaman, size yapıldığının benzeriyle cezalandırın” (Nahl/126) hükmün yerine getirilmesi şart olur.

Bu arada sosyal hayatta unutmaya bağlı olarak görülen bir takım gayri ihtiyari yapılan hatalar da dikkat çeken bir husustur. Neyse ki bu hususla alakalı Allah Resulü'nün beyan buyurduğu; “Allah Teâlâ Resulüne mahsus bir lütuf olarak ümmetinden hatayı, unutmayı ve zorla yaptırılan şeyleri affetmiştir” müjdesi yürekleri ferahlatmaya yetmiştir. Sonuçta hepimiz insanız hafızamızda birçok şeyi tutamadığımız gibi baskı altında veya işkenceyle istenmeyen bir fili işleme durumu olabiliyor. Dolayısıyla hadis-i şerifte geçen afla birlikte ahrette hesaba çekilmekten kurtuluşumuz vuku bulur. Böylece dünya itibariyle birçok haklar da korunmuş olur.

KISAS İÇİN ŞARTLAR

Kısas uygulaması için gereken şartlar neymiş diye şöyle fıkıh kitaplarına baktığımızda; Bir kere kısasta ilk aranan temel kaide katilin akil baliğ olması ve öldürmeye kastetmiş veya kendi isteği ile hareket etmiş olmasıdır. Peki, öldürme kastı nasıl anlaşılır derseniz, hiç kuşkusuz yaralayıcı aletin varlığı bu iş için yeterli olabiliyor. Ancak katil; maktulün (öldürülenin)  babası olmamalıdır. Dolayısıyla oğlunu, kızını veya mutlak torunlarından birini öldüren şahıs hakkında diyet, tazir ve miras hakkından mahrumiyet gibi cezai hükümler geçerli olsa da kısas uygulanmaz. Nitekim bu hususta Resulullah (s.a.v)'in; “Baba, oğlunu öldürmekle kısasa uğramaz” beyan-ı şerifi bunu teyit ediyor. Demek oluyor ki; usul, yani baba, anne veya dedelerinden birini kasten öldüren için hakkında kısas gerekir. Sonuçta usul, füru'nun hayata gelmesine vesile atadır, bu yüzden füru (evlat ve torunlar) varlık nedeni ebeveynlerine hürmette kusur edemez.  

Bir kimse kendi hanımı veya damadını öldürdüğünde kendi evlat veya torunları varisliği söz konusu olduğunda kısas uygulanmaz. Zira kısas bölünme kabul etmez,   nasıl ki bu hak evlat ve torunlar için caiz değilse diğer varisler içinde caiz olmaz. İster istemez böyle durumlarda kısasın diyete dönüşmesi cihetine gidilir.

Bir köle veya cariye efendisini kasten öldürse kısas gerekir. Şayet efendisini kasten değilde bir hata sonucu öldürdüyse ne bir kısas,  ne bir diyet,  hiçbir lazım gelmez.   Zaten kölenin malı efendisinin mülküdür, istese de diyet veremez.  

Herhangi bir şahsı; ‘kanım sana helal olsun, beni öldür’ demesiyle öldürme eyleminde bulunan hakkında İmamı Azam ve İmameyne göre kısas gerekmez.

Bir adam laf olsun babında değil de; ‘kanımı sana şu kadar kuşa sattım beni öldür’ emri üzerine öldürürse hakkında kısas lazım gelir. Bir kere böyle bir emir batıldır.

Şu bir gerçek kasten öldürme fiillerinde aranan en birinci husus, her türlü kuşkuya mahal bırakmayacak derecede netlik kazanmalıdır. İşte bu yüzden her hangi bir kimseyi bir veya iki darbeyle öldüren şahıs hakkında kısas uygulanmaz. Çünkü ortada alışıla gelmiş örf adet gereği bir iki darbeden sadece uyarı veya terbiye amaçlı bir fiil algılanır, asla öldürme amaçlı bir darbe algılanmaz.

Bakın İmamı Azam bir insanın boğazını sıkmak, ip, urgan gibi bir şeylerle boğmak veya yüksek bir yerden aşağıya atmak suretiyle öldüren şahıs hakkında diyet lazım gelip kısas gerekmeyeceğini belirtmiştir. Fakat o insan hayatta kalma ihtimali imkânsız denecek derecede bir yerden atılmışsa bu durumda kısas gerekir.  Hakeza bir kişinin ağzına zehir akıtan şahıs hakkında diyet lazım gelirse de kısas lazım gelmez.

Bir insan kendisine verilen içeceğin zehirli olduğunu bile bile içip ölürse zehri veren şahıs hakkında tazminat gerekmese de şiddetli tazir cezası kâfidir. Tabii burada cezanın tazirle hafifletilmesine etki eden faktör ölenin zehri kendi isteğiyle almış olmasıdır.

Bir şahıs düşünün ki; hem kendi kendini yaralamış, hem de başka birinin darbesine maruz kalıp yaralanmış, tabii ki böyle bir vakada yaralayan hakkında kısas gerekmese de yarım diyet lazım gelir.  Bir başka ifadeyle; öldürme fiilinin doğrudan işlenmiş olması gerekir ki; kısas hükmü uygulanabilsin. Yine bir şahıs düşünün ki, tam olarak öldürmeye iştirak etmeyip sadece öldürme anında maktulun kol veya ayaklarını tutmuş ya da bir şekilde yardım etmek suretiyle öldürme eylemini kolaylaştırmaya yönelik eylemde bulunmuş olsun, işte böyle biri hakkında kısas uygulanmaz, bu kişi içinde şiddetli tazir kâfidir. Zira burada doğrudan bir fiili müdahale söz konusu değildir. Ancak bir kimsenin bulunduğu yeri gösterip öldürülmesine sebebiyet veren şahıs hakkında tazirle yetinilmez hâkimin takdiriyle; ya hapis cezası,  ya da darp cezasına hükmedilir.

Evet, kısasla ilgili genel hususlara değindikten sonra, birde fıkıh kaynaklarına yine bakarak tan kısas öncesi ve sonrası uygulamalar nelerdir bir göz atabiliriz. Bir kere kısas hükmünün kesinlik kazanması için;
—Katledilen maktul velisi kısas esnasında olmalı ki kısas uygulansın, yani velisi meçhul bir olayda kısas uygulanmaz.
—Maktul varislerinin kısas talebi olmadan kısas işlemine geçilmez.
—Kısas esnasında maktul varisleri hepsi hazır bulunmalı,  ancak varislerin arasında katilin torunlarından kimse bulunmaması gerekir.
—Bir insan yaralanarak öldüğünde kısas gerekmez. Yani, ölümde kasıt unsuru esastır. Dolayısıyla kasten yaralanmış bir kimse yatağa düşüp bir müddet sonra o yaradan ötürü vefat etmişse kısas gerekir. Çünkü bu süre zarfında ölüm sebebi netlik kazanmıştır.
—Sarhoşluk hali kısasa mani değildir.
—Bir mürtedi (dinden dönen) öldüren her kimse hakkında kısas gerekmez. Zira dinden dönmek kısmen harbî (gayrimüslim) hükmü kazanmasına yeterli sebeptir.
—Kısastan hüküm giymiş bir caniyi hariçten biri öldürse hakkında kısas uygulanır. Sonuçta ölen katilde olsa kısas hükmü verilmiş bu caninin hariçten birine karşı kanı masumdur.  Sadece söz konusu kişi hariçten velisi olduğunda kısas gerekmez. Zira akıtılan kan veli için haramlık oluşturmaz.        
—Bir cinayet düşmanlık kastıyla işlenmiş olmalıdır. Ancak şaka bundan istisnadır. Şöyle ki;  iyi yüzme bilmeyen bir kimseyi düşmanlık kastıyla ya da şakayla karışık dere, nehir, deniz vs. atıp boğulmasına sebep olduğunda kısas gerekir.

Kasten bir kişiyi öldürmeye yönelik tuzak kurup kendi evi veya umuma ait bir caddede bir kuyu kazar veya ayağının kaymasıyla ölümüne sebep olan hakkında kısas gerekir.

Bir kimse zehirli bir maddeyi bir şahsa içirip vefatına sebep olduysa hakkında kısas gerekir. Ancak zehirden her ikisi de  (hem veren, hem içen)  haberdar iseler bir şey gerekmez. Çünkü bu durumda zehri içen kendi kendini öldürmüş addedilir.

Bir adam aralarında husumetlik bulunan bir şahsa kılıç veya mızrak gibi bir şeyle işarette bulunup, takibe aldığı o şahıs yere düşmeksizin vefat ettiğinde hakkında kısas gerekir. Hatta takip esnasında her ikisi de atlı, her ikisi de yaya, ya da biri atlı diğeri yaya olsa da hüküm aynıdır. Fakat o şahıs kaçma esnasında düşüp öldüğünde hemen kısas hükmü uygulanmaz, bir kere böyle bir durumda önce varislere yemin gerekir. Yani, o şahsın bu düşme yüzünden değil sadece korkudan dolayı ölmüş olduğuna dair elli defa yemin ettirilmeli ki kısas hükmü uygulansın. Şayet bu tip yaşanan hadiselerde katil ve maktul arasında düşmanlık (husumetlik) yoksa kısas gerekmeyip sadece diyet lazım gelir. Yine böyle bir hadisede sırf silahın gösterilmesinden sonra ölüm meydana gelmişse bu hata kabilinden işlenmiş bir fiil sayıldığından kısas yerine katilin kabilesine diyet ödetilir. 
—Zor kullanmak suretiyle adam öldürme vuku bulduğunda hem zor kullanan şahıs için, hem de fiili işleyen için kısas gerekir. Belli ki bu olayda zorlayan sebep konumda, zorlanan da uygulayan konumdadır.
—Cani harbilerden olmamalıdır. Nitekim Resulullah (s.a.v); Uhud'da Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’ye kısas uygulamamıştır. Vahşi,  Mekke'nin Fethinde Müslüman olmuştu. Şayet Müslüman olmasaydı hiç kuşkusuz harbi hükmüne tabii olup öldürülecekti.
—Cani cinayete uğrayandan üstün konumda olursa hakkında kısas uygulanmaz. Buna göre bir müste’min zimmîye karşılık, hür bir insan köleye karşılık, bir efendi de kölesine karşılık kısas edilemez.
—Bir Müslüman köle nasıl ki hür bir insan arasında kısas caiz değilse hür bir şahısla da köle arasında kısas caiz değildir.
—Bir Müslüman gayrimüslim karşılığında öldürülemez.
—Zimmî zimmîyi öldürdüğünde kısas gerekir. Hatta zimmî sonradan Müslüman olsa da yine hakkında kısas düşmez. Zira cinayet işlendiğinde her ikisi de zimmî idiler.
—Bir kimse evlat veya torunlarından birini öldürürse hakkında kısas uygulanmaz. Zira yukarıda da belirtmiştik usul (baba, anne ve dede) füru'nun (çocuk ve torunlar) varlık sebebidir. Yani usulün füru üzerinde bir tür sahiplik hakkı vardır. Dolayısıyla füru aslın yok olmasına sebep olamaz. Kaldı ki “Baba çocuğundan dolayı öldürülemez” hadis-i şerifi bunu teyid ediyor.
—Maktul kanı haram biri olmalıdır. Bunun anlamı; kısasın masum kanları koruyucu hüküm olmasıdır. Bu yüzden bir harbi veya bir mürtedi öldüren şahıs isterse zimmî olsun fark etmez hakkında ne kısas, ne diyet, ne de kefaret lazım gelir. Ancak bir idari amirin izni olmadan bu fiili işlemişse bu durumda tedip edilmesi lazım gelir. Peki, öldürülen zimmîyse? Malum, bu hususta Resulü Ekrem (s.a.v)'in zimmî bir şahsı öldürmüş Müslüman hakkında kısas cezasını tatbik etmiş bile. Ve kısasın akabinde ‘Ben ahdine, verdiği söze vefa edenlerin en haklısıyım’ beyan buyurarak ahde vefaya herkesten çok benim riayet etmem manasına gelen mesaj vermişte. İşte bu uygulamadan hareketle İslam toplumunda zimmînin canı, malı ve namusu korunmak zorundadır. 
—Hür bir şahıs köle veya cariyenin dirseğinden itibaren kolunu kasten kesmiş olsa kendisinden yarı kıymet tazmin edilir. 

Evet, kısas için; 'kısasta hayat vardır' hükmün gereği aynı misline karşılık uygulanan bir yaptırım desek te bununda bir istisnası var ki kasten kesilen bir şehadet parmağa karşılık aynı misli şehadet parmağının kesilmesi lazım gelmez, bir başka parmak kâfidir. Malum, diğer parmaklar öyle değil, mesela kasten kesilen bir başparmağa karşılık başparmak kesilmesi lazım gelir.

Tabii asıl kısasta göz önünde bulundurulması gereken husus hem kayba uğramış organın konumu, hem de kayba uğramış ya da zarar görmüş organın cinsi arasında denkliğin bulunmasıdır. İşte bu temel kuraldan hareketle kısasta asla sağ el yerine sol el, sol ayak yerine sağ ayak kesilemez, ya da üst çenedeki bir dişe karşılık alt çenedeki bir diş çekilemez. Kaldı ki söz konusu biyolojik organların hem konumları ve hem de işlev fonksiyonları farklıdır. Dolayısıyla, aksi yanlış bir kısas uygulama için diyet gerekir.

Besbelli ki bir şahsın iki eli veya iki ayağını kasten kesildiğinde bunun karşılığı yine iki el ve iki ayaktır.  Zaten ortada başka seçenekte yoktur, böyle hükmedilmesi de gayet tabiidir.  Şu da bir gerçek, sağlam ya da kusurlu bir organ fark etmez bir el karşılığında kesilemez.  Şayet bu caniye ait kusurlu bir organsa bu durumda mağdur serbesttir, dilerse kısas ettirir, dilerse kendi sağlam organına denk düşen diyeti alır.
—Bir kişi cinayete uğradığı esnada değilde bilahare vefat sonrası cezai müeyyide verilmesi noktasında birinci derece yetki maktulun varislerine ait bir haktır, ikinci derece de ise bu hak devletindir.

KISAS İŞLEMİ

Kısas bölünmeyi kabul etmez. Nitekim varislerden birinin talebi diğer varislerinde talebi sayılacağından kısas esnasında diğer varislerinde hazır bulunmaları gerekir. Aksi takdirde varislerden biri hazır olmayınca kısas uygulanmaz. Belli ki bu gereklilik varislerin katili affetme ümidine istinadendir. Her şeyden önce kısas hakkına sahip olanlar işlenen cürüm hakkında ittifak etmelidirler. Şayet bu hakka sahip olanlardan biri ölürse yerine diğer varis sorumluluk üstlenir.

Kısasta mükellefiyet esastır. Yani, cinayeti işleyen çocuksa akıl baliğ oluncaya kadar kısas uygulanmaz, şayet bu kişi mecnunsa (deli) aklı yerine gelinceye kadar beklenip bu süre içerisinde hapsedilmesi daha uygundur. Anlaşılan cani her iki durumda da kısas edilemez. Zira Hz. Muaviye, Hüdbe b. Haşem’i öldürmüş olan bir şahsı, Hüdbe’nin oğlu buluğ çağına gelene dek hapsetmişti.          

Hakkında kısas kararı olan bir hamile kadın için çocuk doğana kadar kısas edilemez. Sebebi gayet açık,  can içinde can vardır. Ancak bu da yetmez ne zaman ki dünyaya gelen çocuğa sütanne bulunur, işte o zaman kısas cari olur. Şayet sütannede bulunmazsa, bu durumda çocuğun annesine tam iki sene süt emzirme müddeti tanındıktan sonra kısas olmalıdır.

Bir katil düşünün ki, öldürdüğü şahsı ateşe atmış, gözlerini çıkarmış veya parça parça (lime lime) edip öldürmüş olsun, böyle bir caniye bile aynı misli karşılık verilmez, kısas işleminin yaralayıcı alet veya kılıç benzeri kesiciyle yerine getirilmesi kâfidir. Malum, kısasta baş kesme en yaygın kullanılan yöntemdir. Zaten maktulün velisi, katili kesici aletten başka bir metotla öldürmek isterse hâkim buna geçit vermez, kural neyse o yöntem uygulanır. Hakeza yine katilin bir uzvu başka bir kimse tarafından kesilecek olursa yara kapanıncaya kadar hakkında kısas uygulanmaz. Her ne kadar bir katil, öldürdüğü şahsı ne şekilde öldürmüş ise kendisi de o şekilde kısas edilmesi gerektiğini düşünsek te bazı öldürme vakalarında benzerlik aranmaz sadece kılıçla öldürülmesine hükmedilir. Efendimiz (s.a.v); ‘Kısas ancak kılıç ile yapılır’ beyan buyurmuştur. Tabii ki kılıçtan kasıt keskin silahtır. Nitekim Allah Resulü; ‘Filan şahsı bulursanız öldürünüz, onu yakmayınız, çünkü ateşle ancak ateşin yaratıcısı azap eder, başkaları edemez’ diye beyan buyurdu.

Hükmü kesinleşmiş kısasın ertelenmesi uygun değildir. Ancak kısasta söz konusu hamile bir kadınsa kısasın doğum sonrasına ertelenmesi uygundur. Yüce Allah (c.c); ‘Eğer ceza verecek olursanız size nasıl ceza verilmiş ise sizde o şekilde ceza veriniz. Ancak sabredip af ile muamele ederseniz şüphe yok ki bu sabredenler için daha hayırlıdır’ (Nahl/126) beyan buyurmaktadır.      

Kısas şahsi bir ceza türü derken mesele sadece maktul ve mağdur arasında geçen bir hadiseye indirgememek gerekir, bunu etkileri bakımdan düşündüğümüzde katil ve maktul yakınları, hatta tüm toplumu ilgilendiren bir hadise olarak algılamalı. Zaten mesele katil ve maktul arasında cereyan eden bir meseleyle sınırlı tutulsaydı kısas hakkından bahsetmeye gerek kalmayacaktı. İşte görüyorsunuz kısas yerine getirilmesi gereken öyle bir hak ki, kısas hakkına haiz insanların toplu ittifakıyla yerine getirilmiş olur. Şayet ittifak oluşmamışsa aralarında kura çekilip kimin adına kura çıkmışsa onun izni dâhilinde kısas gerçekleşir.

Malum, öyle olağanüstü durumlar vaki olur ki bu durumda kısas düşebiliyor. Nitekim bu hususta Peygamberimiz (s.av) şöyle buyurdu; ‘Kısas edilecek şahıs, doğal bir afetle ölürse veya başka bir husustan dolayı haklı veya haksız yere öldürülürse kısas düşer, bıraktığı malından diyette alınamaz.’ İşte hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere kısas yoluyla kesilecek bir organ doğal bir afet sonucu kopar ya da haksız yere kesilirse kısas düştüğü gibi diyette ödenmez. Ancak bu organ bir haksızlık sonucu değil de mesela hırsızlıktan dolayı kesilmişse kısas düşse de diyet düşmez. Keza kısas cinnet halinde de düşer. Ancak cinnet geçiren, kısas sahiplerine teslim edildikten sonra vuku bulmuşsa kısas düşmez.   

Kısas hakkına sahip olanlar caniyle peşin veya veresiye bir bedel üzerine anlaşırsalar kısas düşer. Kaldı ki kısas, maktul velisinin affetmesiyle de düşer. Hiç kuşkusuz affetmek daha tercih edilendir. Bu yüzden Resulü Ekrem'de (s.a.v); cinayet hadiselerinde affetmenin daha uygun olacağını buyurmuşlardır. Zaten Kur’an’da geçen “Katil ölenin kardeşi tarafından bağışlanmış ise örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azap vardır” (Bakara/178) ayeti celile bunu doğruluyor. Hatta affedildikten sonra da artık o konu kapanmış olmalıdır, ikide bir yüzüne vurulan bir meseleye dönüşmemelidir. Nitekim ayetin sonunda zikredilen affedilmiş bir katil öldürüldüğünde öldüren için elim bir azap vardır kelamı meseleyi yeteri kadar izah ediyor. Dolayısıyla bu hükme rağmen maktulün velisi katili önce affedip daha sonra da kasten öldürecek olursa ulema tarafından hakkında ittifakla kısas lazım gelir denilmiştir.

Şayet birden fazla şahsı öldürmüş olan bir cani hakkında maktullerden birinin velisi affettiği halde diğer maktullerin velileri affetmezlerse affetmeyenlerin kısas hakları düşmüş olmaz. Zira ortada ayrı ayrı işlenmiş cinayetler söz konusudur.

Bir yaralı yaralayana hitaben; “Ben ölürsem seni kanımdan veya katlimden vazgeçtim (ibra ettim)” derse affı geçerlilik kazanır. 

Kelimenin tam anlamıyla kısasta karşılıksız affetmek daha evla görülmüştür. Bakın Rabbül Âlemin; Affederseniz bu takvaya daha yakındır (Bakara/237) beyanı ve Allah Resulü'nün; “Bir kimse gördüğü zulme rağmen zalimi affederse Allah Teâlâ bu sebepten ötürü onun izzetini artırır” beyanı bu doğrultuda zaten. O halde biz kullara hataları örtmek düşer. Örtelim ki Allah'ta ruzu mahşerde bizim hataları örtsün.
             KASTEN VE HATAYLA ÖLDÜRMELER

Kim bir insanı hatayla öldürürse diyet lazım gelir. Hakeza her kim önce bir insanı, daha sonra bir başka insanı hatayla öldürürse her biri için diyet vermesi icap eder. Kasten öldürmenin cezası tam diyettir.

Bir şahsı öldürmek kastıyla atılan kurşun, o şahsı delip geçtikten sonra kurşun bir başkasının vücuduna isabet edip ölümüne yol açtıysa birinci cinayetten dolayı kısas, diğeri içinde diyet lazım gelir (Cinayet-i müdame).

Bir kimse iki şahsı bir vuruşta kasten öldürecek olursa hakkında kısas hükmü cari olduğundan (öldürülür) diyet lazım gelmez.

İki kişi birlikte bir şahsı kasten öldürseler, bu durumda her ikisi içinde kısas cari olur (cinayet-i müşterek). Yine iki kişinin kasten sıcak bir yara açması sonucu ölen bir şahıs içinde hüküm aynıdır.

İki kişi birlikte hata yoluyla bir şahsı öldürse, ya da iki şahıstan biri kasten diğeri hatayla öldürmüşse ortada şüphe söz konusu olduğundan her ikisi hakkında da kısas gerekmez. Belki her ikisinin bir tam diyet vermesi icap eder.

Bir şahsı iki şahıstan biri yaralayıcı alet ile diğeri de sopayla dövüp öldürse her iki şahısta yarı yarıya diyet ödemeleri lazım gelir.

Bir şahıs düşünün ki, bir şahsı önce kasten elini kesip öldürmeye kastettiğinde o şahıs yaralanıp yarası iyileştikten sonra öldürme eylemini gerçekleştirdiğinde her iki fiil içinde maktulun velisi dilerse önce elini, sonra kendisini kısas ettirir, ya da sadece kısas ile yetinilir. Hatta dilerse sadece elini kestirmekle yetinip affedebilir de.

Yine bir adam düşünün ki, iki kişinin de sağ ellerini kasten kesmiş olsun, böyle bir durumda sağ eli kesilir, diğer bir ele karşılık ise diyet ödenir.            

Ortaklaşa bir işte çalışan kimselerin bir hata sonucu müştereken işlemiş oldukları cinayetlerin diyetlerini yine ortaklar öderler. Mesela üç kişinin birlikte kazdıkları kuyu üzerilerine yıkılıp aralarından biri telef olduğunda bunun diyeti üç hisseye ayrılır, iki hissesini hayatta kalanlar veya varsa akileler öderler, diğer bir hisse de telef olanın hissesine isabet ettiğinden bu hisse düşmüş olur. Hakeza ücret karşılığında bir kişi kazdığı kuyu üzerine yıkılıp öldüğünde kuyu sahibine diyet lazım gelmez.

Dört kişi beraber çalıştıkları bir geminin direğini kaldırma esnasında üzerilerine direk düşüp içlerinden bir kişi öldüğünde ödenecek diyet dört hisseye ayrılır, üç hissesini hayatta olanlar öderler,  diğer kalan bir hisse de ölen insanın hissesine isabet ettiğinden bu hisse düşmüş olur.

Birbirleriyle güreşen iki pehlivandan biri diğerini yaralamaksızın silkeleyip yere çarpmak suretiyle ölümüne sebebiyet verdiyse diyetini tazmin eder.              

Bir kimse cerrahi ameliyat olduğunda ölürse doktorun tıbbi kusuru yoksa bir şey verilmesi gerekmez. Şayet hata varsa cerrahi müdahale yapanın yarım diyet ödemesi lazım gelir.

Bir kimse cinsel ilişkiye dayanıklı olmayan bir kız çocuğa tecavüz edip o çocuğun ölmesine neden olduysa hem mihri'ni, hem diyetini, varsa âkilesinden (suçu işleyenin malından ödenen diyet) ödemeye mecbur tutulur. Bu arada suçu işleyen ister yabancı ister yerli olsun fark etmez diyet ödemekle iş bitmeyip zina haddi de uygulanır.

Bir kimse bir şahsı Allah’ın Kahhar ismini zikrederek (okuyarak) helak olduğunu ikrar ederse bir şey lazım gelmez. Yine bir şahsı duayla, bir takım burçlardan çıkardığı çıkarımlarla veya Enfal suresini okumakla öldürdüğünü dile getiren bir adam için de herhangi bir müeyyide lazım gelmez. Bir kere böyle bir itiraf şeriata aykırı bir yalan beyan hükmündedir. Zira gaybı ancak Allah bilir.

Bir kimse çocuğunu terbiye amaçlı dövüp ölümüne sebebiyet verdiğinde diyet ödemesi lazım gelir. Çünkü uslandırma pekâlâ tediple (edeplendirmek, terbiye vermek haddini bildirmek için darp ve tazir vs.) veya kulağını çekmekle de mümkündür.

Bir öğretmen ya da bir usta, öğrenci ve çırağın velisi veya vasisinin izni olmaksızın dövemez. Aksi takdirde o çocuk öldüğünde söz konusu kişi öğretmense öğretmene, ustaysa ustaya diyet lazım gelir.  Ancak daha önceden çocuğun veli veya vasisi tedip için dövmelerine izin vermişse diyet gerekmez, ama dövme işlemi çocuğun kulaktozuna vurmak, boş böğrünü yumruklamak, değnek vurmak suretiyle yapılmışsa döven için yine diyet gerekir.

Bir kimse karısını değnek veya yumruk gibi bir şeyle dövüp ölümüne neden olduğunda diyet lazım geldiği gibi mirastan da mahrum kalır.

Bir kimsenin duvarı sağlamca inşa edilmişken daha sonra yoldan geçen bir şahsın üzerine yıkılıp ölüm vuku bulmuşsa duvar sahibine tazmin lazım gelmez. Fakat yıkılmaya yüz tutmuş vaziyette yaptırılmış duvar için tazmin gerekir. Hakeza önceden uyarı mahiyetinde bildirilmiş yani tekaddüme (zararın defi için önceden yapılmış tavsiye ve tembih) rağmen çökme riski alınmış bir ev için gereği yapılmayıp o ev çöküp birinin ölümüne neden olduğunda diyet ödenmesi gerekir. Şayet yıkılmaya yüz tutmuş duvar vakfa ait bir duvarsa tekaddüm vakfın mütevellisine yapılır. Tekaddüm sonrasında duvar yıkılıp zarar verdiğinde,  zarar tazmini vakfın malından ödenir. Telef olan insanın diyeti ise vakfın Akile'since karşılanır. Mütevellinin malından lazım gelmez. Çünkü mütevelli vakfın vekilidir.

Umum yol üzerine düşecek gibi duran bir duvar yıkıldığında daha önceden tekaddüm edilmemişse bir şey lazım gelmez.

Ücretle çalışan kimselerin yıkmakta oldukları bir duvar yıkılıp birisinin ölümüne neden olduğunda diyet ve kefareti ücretlilerin üzerine lazım gelir, duvar sahibine bir şey lazım gelmez.

NEFSİ MÜDAFAA

Nefsi müdafaa durumunda kalan bir insanın kendisinin öldürmeye kast etmiş bir şahsı öldürmesi durumunda, ne kısas, ne diyet gerekir. Ancak bağırmak, feryat etme imkânı varken ya da halkın koşup kendisini kurtaracağına emin olduğunu bildiği halde böyle yapmayıp öldürmeye teşebbüs etmişse hakkında katil hükmü cari olur. Keza bir adama sadece silah teşhir ettikten sonra arkasını dönüp gittiğinde o şahsın arkasından yetişip öldürdüğünde de hüküm aynıdır.

Bir şahsın en az on dirhem gümüş değerinde bir malını haksız yere zorla almak isteyen birini savmaya muktedir olamayıp öldürdüğünde hakkında katil hükmü uygulanmaz. Anlaşılan o ki; malı müdafaa maksadına yönelik bir öldürme fiili için ne kısas ne de diyet gerekir.  Elbette bu hüküm bunla sınırlı kalmayıp ırz ve namusu koruma maksatlı yapılan bir öldürme içinde hüküm aynıdır.

Mesela bir kimse kendi karısı veya kız kardeşini başka biriyle gayrimeşru ilişki içerisinde görüp öldürdüğünde hakkında hiçbir şey lazım gelmez. Zira söz konusu mal, can ve namus mukaddes olunca her müminin gücü nispetinde müdafaada bulunması şart olur.  Öyle ki bu uğurda hayatını feda eden bir mümin şehit sayılır da. Nitekim Rasulullah (s.a.v) ashabına; Siz aranızda kimleri şehit sayarsanız diye sorduğunda;
Ashab:
—Ya Rasulullah! Allah yolunda öldürülenleri şehit biliriz cevabını vermişlerdir.
Bunun üzerine Habibi Kibriya (s.a.v):
—O halde ümmetimin şehitleri az demektir diye karşılık verir.
Ashab bu durumda şaşkınlığını gizlemeyip:
—Ey Allah'ın Resulü!  Madem öyle bize kimler şehittir onu söyleyin.
Rasulüllah (s.a.v) cevaben:
“—Müslümanlardan her kim malını muhafaza uğrunda öldürülürse şehittir,  herkim kendini müdafaa yolunda öldürülürse şehittir. Her kim dinine yardım uğrunda öldürülürse şehittir ve her kim ailesinden mesela karısının veya başka bir yakının veya namusunu korumak yolunda öldürülürse şehittir” der.

ŞAHİTLİK

Malum, herhangi bir cinayet hadisesinde bir erkek, iki kadının şahitliği yeterlidir. Ancak olayın aydınlanması adına öldürme zamanı, cinayetin işlendiği mekân, suç aletleri vs. hususlarında şahitlerin tam ittifakı gerekir, aksi takdirde şahitlikleri kabul görmez. Çünkü şahitler arasında ihtilaf söz konusu olması davanın görülmesine manidir. Her şeyden önce öldürme hadisesini şahitlerin bilfiil görmüş olması gerekir. İşitme ya da kulaktan dolma haberlere dayanarak yapılan şahitlik kabul görmez.

Kısası gerektiren bir ölüm için şahitlik eden iki şahitten biri, şayet kısas icra edildikten sonra şahitliğinden dönecek olursa haklarında kısas uygulanmaz, ancak öldürülen şahsın diyeti yarı yarıya ödemekle yetinilir. Çünkü ortada öldürme girişimi söz konusu değildir.

Bir katilin kısas kararı veren hâkim daha henüz hükmünü beyan etmeden (imzalamadan) önce azledilir, ya da ansızın vefat ettiğinde dava dosyası yeni hakeme aktarılır. Dolayısıyla yeni tayin edilen hâkim yeniden mahkeme yapmadıkça ve tekrar sil baştan şahitleri dinlemedikçe hüküm infaz edemez. Hatta şahitler şahitliklerinden caysalar veya kendilerine körlük ve cinnet hali gelirse de kısas icra edemez. Belki yeni bir delile ihtiyaç duyulacaktır.
             
ÇOCUK ALDIRMAK VE CENİN CİNAYETİ

Allah Teâlâ; “Çocukların yoksulluk korkusuyla öldürmeyin, onları da sizi de rızıklandıran biziz, şüphe yok ki onları öldürmek çok büyük bir cinayettir” (Enam–151) beyan buyurmaktadır. Bilindiği gibi gurre; bir ceninin (anne rahminde bulunan çocuk) düşürülmesine karşılık beş yüz dirhem gümüş,  köle, cariye ve at’a tekabül eden mali bir cezadır. Nitekim bu hususta Muğire b. Şu’be (r.anh)’den rivayet ettiği hadis açıklayıcı da. Şöyle ki hadiste geçen bir cariyenin çadır direğine vurmanın etkisiyle diğer cariye hem canından olmuş, hemde cenini düşürmüştür. Bunun üzerine Rasulüllah (s.a.v) o cariyenin efendisine hem diyet, hem de cenin için gurre hükmü vermiştir.

Bir kimse aleyhine cenin düşürme davası açıldığında söz yeminle beraber davalınındır. Şöyle ki; bu düşük hadisesi davalının cinayeti yüzünden olmuştur iddia edildiğinde bu iddianın inkârı için en az iki erkek şahitle birlikte ispat edilmesine ihtiyaç vardır. Madem düşürme bir tür doğum sayılmakta o halde bu tip hassas davalarda kadınların şahitlikleri daha muteberlik kazanır.

Hamile bir kadın dövme ya da korkutulmak suretiyle cenini (daha henüz rahimde bulunan çocuk) düşürdüğünde buna sebebiyet veren her kimse üzerine gurre lazım gelir. Şayet cenin dünyaya canlı düşüp sonra öldüyse o kimse üzerine tam diyet gerekir. Malum bunun karşılığı gurre beş yüz dirhem gümüş tutarı bir ödemedir. Tabii bu arada cenin sayısı arttıkça ona paralel gurre ve diyet tazmini de o ölçüde artacaktır. Mesela düşürülen cenin ikizse, ya da iki cenin ölü olarak düşmüşse buna karşılık iki gurre ödetilir. Yok, eğer her iki cenin önce diri olarak düşüp sonra her ikisi de öldüğünde iki tam diyet icap eder. Şayet ceninlerden biri ölü, diğeri de diri olarak düşmüşse bir gurre ve bir tam diyet lazım gelir.

Tıbben sabittir ki çocuk düşüren bir kadının vücudu her türlü hastalığa müsait olabiliyor, hatta ömür boyu kısırlığa mahkûm kalması da muhtemel dâhilindedir. Malum, fıkıh literatüründe organ teşekkülü tamamlanmadan düşen çocuk için sıtk denmektedir. İster adına sıtk densin ister cenin denilsin sonuçta bir kadın kocasının izni olmaksızın kasten düşük yapsa; birde bunun üstüne cenin ölü olarak düşmüşse gurre ödemesi gerekir. Şayet cenin diri düşüp akabinde ölmüşse tam diyet icap eder.

Bir kadın düşünün ki, sadece sıhhi gerekçelerle ilaç içtiğinde çocuk ister diri, ister ölü düşsün bu durumda kendisine ceza verilmez. Anlaşılan çocuk düşürme amaçlı ilaç içmek caiz değildir.

Bir kadın süt emzirmek mecburiyetinde bulunduğu çocuğa süt verir haldeyken ansızın sütü kesilmeye başladığında veya sütanne tutmaya maddi gücü olmayıp çocuğunun ölmesinden endişe duyduğu durumlarda rahminde daha henüz organ teşekkülü olmayan cenini düşürmesi caizdir. Çünkü böyle bir cenin henüz bir et parçası (muzga) veya kan pıhtısı (alaka) hükmündedir.

Şu bir gerçek; nutfe rahme ulaşmasıyla birlikte ruh verilecek müddet (bu süre 120 gündür) geçtiğinde cenini düşürmek caiz olmaz. Çünkü ruh verilmiş cenin hayatta yaşayan canlı gibidir. Dolayısıyla bir cenin düşürülecekse yüz yirmi günü aşmaması gerekir. Bu yüzden Rasulüllah (s.a.v) yüz yirmi geceden sonra ruh üfürülmüş bir ceninin düşürülmesi durumunda gurre ya da buna denk gelen köle ve cariye verilmesi gerektiğini belirtmiştir.  

Gurreden maksat ya bir köle veya yedi yaşında bir cariyedir. Ki, biçilen bu kıymet hür bir kadının diyetinin 1/10’una eşittir. Yani düşürülen bir ceninin gurresi kıymet itibariyle altı yüz dirhem gümüştür. Bu arada düşmüş bir ceninin diri olup olmadığı, sesinin yükselip yükselmemesi, nefes alıp almadığı süt emip emmediği, tüm organlarının hareket edip etmemesiyle belirlenir. Bu demektir ki tek bir organın hareket etmiş olması diri olduğunu ispat etmeye kâfi değildir. Tek bir organ hareketi çarpıntı olarak değerlendirilir.

Şu da bir gerçek gurrede cinsiyet ayırımı da söz konusu değildir, yani ceninin erkek veya dişi olması arasında fark yoktur. Ancak diyet söz konusu olduğunda hüküm değişir, erkekse erkek diyeti, dişi ise dişi diyeti ödenir.
KASAME

Kasame bir şeyin doğruluğu hakkında maktul velilerine yöneltilen yemin uygulamasıdır.

Kasame ekseri fakihlerin içtihadı gereği meşru görülmüştür. Malum, şer’i davalarda iddia makamı iddiasını ispatlamakla mükelleftir, davalı da kendisine isnat edilen iddiayı kabul etmiyorsa yemin etmesi gerekir, ama kasame öyle değil, tam aksine kasame de iddia sahiplerine yemin yöneltilir. Nitekim Resulüllah (s.a.v.) Hayber'de bulunan bir maktul için kasame uygulamıştır.

Tabii kasame uygulanabilmesi için bununda kendince belirli kaide kuralları söz konusudur. Nasıl mı? Bir kere;
—Ortada öldürülme işlemine dair alamet olmalı,
—İnsana ait ceset olmalı,
—Öldürüldüğüne dair dava açılmalı,
—Kaseme hususunda talep olmalı,
—Faili meçhul cinayet olmalı,
—Maktulün bulunduğu mekân kendi mekânın dışında bir yer olmalı, 
—Maktulün bulunduğu yer bir mahalle, köy ya da bir başkasına ait mesken olmalı (bir başkasının tasarrufunda olmalıdır),
—Cinayetin vuku bulduğu alan ses işitilmeyecek kadar uzakta olmalıdır.
,
Şurası muhakkak hiçbir şahsın mülk ve tasarrufunda olmayan bir yerde bulunan maktul için kasame ve diyet uygulanmaz. Hakeza Dicle ve Fırat gibi nehirlerin sürüklediği bir nehirde bulunan maktul içinde öyledir. Ancak debisi düşük bir nehirde bulunan bir maktul için kasame ve diyet gerekir.

Bir adam düşünün ki ses işitilebilecek bir odada ölü bulunmuş,  elbette ki böyle bir durumda o yer halkına diyet lazım gelir. Fakat çarşı ve pazar yerinde, hapishanelerde, kira ya da satışa sunulmuş yerlerde ölü bulunmuş bir maktul için kasame ve diyet gerekmez. Ancak han odalarının birinde sakin halde ölü bulunmuş maktul için diğer oda sakinlerine diyet ve kasame lazım gelir.

İki köy veya iki sokak arasında bulunan maktul içinse en yakın köy veya sokak halkına kasame ve diyet lazım gelir. Hatta birbirlerinin sesini işitecek derecede çadırların var olduğu bir yerde ölü bulunmuş bir maktul içinde yine çadır sakinlerine kasame ve diyet lazım gelir. Hakeza bir gemide ölü bulunmuş bir maktul için hüküm ayın olup yolculara, gemi sahiplerine ve gemi kaptanlarına da kasame ve diyet lazım gelir.

Asabiyet davası uğruna çatışan gruplar dağıldıktan sonra ortada ölü bulunmuş maktul varsa bu durumda o yer halkına kasame ve diyet gerekir.

Şunu da belertmekte fayda var, kasame ve diyete sadece akıl baliğ ve hür olan erkekler dâhil olabiliyor.
             
Faydalanılan kaynak: Ömer Nasuhi Bilmen’in Hukuki İslamiyye ve Kamusu eseri.