Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s)’ın Hâcegân yolunda ilerlemek için on bir madde olarak belirlediği usullerden biride ‘gözümüzle sağa sola bakmak değil, kendi ayağımızın ucuna bakaraktan adım atmak’  ve ‘başkalarının kusurlarını gözlemlemek değil kendi kusurlarımızı gidermenin derdiyle yol almak’ usulüdür. Ki, tasavvufta bu usul  ‘Nazar ber-kadem’ düsturu olarak karşılık bulur.  Hiç kuşkusuz tasavvufta karşılık bulan bu usulün kaynağı bizatihi Resûlullah (s.a.v)’in kendisidir. Nitekim Rabbül Âlemin, Habib’ini Miraçla huzuruna aldığında şöyle över:

-O’nun gözü bir lahza olsun sağa sola kaymadı.

İşte ‘Nazar ber kadem’ düsturu ve usulü budur. Zaten O’nun sağa sola bakmaktan hayâ duyan bu adabıdır ki, tüm peygamberler arasında en sevilmiş ve en seçilmiş Nebi olmasına yetmiştir. Keza Allah’ın huzurunda el pençe divan duruşuyla da en seçilmiş, en sevilmiş ve en karakter abidesi âlemlere rahmet bir peygamberdir O. Madem öyle, ümmeti olarak bize O’nun ahlakıyla ahlaklanmak düşer. Öyle ahlaki karakter kişilik edinmemiz gerekir ki, O’nun izini iz sürdüğümüzde kendimizi bir hiç olarak görmek gerekir, her ne varsa Peygamber ahlakında var deyip öyle yola koyulmalı. Bakın bu hususta Seyyid Sıbğatullahi Arvasi  (k.s) sofilerine nasıl bir tavsiyede bulunuyorlar: “Sofi tavus kuşu gibi olmalıdır. Tavus kuşu ayaklarının siyahlığına bakar. Vücudunun ne kadar rengârenk güzel olduğuna bakmaz. Sofi de kendi iyi haline bakmamalı, yaptığı amellerine güvenmemeli. İyiliği görmek ve amellere güvenmek kibir ve gururlanmaya sebep olur. Yaradılmışlar arasındaki bütün manevi olgunluk, Allah Teâlâ’nın kemâlâtının bir yansımasıdır. İnsanın bunu kendinden kaynaklandığını düşünmesi bir kusur olur” (Bkz. Minah-5).

İşte bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere bir salikin tasavvufta ilerleyebilmesi için ilk evvela harama nazar etmemesi ve gözünü mümkün mertebe etraftan sakınıp ayağının ucuna bakaraktan adımlarını atması gerekir. Zira öyle bir zamandayız ki, etrafımız hak getire, toz duman halde, helaller haramlar iç içe geçmiş durumda,  şimdi gel de onca curcuna içerisinde bu pirincin taşını ayıkla, ne mümkün. Hele birde bu curcuna içerisinde Hak yolcusu bir salikin gözünü ayağının üzerine değil de etrafa bakaraktan yürüdüğünü düşünün, bak gör o zaman salikin iç dünyasında kopan fırtınayı, bu durumda Seyr-i sülûk yolunda çok büyük kayba uğrayacağı muhakkak. Bakın şöyle bir etrafa resmen sağımız solumuz ve her yanımız kuşatılmış durumda. Hadi biz neyse de bilhassa kendini hak yoluna adamış bir salik için etrafın bu kokuşmuşluğu öldürücü zehir olabiliyor. Elbette ki bu vahim tablo salikin sıratı müstakim üzere adım atmasına çok büyük engel teşkil edecektir. Malum, hak ve hakikat yolunda Allah’tan gayri her şey masivadır, Bu nedenle gerçek bir salik masivalardan kendini arındırması için hak ve hakikat yolunda her daim ‘Nazar ber kadem’ üzere adım atmaya kendini mecbur hisseder de.

Evet, bir salik için Allah’tan gayri her şey masiva olduğu gibi Hak yolunda ilerlemesine engelde olmakta. Şayet illa da etrafa bakacak olursa da Allah’ı hatırlatacak olan her ne varsa ona bakmalı. Ki, normal yollardan böylesi bir bakışın bile tasavvufta belli bir ölçüsü, kaidesi ve adab-ı muaşereti söz konusudur. Nasıl mı? Mesela bir an kendimizi Allah dostlarının meclisinde olduğumuzu düşünelim. Biz biliyoruz ki onların yüzüne bakıldığında bize Allah’ı hatırlatırlar hep.  Ancak bakmak iyi hoşta, bu demek değildir ki onların yüzüne bakarken doğrudan göz göze gelecek şekilde bakılsın. Oysa tasavvufta nasıl bakılacağının adabı usulü bellidir zaten, yani bakmanın adabı göz göze gelmeyecek şekilde bakmaktır. Ki, Evliyaullah’ın bakışı bizim gibi değil,  Allah’ın nuruyla bakmaktalar, işte bu nedenledir ki, Allah dostunun iki kaşı arasından çıkan nura doğrudan bakıldığında adeta şimşek çakarcasına bir etkileşim olur ki her salik bunu kaldıramayabilir. O halde salikin her halükarda mürşidiyle göz göze gelmemeye dikkat etmesinde fayda vardır. Aksi halde mürşidinin nazarından istifadesi zorlaşabilir.  

Demek ki, Allah dostlarının nazarından istifade etmek ancak tasavvufun belirli adap ve usullerine riayet etmekle mümkün olabiliyor. Nitekim Gavs-ı Sâni (k.s) istifade yönünden bu hususu şöyle dile getirir: “Bu zamanda insanlara yapılabilecek en büyük iyilik, tevbeyi tarif etmek ve bir mürşid-i kâmile yönlendirmektir. Sadat-ı Kiramın nazarı kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra onu kuma veya toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli müddet sonra yavru meydana gelir. Sadat-ı Kiramın nazarı da kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazarı ilahi nurdur. Bu nur kalbin ilacı olur da.”

Öyle ya, nasıl ki Resulullah (s.a.v.)'in nazarıyla Sahabe-i kiram halden hale girip kemale erdiyseler, günümüzde de Sadatların nazarıyla sofilerin kaplumbağa misali olgunlaşmaları da öyle bir şeydir. Malumunuz Peygamberimizden sonra peygamberlik kapısı kapanmıştır. Ama O’nun varisi hükmünde mürşid-i kâmiller her devirde var olacaktır,  dolayısıyla onun varisi hükmünde Rabbani âlimlerin nazarlarıyla olgunlaşmaya elbette ki çok büyük ihtiyaç vardır. Hele bir sofi bağlı olduğu mürşid-i kâmilin hal ve hareketinden istifade etmeye kendini adadıysa bu durumda o sofinin Allah’a (c.c) yakınlığı daha da bir ziyadeleşecek demektir. Nasıl ziyadeleşmesin ki, bikere Allah dostlarının gidişatı Allah Resulünün ‘Nazar ber kadem’ adımı üzere attığı istikamet bir yoldur. Dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.v) en son peygamber olarak bu dünyadan göç etmiş olsa da, Allah’a çok şükürler olsun ki kendisinden sonra ‘Nazar ber kadem’ üzere attığı adımların izini iz sürecek Rabbani âlimlerimiz vardır. Nitekim Allah Resulü (s.a.v.) bu hususta şöyle beyan buyurmuştur ''Ben size öyle bir şey bırakıyorum ki, siz ona yapıştığınız müddetçe sapmazsınız. Bunların birincisi Allah'ın kitabı, ikincisi benim sünnetimdir.'' O halde bu noktada Allah ve Resulünün izini iz süren irşad edicilerin gölgesine girmekle hem Allah’ın ipine sarılmış oluruz hem de Resulullah’ın sünnetine mutabaat etmiş oluruz. Zaten her kim Allah ve Resulünün hakikatleri dışında başka izler peşinde koşturuyorsa şunu iyi bilsin ki bu düpedüz hurafecilerin izini iz sürmekten başka bir şey değildir.  Maalesef günümüzde sünnetten bihaber bir takım aklı evvel insanlar türedi ki; mürşid-i kâmile değil,  hurafelere inanmaktalar. İlginçtir bu tip insanlara dini mevzuda bir şey sorsan hemen hoca kesilip mangalda kül bırakmazlar da, ama bu nasıl hocalıksa bir bakıyorsun ya evinde ya arabasında ya da kapısında nazar boncuğu hiç eksik olmuyor. Hele bir şaşırıp Allah dostunun nazarını onlara soruversek,  hiç kuşkusuz insanı sorduğuna da bin pişman edip bir sürü laf kalabalığıyla reddiye döşeyerekten kin kusacaklardır.  Ama söz konusu ıncık boncuk olunca hemen bir bahane ile o uğur böceğimizdir deyip cansız eşyaya muhabbet beslemekte hiçbir sakınca duymazlar. Yok, öyle yağma, hem şirkten söz edeceksin hem uğur böceğim diyeceksin, işte asıl şirk budur. Hele uğur böceğim dediği nazar boncuğuna birde araç gözüyle değil de doğrudan etken unsur olarak görüp gayeleştirirse vah o adamın haline. Hem de ne vah, küfre girmesi kaçınılmazdır. Tıpkı Allah Resulü döneminde müşriklerinin kendi elleriyle yaptıkları putları gayeleştirip ulûhiyet isnat etmelerinde ki gibi bir durumdur bu. Kaldı ki, eşyayı gayeleştirmeyip etken unsur olduğuna inanmaza bile sırf uğur getrisin diye onu yanında bulundurması bakımdan küfre girmese de ona günah olarak hanesine yazılmasına yeter artar da. Allah akıl fikir versin,  düşünsenize cıncığa, boncuğa,  sihre büyüye inanmakla kalmayıp para harcıyorlar da. Sanki cincilere büyücülere gidip para harcıyorlar da ellerine ne geçiyor ki, bir bakıyorsun psikopat hasta olup çıkıyorlar da. Hasta olduktan sonra da yok efendim bana büyü yaptılar, yok efendim beni sihirleyiverdiler, yok efendim beni cin çarptı türünden bir sürü serzenişler gırla gidiyor. Öyle ya, Resulullah (s.a.v.)’ın ‘Nazar ber kadem’ düsturunca attığı adımların izi dışında başka izler peşinden koşturulursa olacağı buydu, normal bir şey beklemek hayal olurdu zaten. Hele bir insan yakasını hurafelere kaptırmaya görsün bir daha iflah olması mümkün olmayabiliyor. Baksanıza şöyle bir etrafa sünnet-i seniyye üzerine yaşama biçimi hak getire, varsa yoksa ecnebi hayat biçimi revaçta. Tabii bu denli kültür emperyalizmi diyebileceğimiz ecnebi adetleri baş tacı edilirse, bu zamanda yeni kuşaklara Allah Resulünün izini takip eden Rabbani âlimleri kabul ettirmek çok kolay olmayacaktır elbet. Hatta bu zamanda bir evliyanın paçasından keramet aksa asla hiç oralı olunmayacaktır,  yine inadım inat cincilerin, falcıların, fitnecilerin yolu tutulacaktır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuş ki, ''Öyle bir zaman gelecek ki, benim ümmetimin başına, yemek üzerine toplanan kişiler, nasıl elini yemeğe uzatıyorsa gayrimüslim kâfirler de Müslümanların işine ellerini öyle uzatıp Müslümanların işini karıştıracaklardır. Tabii Sahabeler merak edip bu durumu şöyle soruyorlar: 

'' -Ya Resulullah! O gün biz azınlıkta mı olacağız? ''

-Yok, siz çoksunuz. Ama selin üzerinde olan çok gibi olacaksınız. Siz de iki haslet olacak:  birincisi dünya muhabbeti çok fazla olacak,  ikincisi ise ölüm korkusu.  Ve böylece düşmanın kalbinden sizin korkunuz çıkmış olacak.  Böylece düşman korkusu, sizin kalbinize girecek. Öyle ki düşman sizden korkmayıp, siz düşmandan korkacaksınız.'' 

Gerçekten de öyle değil mi,  geldiğimiz noktada Allah Resulünün attığı adımların izini süren insan-ı kâmillerin yolunu tutmuyor, nerede şeytanın izini iz süren onca sapkın dünyaperest,  onca cinci, onca sihirbaz vs. varsa onların yolu tutulduğu aşikâr. Peki sonuç? Resulullah (s.a.v.)’in çok önceden ümmetine bildirdiği üzere İslami yaşama biçiminin peşinden değil gayri İslami yaşama biçimini kalbe yerleştirmek suretiyle şeytan kılıklı tiplerin peşinden koşar hale gelmenin doğurduğu bir sonuçtur bu. Oysa bunalımdan çıkış yolu ne büyücüde, ne cincide, ne şunda ne bunda, bilakis Resulullah (s.a.v.)'in izini iz süren Rabbani âlimlerin kılavuzluğunda Allah ve Resulünün hakikatlerine sıkı sıkıya sarılmaktan geçer. Bakınız Resulü (s.a.v.) son veda hutbesinde buyurduğu gibi, ''Ben size iki şey bırakıyorum: birisi Allah'ın (c.c) kitabı,  ikincisi benim sünnetimdir.”

Evet, çare Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaktan ve Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetine yapışmaktan geçiyor. Sünnetine nasıl yapışılır diyorsanız, sahabenin hayatına bakmak kâfi.  Düşünsenize Peygamber (s.a.v.) namaz kıldıktan sonra tesbihatta sağ tarafa yüzünü çevirdiği zaman, yani namaz kıldıktan sonra yüzünü cemaate sağ tarafa döndüğü zaman Ashab-ı Kiram'da hepsi o tarafa yöneliyorlardı. Niye? Çünkü Peygamberimizin  (s.a.v.) nazarı üzerlerine sirayet etsin diye elbet. Zira Peygamberimizin nazarı sahabe üzerine sirayet ettiğinde Allah-u Zülcelâl’in nuru da beraberinde üzerlerine tecelli ediyordu.  İşte iz sürmek bu ya,  ''El-ulema’ü veresetü’l-enbiya'', yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonraki evliya ve ulemalar da aynı ‘Nazar ber kadem’ üzere adımlarını ataraktan iz sürüyorlar hep. Hele bir insanın üzerine Rabbani âlimlerin nazarı üzerine sirayet etmeye görsün, bu demektir ki o kişinin iyi olmasını bizatihi Yüce Allah (c.c) diliyor demektir. Ki, buna inancımız tam da. Hem nasıl inancımız tam olmasın ki, bakın Gavs-ı Hizani (k.s.) ''Bizim meclisimize gelip de, bizden menfaati olmayanlar, bizim yanımızdan uzaklaşsınlar.'' demiştir. 

Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Hanzala isimli bir sahabe vardı ki, kendi kendine habire  ''Hanzala münafık oldu'' der dururmuş.  Tabi arkadaşları merak edip sorarlar:

''-Ya Hanzala! Habire niye böyle kendi kendine söylenip duruyorsun?  

O da cevaben.

''-Nasıl söylenmeyeyim ki, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) huzuruna vardığımda halim başka oluyor. Eve geldiğim de bir başka oluyor. Şimdi soruyorum bu münafıklık alameti değil de,  peki ya nedir? Oysa Allah (c.c)  her yerde hazır ve nazırdır. Hiç kuşkusuz Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanındayken de hazır ve nazırdır. Keza Allah (c.c), eve döndüğümde de hazır ve nazırdır.  O halde Hz. Peygamber'in yanına vardığımda güzel hallere bürünüyorum da, evime geldiğimde aynı haller neden olmuyor?” 

Tabii Hanzala’nın hissettiği bu duygu selini diğer sahabelerde hissedip şöyle diyeceklerdir:

-Vallahi Hanzala doğru söylüyor. Hatta Peygamberimiz (s.a.v)’in can dostu Hz. Ebu Bekir (r.anh.)’da aynı hisleri tasdik edip hep birlikte soluğu Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanında alırlar. Derken hal vaziyetlerini huzurda şöyle arz ederler:

-'Ya Resulullah! Biz senin yanına geldiğimiz zaman Allah’ı hatırlıyoruz hep. Fakat gel gör ki eve vardığımız zaman aynı halimizi koruyamıyoruz.  Yoksa bizde münafıklık alameti mi var?'' 

Hz. Peygamber (s.a.v.), Ashab-ı Kiram'a cevaben şöyle der:

''Eğer siz, benim yanımda ki halinizle kalsaydınız hepiniz aç susuz kalıp çoluk çocuğunuzun ihtiyacını gidermeyecektiniz. 

Tabii Ashab-ı Kiram bu sözleri duyunca derin bir nefes alıp rahatlar da. Böylece kendilerini şüphelerden arındırıp Allah Resulünün izini iz bileceklerdir. 

Evet, nasıl ki Allah Resulünün nazarı altında Sahabe-i kiramın her birinde çok büyük değişmeler oluyorduysa,  aynen 12 Eylül öncesi ve sonrası dönemlerde yediden yetmişe hemen herkesin gönlünde taht kuran Seyda Hz.lerinin kapısına her kim vardıysa o Allah dostunun nazarını yediğinde çok büyük bir değişime uğruyorlardı.  Bilhassa ziyaret edenler arasında içkiyi bırakıp namaza ve zikre başlayanlar bunun bariz bir göstergesi zaten. Üstelik değişime uğrayan insanlar oraya gitmeden önce muhakkak ki birileri onlara vaaz ve nasihatte etmişlerdi, ama gel gör ki o vaaz ve nasihatler pek tesir etmemiş olsa gerek ki, bir şekilde yolu Seyda Hz.lerinin dergâhına düşenler orada her ne görüyorlarsa bir bakıyorsun sabaha yeniden doğmuş gibi kendilerini hissediyorlar. Anlaşılan o ki, irşad sırf zahiren olmuyor, manevi tasarruf ve nazarla da oluyor. Nitekim onu gören mest oluyordu da.  Nasıl mest olmasın ki, öyle salına salına bir yürüyüşü vardı ki, mest olmamak elde mi? Adeta Peygamberimiz (s.a.v)’in yürüyüşü gibi ‘Nazar ber kadem’ usulü üzere yürüyordu. Zira Allah Resulü yürürken mecbur kalmadıkça etrafına bakınmaz, umumiyetle ayaklarının ucuna bakaraktan yokuştan iniyormuşçasına seri ve vakarlı bir şekilde yürürlerdi.

Gerçekten hele bir insanın gözü hakikatin dışında bir yere baka durmaya görsün hemen gönülde o tarafa kayıp beraberinde etraftan sıçrayan bir takım kötü huylar ve bozuk fikirler kalbe sirayet eder bile. O halde bu yolda neydik edip ‘Nazar ber kadem’ üzere, yani ayaklarımızın ucuna bakaraktan yürümeli, otururken de önümüze bakarak oturmalı. Aksi halde hak ve hakikat yolunda mesafe kat edemeyiz

Velhasıl-ı kelam, ‘Nazar ber kadem’ üzere adım atmalı ki,  tasarrufu altına girdiğimiz velinin kerameti kendi istikametimiz olsun. 

Vesselam.