İslâm'ın, mevcut dinlere bakışı dini bir bakıştır. Tabii, dini bakış derken 'Sizin dininiz size, benim dinim bana' bir bakıştır bu. Dahası İslâm'ın bu engin bakışı, hiç kuşkusuz Vahyin gücünden kaynaklanır. İşte o engin kaynağın elçisi konumunda Peygamberimiz (s.a.v.) ise âlemlere rahmet olarak gönderilip en son mükemmel ve kâmil dinin İslam olduğunun ilanını insanlığa duyurur da. Bu ilana icabet edenler Müslüman kimliği edinirken, icabet etmeyenler küffar olarak kalır. Zira ‘Hak geldi, bâtıl zail oldu’ ayeti celilenin hakikatini tüm insanlığın bilmesinde fayda var.
 
Evet, başvurulacak ilk kaynak vahiy'dir, ikinci kaynak sünnettir. Her iki kaynakta deryayı umman olunca ister istemez bu derya içerisine dalıp paha biçilmez incileri çıkarmak gerekir. Bunun içinde icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha kaynaklarına başvurmak gerekir. Vahiy, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha derken Müslümanlar dört temel başlık altında Edille-i Şer'iyye kaynağı edinmiş olurlar. Gerçekten de Edille-i Şer'iyye ahkâmını bir bütün olarak düşündüğümüzde öyle tutunacak sağlam bir kaynaktır ki, bu kaynaktan fıkhi yönden mezhebler, batıni yönden tasavvufi dallar kök salmış bile. İyi ki de dal budak salmışlar, başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Sahabe-i Kiram, Tabiin, Tebe-i Tabiin, dünden bugüne tüm ehl-i sünnet ulema ve Rabbani âlimlerin rehberliğinde dini öğretilere vakıf olma imkânı elde etmiş olduk. Dahası bu öğretiler içerisinde her bir mezhebin ve her bir meşrebin kendi içerisinde kolları ve çeşitliliğini fark ettik. Aslında dört şeritli Edille-i Şer'iyye ana yoldan sapmadıkça hiç kuşkusuz bu dört ahkâm İslam âlemini fırak-ı dalleden koruyacak şemsiye olacaktır. İşte bu noktada Edille-i Şer'iyye Ümmet-i Muhammed için çok büyük bir nimet, aynı zamanda çok büyük zengin külliyat olarak karşımıza çıkmakta, tabii kadir kıymet bilene. Bu yüzden bu fırsatı ganimet bilip geri tepmemek gerek. Ne var ki, bunca çeşitlilik içerisinde tek hakikat senin ki değil benim, şunun ki değil bizim diye takdim edilip işte din budur, işte hakikat budur denildiğinde işler karışmakta, her an dört şeritli ana yoldan şarampole yuvarlanmak an meselesi diyebiliriz. Böylece Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen karşılıklı tartışma ve atışmalar tavan yapıp ortalık çekilmez bir hal alabiliyor. Tabii bu durum sadece Müslümanlar arasında cereyan etmiyor, diğer semavi dinlerde de sıkça görülen durum. 
Evet, İslâm şemsiyesi altında içtihadi farklılıklardan mezhebler doğarken, Allah’ı anma ve nefsi terbiye etmeye yönelik meşreb farklılıklarına bağlı olarak da tarikatlar doğa gelmiştir. Aslında gerek mezheb olsun gerek tarikat olsun her ikisi de Edille-i Şer'iyye'nin bir alt dilimi ve zenginliği olarak ortaya çıkmışlardır. Dedik ya kaynak deryayı umman olunca o kaynaktan pekçok pınarların doğması gayet tabiidir. Yeter ki ana kaynaktan beslenen gönül pınarları dört şeritli ana yoldan sapmasın, gerisi teferruat elbet. Zaten ana yoldan çıkıldığında ortaya Ehli Sünnet çizgisinin dışında herhangi bir mezheb, herhangi bir fırka, herhangi bir sahte tarikatla karşı karşıya kalmamız an meselesi. Oysa ölçü belli; Edille Şeriyye. Dolayısıyla Kur’an ahkâmı ve Sünnet-i Seniye istikametinde hareket eden yollar bizim baş tacımızdır. Ehl-i sünnet dışında ortaya çıkan her tür fitne akım hareketlerini ehlisünnet akaidi çerçevesinde fırak-ı dalle (sapık kollardan) olarak addederiz.
 
Kök, gövde ve dallardan bahsettikten sonra şimdi birazda hiç gündemden düşmeyen Alevilik konusuna değinebiliriz. Alevilik tıpkı Kürt meselesinde olduğu gibi her defasında pişirilerekten önümüze koyulup aramızda ayrılık tohumları ekilmeye çalışılan bir husustur. Maalesef Alevilik, bir kültür, bir meşreb, bir metodoloji olarak ortaya konulması gerekirken, sanki başlı başına bir ilahi dinmiş gibi lanse edilmekte. Oysa camii, sinagog ve kilise kendi ümmetlerinin göstergesi mesabesinde ibadet mekânlarıdır. Medreseler, dergâhlar, cemevleri ise kendi müntesiplerine yönelik ilim, semah ve zikir mekânlarıdır. Dolayısıyla ne medrese, ne dergâh, ne cemevi, ne şu, ne bu, hiçbir yapılanma caminin alternatifi olamaz. Olsa olsa her bir teşekkül veya oluşum günümüz moda tabirle sivil toplum ocakları olarak addederiz. Aslında tüm mesele, cemev’inin cami’nin karşısına alternatif olarak konulmaya çalışıldığında kıyamet kopmakta. Bu meseleyi çözecek tılsım hiç kuşkusuz İslam'ın o engin anlayışında ve Kâfirûn suresinde zikr edilen “Sizin dininiz size, benim dinim bana” buyruğuyla farklıklara bakışında gizli. Müslümanlar olarak mabedimiz belli, cami’den başkası değil elbet. Medrese ilim tahsili için vardır, dergâh ve cemevleri semah yapmak ve zikretmek için varlar, ama bunların hiçbiri camii değildir. Ama gel gör ki hala ocak konumda cemevleri’ni cami’ye karşı alternatif olarak sunanlar var. Şayet Alevilik alt bir kimlik veya alt bir meşreb olarak değil de, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi bir din olarak ortaya çıkmış olsaydı, pekâlâ bizde cemevi’ni tıpkı bir kilise, bir havra, bir cami gibi toplayıcı ibadet mekân kategorisinde ele alabilirdik. Hakeza aynı meseleyi milliyet ve etnisite açısından ele aldığımızda aynı benzer yorumu Türklük ve Kürtlük konusuna da uyarlamak mümkün. Dolayısıyla genele şamil olanla alt birim düzeyde olanı iyi ayırt etmek gerekir.

Şu bir gerçek; gerek din adına, gerek mezheb adına, gerek meşreb adına, gerekse etnik kimlik adına ortaya çıkan her teşekkül kendi tanımını, gayesini, metodunu ve uygulamasını ortaya koymadıkça bulunduğu konumu tartışılır olmaktan kurtaramaz. O halde siz siz olun, hangi mezhebten hangi meşrebten hangi milliyetten, hangi fikri akımdan olursanız olun mutlaka edindiğiniz kimliklerle alakalı mensubiyet bağlarınızın tarifini, amacını metodolojisini, usulünü ve uygulamasını ortaya koymaktan ve açıklamaktan imtina etmeyiniz. Aksi halde mezheb meşreble, meşreb mezheble, din mezheble, mezheb din’le, millet etnik kimlikle, etnik kimlik milletle, devlet vatandaşla, vatandaş devletle olan ikili münasebetlerde gizemli kalmanın ötesinde anlaşılmaz bir yapıya bürünürsünüz. Bundan daha öte çıkmaz yollara kayıp kendinizi tam bir kaotik ortamın içinde bulursunuz. Bakın önce hoşgörü seanslarıyla kendilerini kilimin merkezinde görenler, bugün Pensilvanya’dan beddua seanslarıyla nefret tohumları saçıp okyanus ötesi kilim üzerinde Türkiye aleyhine jurnal nakış örebiliyorlar. Dolayısıyla bir insan ne oldum değil ne olacağının derdine düşmeli. Önemli olan insanın son nefesinde ne halde olduğudur. İşte bu yüzden Anadolu kiliminin dilini iyi okumak gerekir. Anadolu kilimin içinde değişik renk ve motiflerden oluşmuş desenler mevcut, ama hiç bir desen tek başına Anadolu kilimini temsil etmez. Niye derseniz, gayet açık; bir kilim, değişik ton ve nakışlarla işlenmiş desenlerle bir araya gelmesi sonucu kilim olmakta. Hakeza Müberra dinimiz içinde öyledir. Zira Müberra dinimiz İslam’ın bağrından neşvünema bulan dört hak mezheb ve on iki hak tarikat desenlerimiz mevcut, ama bu demek değildir ki her bir desen tek başına Müberra dinimizi temsil etmekte. Bilakis her bir desen İslam'ın alt desenleri ya da alt birimleri veyahut ta dini hayata renk ve zenginlik katan motifler olarak değerlendirilirler. Hakeza etnik kimlikler de öyledir, yani hiç bir etnik desen tek başına Türkiyeyi temsil etmez,  ancak Türkiye kiliminin etnik desenleri olarak telakki edilirler. Kelimenin tam anlamıyla her etnik köken Türkiye kilimine renk katmak için vardır.   

Yeryüzü mesciddir, yani alnın değdiği her yer ibadet etmeye mani teşkil etmez. Yeter ki, o yer necisden uzak alan olsun. Ama bu demek değildir ki, her bir din mensuplarının bir araya gelmesine yönelik mabedler olmasın. Unutmayalım ki; cami, kilise ve havra kendi din mensuplarının bir araya gelmesi için vardır. Ki, Müberra dinimiz İslam’da 'cemaat olmak' esastır. İşte bu yüzden bir camii kubbesiyle, minaresiyle, şadırvanıyla bir mimari şah eser olmanın ötesinde gökten saf saf inen rahmet meleklerin selamladığı mana yüklü şaheser olarak da anlam içerir. Dahası cami’siz cemaat, cemaatsiz camii kurumuş meşe odun misali ruhsuz yığından öte bir anlam ifade etmez. Hele camiiyi hafife alıp karşısına cemevini altenatif olarak sunmak asla kabul görür bir şey değildir. Baştan dedik ya biri camii, diğeri cemevidir. Bir başka ifadeyle tüm mezheb ve meşrebleri bağrında taşıyan mekânın adıdır camii. Cemevi ise sadece kendi müntesiblerini bağrında taşıyan sazlı semahlı kültür ocağıdır. Dolayısıyla bunun dışında bir anlam yüklemek haddi aşmak olur. Kaldı ki, üstüne vazife olmayan şeylere karışmak kimin haddine. Maalesef had hudut bilmez bir takım aklı evveller sapla samanı karıştırma huyları depreştiğinde genele şamil camii ile cemevi gibi küçük alt birimleri aynı kefeye koymaktan hiçbir beis görmemekteler. Oysa camiinin fonksiyonu cemevinden farklıdır. Hatta medresenin fonksiyonu başka, dergâh’ın başkadır.   

Evet, camii adına uygun görünümüyle tüm alt birimleri bir araya toplayan mekânın adıdır. Sadece mekân mı, bunun yanı sıra minaresiyle, vaaz kürsüsü ve minberiyle her türden mezheb ve meşreb mensuplarını aynı safta toplayan mabet mahallin adıdır camii. Minberi adeta kürsü, mihrabı ise bizi adeta ötelere taşıyan bir remzdir. Hele bir de Müslümanların haftada bir aynı mekânda bir araya geldikleri 'cuma' var ki, Müslümanların adeta birliğini ve dirliğini sağlayan bir meşaledir. İşte bu nedenledir ki ne medrese, ne tekke, ne de dergâh mensubları kendi mekânlarında kendilerine yönelik cuma namazı eda edemez. Evet, Müslüman’ım diyen her ferdin mensup olduğu mezheb, meşreb ve etnik kimliği ile bir arada buluştuğu adreste buluşmanın adıdır cuma. Dahası cuma, ismiyle müsemma cem olmak ve çokluk içinde bir olmak demektir. Eski tabirle kesrette vahdet olmaktır. Düşünün ki, bir Yahudi için cumartesi, bir Hıristiyan için pazar ne anlam ifade ediyorsa, bir Müslüman içinde 'cuma' bir başka önem arz eder.
Hiç kuşkusuz, bütün bu örnekleri vermekten gaye, cemevi benzeri lokal kültür ve irfan ocaklarının umumu kucaklayıcı cami’ye karşı alternatif birer ibadet mekanları olarak gösterilme çabalarının yanlışlığını ortaya koymak içindir. Sonuçta birlik ve dirlik adına gerek Alevilik olsun, gerekse sünnilik olsun her iki ekole de İslâm’ın iki ayrı yorumlanış biçimi olarak bakmakta fayda var. Ancak Aleviliğin Sünnilikten en bariz görünen farkı hem hasbi (samimi-gönüllü)  taraftar Alevilerden müteşekkil olması, hem siyasi taraftar alevi kitlesine sahip olması, hem de gelinen noktada sembolik, nostaljik, kültürel anlamda Ali'siz alevi kitlenin olmasıdır. İşte böylesi değişik taraftar yelpazesi içerisinde bilhassa siyasal taraftar Alevilerin, hasbi Alevilerin Hz. Aliye olan muhabbetlerini istismar ederekten onları DHKP-C, DEV-SOL gibi militan örgütlerin kucağına ve ağına düşürmekte mahir oldukları artık bir sır değil. Nitekim Gazi mahallesinde yaşanan hadiseler, Gezi olayları, Ankara Garı patlaması gibi daha pek çok provokatif olaylar ağa düşmenin birer göstergesi örneklerdir. Her nedense bu tip olaylarda bilhassa Aleviler provoke edilmekte. Belli ki geçmişte Çorum, Kahramanmaraş,  Malatya ve Sivas Madımak gibi hadiselerden gerekli dersler alınmamış gözüküyor.

Tartışmasız Hz. Ali’yi sevme noktasında hiç bir ehl-i sünnet mensubunun itirazı olamaz. Bizim itirazımız, sadece sevme noktasında normal dozun aşılmasınadır, yani ilahlık noktasına getirilmesinedir. İşte bu yüzden ölçü şart diyoruz. Bakın, Hıristiyanlar Hz. İsa'yı (a.s) sevme noktasında öyle aşırılığa kaçtılar ki “(hâşâ) İsa Allah’ın oğludur” diyecek noktada bir anda kendilerini Teslis inancının kollarında buldular. İşte bu yaşanmışlardan hareketle ilim ve hikmet kapısı Hz. Ali (k.v.)'e ulûhiyet isnat etmek kimin haddine. El insaf böyle bir isnadın müminler arasında büyük bir fitneye yol açacağı muhakkak. Nasıl mı? İşte tarihte bir takım yaşanmışlıklar bunun en bariz göstergesi. Besbelli ki İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah türü fitne öncüleri her devirde hiç eksik olmayacaklar gibi.  Bugün İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah’ın esemesi okunmuyor ama onları aratmayacak türden bir sürü değişik kılıklara bürünmüş fitne mümessilleri aramızda kol gezmekte. Hiçte boş durmuyorlar, inlerine kadar girilse de, bir bakmışsın soluğu Pensilvanya'da ya da bir başka ülkede alabiliyorlar. Sonuçta kaçacak delik bulabiliyorlar. İster adına hipnozlaşma denilsin, ister efsunlanma fark etmez her hal ve şartta vazifeleri gereği içte ve dışta Müslümanlar arasında fitne oluşturmak, birliği ve dirliği yok etmekten geri durmazlar. Görünen o ki, dünya döndükçe bu kısır döngü böyle devam edecek gibi. Bakın Sahabenin hayatına ilk dört halife atanma yoluyla değil istişareyle gelmesine rağmen Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali (k.v.) döneminde fitne tavan yapabilmiştir. Düşünsenize Hz. Osman (r.anh) evinde Kur'an okurken katledilebiliyor. İşte fitne böyle bir şeydir,  Müslümanların can evinden vurup kanını akıtan başa bela bir hançer yarasıdır. Bu yüzden fitne katilden beter denilmiştir. Hele bir kilime güve sirayet etmeye dursun bir anda birlik kilimin desenleri ilmik ilmik dökülüp paramparça olurda.
Bu arada fitne derken sakın ola ki, Hz. Ömer (r.anh.)’ın bir Hıristiyan köle tarafından ve Hz. Osman (r.anh.)’ın da isyancılar tarafından şehit edilmesi süreçlerin yanı sıra Hz. Ali (k.v.)'in halifelik dönemini de içine alan tüm vakalar sırf fitne kaynaklıdır anlamı çıkmasın. Hiç kuşkusuz bu kargaşalıkların arka planında yatan bir gerçek daha var ki, o da sahabe arasında içtihat farklılığından kaynaklı mücadelelerin tezahür ettiği gerçeklerdir. Ki, o mücadeleler arasında:
- Cemel Vakası,
- Sıffin Vakası,
- Kerbela Vakası tipik misal olarak başı çekmektedir. Ancak, bu üç vaka sanki bugün yaşanmış gibi Müslümanlar arasında sonuçları itibariyle derinden yaralayıp birlik tutkusuna gölge düşürmüştür. Bakın, Cemel Vakasını Bediüzzaman Said Nursi Hz.’leri nasıl yorumluyor: “Cemel Vakası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ve Hz. Aişe-i Sıddıka arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir...” (Bkz. Mektubat, 15. Mektup sh.53 1986 İst.). Gerçekten de Bediüzzamanın bu müthiş tespitinden Cemel Vakası’nın içtihat farklılığından doğan adalet-i mahza ile adalet-i izafiye bir vaka olduğunu farkederiz. Hatta üstad satır aralarında İslâm ulemasının fikri tespitlerinden de örnekler verip; “Sahabelerin muharebesinde kıyl-û kal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i cennettirler” (Bkz. a.g.e. sh.53) der de. Zaten hiç bir Ehl-i Sünnet uleması Hz. Ali (k.v.) hata yapmıştır dememiştir, demez de. Çünkü Rasulullah (s.a.v)'ın bu hususta: “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz” beyan buyurduğu hadis hükmü esastır.
 
Peki ya Sıffin Vakası? Ehlisünnet kaynakları iyi tedkik edildiğinde, bu vakanın Hz. Ali (k.v.)'in hilafet içtihadıyla, Hz. Muaviye’nin ise saltanat içtihadıyla karşı karşıya kaldıkları bir savaş olduğu anlaşılır. Kaldı ki ehlisünnet uleması bu vakanın bir içtihadı mesele olduğunda hemfikirdir. Bilmem bu hem fikirlik ortada iken hala kafasında tereddüt hâsıl olanlar için yeterli karine delil teşkil etmez mi? Ulemanın açıklamalarından anlaşılan o ki; Hz. Ali (k.v.) hilafet ictihadıyla, Hz. Muaviye (r.a) ise saltanat ictihadıyla karşı karşıya gelseler de sonuçta her ikisi de İslâmiyet’e hizmet etme gayesi gütmüşlerdir. Asla bir kısım çevrelerin iddia ettikleri üzere 'benlik' davası için karşı karşıya gelinmiş bir vakalar değildi. Hadi öyle olduğunu varsaysak bile onların kendi aralarında ki ihtilaflarına bizlerin mudahil olması ya da hakem rolü üstlenip çözmeye kalkışmak bize düşmez.
   
Malum olduğu üzere ortalığın kan gövdeyi götürdüğü bir kaotik ortamda Hz. Ali (k.v.) halifeliğe gelmiştir. Üstelik daha ayağının tozuyla halife olur olmaz hemen Hz. Osman (r.anh.)'ı şehit eden katillerin teslim edilmesi talebini önünde bulur. Düşünsenize ortalık kan gövdeyi götürüyor böyle bir taleple karşı karşıyasınız, sizde kabul edeceksiniz bu akla reva mı? Zaten bu talep karşısında, ilim ve hikmet kapısı o yüce halifede akıl dolusu bir hamleyle hele bir sular durulsun, hele bir asayiş sukunet sağlansın o zaman ceza verilmesi yönünde bir tavır ortaya koymasını bilmiştir. Şayet o an aksi bir tutum sergilenmiş olsa pişmiş aşa soğuk su katmak ya da doğrudan yangına körükle gitmek olurdu. Ancak ne var ki bu tavır Hz. Muaviye’nin saltanat içtihadıyla bağdaşmadığından karşılık bulmaz. Hz. Muaviye katillerin cezasının bir an evvel icra edilmesinden yana bir tavır ortaya koyar. İşte bu iki farklı ictihad her iki tarafı Sıffin’de (Kasitin) karşı karşıya getirmeye yetmiştir. Derken halife ictihadı ile saltanat ictihadı Sıffin’de karşı karşıya geldiğinde kılıçlar çekilirde. Burada bize düşen bu meselenin sen ben davası olmadığını, bilakis ictihad farklılığın sonucu ortaya çıkan bir hadise olduğunu fark edebilmek mühimdir. Dolayısıyla bu bilgilerin dışında fazla her şeyi fütursuzca kurcalayıp şu haklıdır bu haklıdır demek abesle iştigal durum olur.
Kerbelâ olayına gelince, bu olay Cemel ve Sıffin hadiselerinden farklıdır. Öyle ki adını işittiğimizde bile yüreğimizin dağlandığı bir hadisedir. Asla içtihat farklılığından kaynaklanan bir vaka değildir, bu düpedüz Emeviler’in izlediği ırkçılık politikalarına karşı içten içe duyulan bir öfke patlamasının yansıması diyebileceğimiz yürekleri dağlatan bir vakadır. Bilhassa vakanın oluşumunda din ve milliyet temelli çatışma söz konusudur. Ki; Said Nursî Hz.leri bu mevzuda şöyle der: “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emeviler’e karşı mücadeleleri ise din ve devlet muharebesi idi. Yani Emeviler Devlet-i İslâmiye’yi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip Rabıta-i İslâmiyet’i, Rabıta-i milletten geri bıraktıklarından iki cihetle zarar verdiler... Rabıta-i diniye yerine Rabıta-i millet ikame edilemez; edilirse adalet edilmez, hakkaniyet gider” (A.g.e sh.55). Tabii netice malum, Hz. Hüseyin ve onun soyundan gelen Ehl-i Beyt Gül Nesli, Yezid zulmüne maruz kalıp şehit düşerler de. İşte o gün bugündür elem verici bu olay içimizi sızlatıp Müslümanlar arasında asırlar boyu mezhebi ve meşrebi ayrılıklara neden olan bir vaka olmuştur. Nitekim ilerde Şia akımı sahne alır da. Sahne alsın almasına da, şu bir gerçek her doğan yeni bir akım başka ayrılıklara namzet akım olabiliyor. Hele ana kökten kopmalar nüksetmeye dursun taraflar birbirine karşı empatik yaklaşım sergilemek yerine karşılıklı ön yargılarla birbirilerini tekfirlikle suçlayacak derecede pozisyon alınabiliyor. Şayet Sünni isen her an Yezid suçlamasına maruz kalabiliyorsun. Oysa hiç bir Sünni anne ve baba ailenin doğan çocuğuna Yezit ismi verdiği bugüne kadar görülmemiştir. Kaldı ki Sünni aileler çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin isimler vererek onları yâd etmiş durumdalar. Aslında aramızda hiçbir ayrılık gayrilik yok, sadece ayrı gayriymişiz gibi içimize nifak tohumları serpenler var. O halde bu oyunu bozmak lazım gelir. Yeter ki, ‘Gelin canlar bir olalım, iri olalım, diri olalım' diyen Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velinin sözlerine candan kulak verelim, bak o zaman birlik ve dirlik muştumuz gün yüzüne çıkar da.
 
Evet, gün bir olmak, iri olmak ve diri olmak günüdür, hasmane tutumları devam ettirme günü değildir. Dün İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah fitnesine kendini kaptıranlar âbâd oldu mu ki bugünde ayrılıktan gayrilikten dem vuranlar âbâd olsun, bakın tarihte hiç bir fitne odağı kalıcı olamamıştır, bu yüzden fitne odakları lanetle yâd edilir hep. O halde tarihten ibret alıp aramızda dolaşan Haşhaşı türü fitne odaklarına aman vermemek gerekir. Zira gün kendi ülkesini jurnalleyenlere, tahrikçi unsurlara, fitne ve fesat odaklarına, arkadan hançerleyeci unsurlara meydan vermemek günüdür. Gün bu gündür, işi kolay kılıp iri olmak, diri olmak, bir olmak varken birbirimizin kuyusunu kazmak niye? Bizim için her yer Kerbelâ demekle nereye varılır ki? Bu tür söylemler ancak ümmetin birliğini ve dirliğini bozma hevesinde olan bozguncu fitne odaklarının işine yarar. Neyse ki Said Nursi Hz.leri 'Sizin hayır zannettiklerinizin altında şer, şer zannettiklerinizin altında hayırlar olabilir' ayetinden hareketle Kerbala olayının sonuçları hakkında şu tespitte bulunmuştur: “Kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevi saltanatın cem’i gayet müşkildir, onun için onları dünyadan küstürdü, dünyaya karşı alâkaları kalmasın, onların elleri muvakkafat ve sûri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimi bir saltanat-ı maneviyyeye tayin edildiler. Adı valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular” (a.g.e. sh.55). Gerçektende bu müthiş tespit bizi geleceğe karamsar bakmaktan kurtarıp yüreklerimize su serpmiş olur da. Bilmem bu gelecek kurgusu müjdeleyici sözlere daha ne ilave edilebilir ki.
Evet, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kanalıyla pek çok kutbul aktab evliyaların yolu günümüze kadar kollarıyla birlikte halen ışık saçmakta. Her ne kadar, ışık saçan kollardan bir kısmının silsile halkası kesintiye uğramış (manevi yönden halife bırakmayan kollar) olsa da, bir kısım silsile-i şerifin halka kolları da vardır ki etkileyici irşadlarıyla seyr-ü süluk yolunu kıyamete kadar devam ettirecek konumdadırlar. Hiç kuşkusuz bu ışığın sönmemesinde ehl-i beyt neslinden gelen büyük mürşid Cafer-i Sadık Hazretlerinin feyiz pınarından beslenmiş olan Mevlâna Halid Zülcenaheyn, Abdülkadir Geylânî, Ahmed El Rufaî, Şah-ı Nakşibendî, Piri Türkistan-î Ahmed Yesevi, Mevlâna gibi zatlar en büyük pay sahibidirler. Bu demektir ki, Ehl-i Beyt imamların feyz ve bereketinden istifade etmek sadece Alevililerle mahsus bir özellik değil, bizatihi Sünnilerin de yaşantısına tatbik ettiği bir haslettir. Zaten Cafer-i Sadık Hazretleri’nin Hacegân yolunun altın silsilesinde yer alması bunu teyit ediyor. Malumunuz Cafer-i Sadık Hazretleri İmam-ı Azam’ın da mürşidi olup şöyle der: “Şayet son iki yılımda Cafer-i Sadık’ın elinde tutmasaydım, Numan helâk olurdu.” Anlaşılan o ki, Tarikat-ı Aliye’nin silsile basamakları, bizi Mevlâna’da, Yunus’ta, Hacı Bektaşi Veli’de ve Hacı Bayram-ı Veli gibi gönül sultanların gönül aynasında buluşturmakta. Böylece bu altın silsile halkasında yer alan Ehl-i Beyt imamlar ve mürşidleri tüm Ümmet-i Muhammed’in kurtuluş gemisi olduğunun bilincine daha da bir vakıf olmuş oluruz.
 
Evet, bilhassa Anadolu’nun İslâmlaşmasında adını zikrettiğimiz Gönül Sultanlarının çok büyük katkı sahibi oldukları muhakkak. Madem öyle Anadolu kilimini ilmek ilmek ören bu Gönül Sultanlarının nefesinden istifade etmek gerektir. Hatta Horasan Erenlerin eşiklerine yüz sürmek gerekir ki günü geldiğinde o nefes bizi de bulup irşad etsin. O öyle bir nefestir ki, o nefeste ‘nefesini boş yere tüketmemek- huş der dem’ olmakta vardır. Yeter ki o nefese talip olsun, yediden yetmişe herkese o nefes yeter artar da. Zira o nefesten istifade için dergâhın kapısı her daim açık, tövbeni bin kez de bozsan gelene gelme, gidene gitme denmez de. Zorluk yok, kolaylık vardır Ancak bu kapıda herkesin aynı kilim üzerinde halka halde desen olup iri olması, diri olması murad edilir. O öyle bir halkadır ki fakiri zengini, memuru amiri, Kürdü Türkü, Lazı Çerkezi her ne ararsan hepsi aynı halkada bir olmak için vardır. Takva her şeyin üstünde bir değerdir. İşte bu yüzdendir ki durduk yere hiç kimse sırf Alevilere yönelik “rejimin emniyet sigortası” gibi beyanlarda bulunmaya kalkışmasın. Unutmayalım ki bu ülkede sadece bir kesim yok, pek çok kesim var. Bu yüzden tek bir desene yönelik ayrımcı ifadeleri yeni bir fitne tohumunun bir başka versiyonu olarak yorumlarız. Kesret içinde vahdet olmak, iri olmak, diri olmak ve bir olmak varken tek tipleşmeye ve ötekileşmeye ne gerek var. Hiç kuşkusuz böyle durumlarda devlet taraf olmamalı, bilakis hakem olmalı, hatta hadim (hizmetkâr) rol üstlenmelidir. Devlet; asla bağrında taşıdığı alt kimliklerin örgütlenmesini tehdit unsuru olarak görmemeli, hatta kamu yararına örgütlenmelerine yardımcı olmalı da. Kelimenin tam anlamıyla hizmetkâr devlet olmanın gereğini yerine getirmek gerekir. Zaten hizmetkâr devlet demek, toplumun tüm kesimlerini bu ülkenin emniyet sigortası gören devlet demektir. Aksi halde sivil toplum unsurlarından birini övüp diğerlerini görmemek ciddi manada bölünme doğuracaktır.

Unutmayalım ki; Bayburt’ta okuma yazma bilmeyen bir yaşlı kadının çığ altından çıkıp kurtulduğunda ilk söylediği kelam şu oldu: “Ben kurtuldum ama peki ya Bosna’daki kadınlar ne olacak?” İşte bu feryat çığ altında ölümle baş başa kalınsa da Bayburt’tan başlayıp tâ Bosna’ya kadar uzanan ‘Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz’ hassasiyetinin bir feryat çığlığıdır.

Vesselam.