Hacı Bayram-ı Veli’nin gerçek adı Numan bin Ahmed olup, 1352 yıllarında Ankara’nın çubuk barajı hattı üzerinde Sol-fasol’da dünyaya gelmiştir. Gençliği hakkında pek malumat bilinmemekle beraber ömrünün bu kısmını ilim öğrenmekle geçirdi diyebiliriz. Nitekim gün be gün ilerleyen ilmiyle medresenin müderrisliğine getirilmesi bunu teyit ediyor. Zaten günlerini boş yere geçirmiş olsa müderris olamazdı.
Hacı Bayram-ı Veli’nin gerçek adı Numan bin Ahmed olup, 1352 yıllarında Ankara’nın çubuk barajı hattı üzerinde Sol-fasol’da dünyaya gelmiştir. Gençliği hakkında pek malumat bilinmemekle beraber ömrünün bu kısmını ilim öğrenmekle geçirdi diyebiliriz. Nitekim gün be gün ilerleyen ilmiyle medresenin müderrisliğine getirilmesi bunu teyit ediyor. Zaten günlerini boş yere geçirmiş olsa müderris olamazdı.
Kaldı ki o eriştiği yüksek ilmi seviyeye rağmen ruhunda hep bir şeylerin eksik olduğunu fark edip yeni bir arayışa yelken açmış bir zattır. İyi ki yelken açmış; bir gün Somuncu Babanın (Hamideddin-i Veli) Şüca-i Karamani adında bir elçi vasıtasıyla selamı iletilip davet edilecektir. Elbette ki Kayseri’den gelen bu davete can kurban, adeta bu davet içinde kaynayan engin arayışına merhem olacaktır. Belli ki aldığı bu davet sıradan bir davet değildi, susuzluğunu giderecek bir davetti. O halde, davete icabet etmek gerekirdi, o da gereğini yapıp elçiyle beraber çoktan yola koyulur bile. Yol artık onun için meşakkat sayılmazdı. Nihayetinde yolun sonunda ruhen huzur bulmak vardır. Derken kurban bayramına denk gelen bir günde tüm heybetiyle karşısında duran ve kendini kendinden alan Piri fani Somuncu Baba’nın eşiğine yüz sürüp biat edecektir. Tabii ki o biat ederde, Hamideddin-i Veli o büyük buluşmayı karşılıksız bırakır mı, elbette bırakmaz. Derhal kurban bayramıyla birlikte biat edişini çifte bayram olarak değerlendirip ismini “Bayram” lakabıyla taçlandıracaktır. Hatta daha sonrasında birlikte Hac farizasını ifa ettiklerinde ise Bayram ismine “Hacı” ilave edip bundan böyle adından Hacı Bayram-ı Veli diye söz ettirecektir. Gerçekten de o ilerisinde tasavvuf yolunda büyük ilerlemeler kaydedip o kutlu ismin hakkını ziyadesiyle verecektir. Öyle ki; Somuncu babanın işaret ettiği o yüce makamlara yükselir de. Madem öyle, şimdi irşat etme zamanıdır. Zaten öyle de olup, 1412’de Somuncu Babanın Aksaray’da vefatının ardından tez elden Ankara’ya gidip irşat faaliyetlerine koyulacaktır. Tabii bu irşat faaliyeti kısa zamanda meyvesini verip talebelerinin sayısı çoğaldıkça yediden yetmişe herkesin ilgi odağı olur. Ancak bu arada şöhretinin etrafa yayılmasına paralel onu çekemeyenler boş durmayacaktır, derhal işi devletin en yüce mertebesinden halletmeyi deneyeceklerdir. Ve böylece devrin Padişahına şikâyette bulunurlar. II. Murat bunun üzerine emri altındaki birliğe;
“-Tiz getirile, eğer gelmezse zincire vurularak getirile” talimatını vermek zorunda kalır. Oysa talimata filan gerek yoktu, o büyük insan zaten kendini almaya gelen birliği Ankara sınırında karşılayacak bir zarif mizaca sahiptir. Şöyle ki; kendini almaya gelenleri talebeleriyle birlikte hoş sedayla karşılar bile. Dolayısıyla bunca hazırlığa, bunca mühimmatın sevk ve idaresine gerek olmadığı anlaşılır. Kaldı ki, hiçbir şey olmamışçasına padişahın huzuruna çıkar da. Huzura çıktığında ise ilginç bir gelişme yaşanır. Bu gelişme kimilerin beklentisini boşa çıkartacak cinstendir, yani I. Murat’ı içten içe eritecek bir gelişmedir. Zira hırsından küplere binmiş Murat gitmiş sanki bir başka biri gelmişti. Zaten onu görüp de değişmemek mümkün mü, sabahlara kadar birlikte sohbet ederler bile. Sonunda şikâyetlerin yersiz olduğunu anlayan padişah, onu uğurlayacağı esnada “Dile benden ne istersen onu vereyim” diye teklifte bulunmayı ihmal etmeyecektir. Fakat o büyük veli hiçbir şekilde hediye kabul etmez, ancak peşi sıra gelen ısrarlar üzerine dayanamayıp şöyle der:
“-Madem öyle o zaman benim talebelerim üzerinden vergi ve asker mükellefiyeti kaldırılsın bu kâfidir.” Bunun üzerine padişah bu isteği tereddütsüz kabul edip o büyük Veliyi Edirne’den Ankara’ya gönül hoşnutluğuyla uğurlayacaktır.
Gerçekten dönüşü muhteşem olur. Öyle bir dönüş ki; talebelerin sayısı üç beş misli daha artış kaydedip Mekke’nin fethi yıllarını hatırlatacaktır. Tabii bu durum civar illerden bir takım emirlerin dikkatinden kaçmayacaktır. İster istemez emirler durumdan vazife çıkarıp padişaha;
“-Ankara artık hem asker, hem de vergi vermez oldu..” diyerekten şikayetlerini bildireceklerdir. Onlar şikâyetlerini ilete dursunlar Yüce Allah’ın da elbet şaşmaz bir adaleti vardır. Zaten beklenen adalet gecikmez, Rabbü’l âlemin gizli bir planı bertaraf edecek feraseti o büyük veliye verir de. Tabiî ki padişahta padişahlığın gereği şikâyetlere duyarsız kalamazdı, sonuçta o sadece Hacı Bayram-ı Veli’nin talebelerinin değil herkesin ulu’l emridir, vazifesini yapması gerekirdi. Böylece ondan talebelerinin sayı ve listesini istemek zorunda kalır. Bu istek karşısında Hacı Bayram-ı Veli gizlice bir tepeye çadır kurduraraktan içerisine iki koyun koydurur. Akabinde tellala sabah olduğunda herkesin şu tepeye gelmesi için çağrıda bulunma talimatı verir. Tabii tellalın; “Duyduk duymadık demeyin…” çağrısıyla başlayan cümleler halkın çadır etrafında toplanmasına yetmiştir. Tellal bu kez toplanmış kalabalığa son duyurusunu şöyle bildirir:
“-Şeyhimiz hastadır. Kim şeyhimiz için canını feda ederse inşallah hastalıktan kurtulacaktır.”
Tabii şimdiye kadar alışık olmadık duyuruydu bu. Belli ki, bu duyuru sıradan bir duyuru değildi. Artık nefeslerin tutulduğu an gelmişti. Amma velâkin nefesi tutulan kalabalıklar arasından bu sese kulak veren sadece bir kadın, bir erkek çıkabilmiştir. Her iki can yürekte çadıra alındıklarında kurban gerçekleşir, aslında kurban olan o iki can yürek değildi, koyunlardı. Malum, daha önceden iki koyunun çadıra alındığından haberi olmayan halk, çadırdan sızan kanları gördüğünde dehşete kapılıp etrafa üşüşeceklerdir. Böylece bu elim vaziyet içerisinde panikleyen ahali; “Şeyh delirmiş, galiba aklını yitirmiş” deyip soluğu uzaklaşmakta bulurlar.
Ahali uzaklaşa dursun Hacı Bayram-ı Veli padişaha benim iki talebem olduğunu (Bir rivayete göre bir buçuk müridim olduğunu söylemiş, zira İslam fıkhında erkeğin bir, kadının ise iki şahitliğinden ötürü olsa gerektir.), bundan böyle diğerlerinin üzerinden askerlik ve vergi muafiyetinin kaldırılmasını bildirir mektubu çoktan gönderir bile.
Artık Hacı Bayram Veli’nin ömrünün son demleriydi. Bu arada Padişah tüm bu yaşanan süreçte yaşananlardan etkilenmiş olduğu her halinden o kadar belli eder ki; bu kez o büyük veliden bir istekte daha bulunur. Der ki;
“-Tasavvufta kalıp manevi lezzet tatmak istiyorum.”
Ne var ki, bu istekte kabul görmez, onu layık görmediğinden değil elbet. O büyük Veli şu gerekçeden dolayı şöyle der;
“-Senin bir günlük adaletle ülkeyi idare etmen altmış yıllık ibadete bedel olduğunu, ülke idaresi daha mühimdir.”
İşte görüyorsunuz böyle bir kelam karşısında başka ne denebilirdi ki, zaten her şey bu mana yüklü sözlerde gizli. Sanki kelam değil kendisinden sonra gelecek hükümdarları da kapsayacak bir nasihatnamedir. Belki bu nasihatnameye ülke idaresinin Ümmet-i Muhammed’in dirlik ve düzeni için ne denli önemli olduğunu ortaya koyan bir ferman dersek daha yeridir.
Hacı Bayram-ı Velide her fani gibi o da Hakka yürür. O şimdi gönüllerde yaşıyor ve Ankara’nın Ulus Meydanı civarı yakınında medfundur. Derken Başkent onunla mana yüklenir. Nasıl mana yüklenmesin ki; Birinci TBMM’nin açılışı Hacı Bayram-ı Veli camiinde cuma namazını müteakip yapılan dualarla açılmıştır. Bu yüzden Hacı Bayram Camii ve merkadı dün olduğu gibi bu günde ruhaniyetinden istimdat dilenip Allah’a münacaat edilecek mekândır. Zaten, türbesi en çok ziyaret edilen yer olması hasebiyle o hala aramızdadır, inşallah kıyamete kadar yaktığı ışık ilelebet payidar kalacaktır.
Hâsılı kelam; bayramlar bayram ola.
Vesselam.
Ağustos 2013