İnsanlardan uzaklaşıp vaktin çoğunu bir köşeye çekilerekten taat ve ibadetle geçirmek ‘Uzlet halvet’ olarak karşılık bulurken, bedenen halk ile kalben Allah’la olmak ise ‘Halvet der-encümen’ olarak karşılık bulur. Hele birde Ramazanın son on gününde itikâfa çekilmek türünden bir amel vardır ki, o da Kur’an ve sünnetle sabit bir başka halvet halidir.
Peki ya, nafile ibadet söz konusu olduğunda? Malumunuz bazı tarikatlar farz ibadetlerin dışında yapılacak ibadetlerde riyazet ve uzlet metodunu esas alan bir yol izlerken, bazı tarikatlardan hele bilhassa Nakşibendî tarikatında riyazet ve uzlete çekilmek yerine ‘Halk içinde Hakk olmak’ metodunu takip etmek esastır. Nitekim bu hususta Nakşibendî Sadatları kendi meşrebleri doğrultusunda sofilerine “Halvette şöhret vardır, şöhret ise afettir” diye sohbet etmişlerdir. Aslında bu sohbeti şöyle de yorumlamak mümkün: Her ne kadar Nakşibendî yolunda riyazet ve uzlet olmasa da, bikere adı üzerinde Nakşî, adına uygun davranıp bir bakıyorsun kalabalıklar içinde hiç kimsenin fark edemeyeceği bir şekilde kalben zikretmekle aslında bu da değişik türden bir halvet yapmak sayılır. Yani bir Nakşibendî sofisi kalabalıklar içerisinde de olsa her halükarda ‘el kâr da gönül yâr da’ veya ‘bedenen halkla ruhen Allah’la olmak şeklinde pozisyon almakla bir anlamda halvet haline bürünmüş olur.
Düşünsenize halkın içinde hem varsınız hem yoksunuz, yani halkın içinde bulunup hizmet etmekle içinde olunurken, kalben Allah’ı zikretmekle de halkla değilsin ama Yâr’le berabersin. Kaldı ki, Halk’a hizmet Hakka hizmet sayıldığından bu da bir taşta iki kuş vurmak babından bir manevi kazançtır. Öyle anlaşılıyor ki Sadat-ı Kiramın yolunda halka hizmeti bırakıp da inzivaya çekilerekten kendi halinde ibadete koyulmak tasvib görülmediği gibi uzun soluklu riyazet uygulamaları neticesinde doğabilecek olağan üstü bir takım hallerde keramet olarak kabul görmez. Bilakis bu tür haller istidraç olarak nitelendirilir. Nitekim Ebu Said el-Harraz (k.s) bu hususta şöyle der: “Kâmil insan, kendisinden türlü kerametler sadır olan kimse değildir, gerçek kâmil insan halkın arasında bulunup alışveriş yapan, evlenip çoluk çocuğa karışıp onca telaş arasında biran olsun Allah’tan gafil olmayan kimsedir.”
Evet, zühd hayatı dünyadan elini eteğini çekmek demek değildir, tam aksine ‘Her neye yönelirseniz Allah’ın zatı oradadır’ ayetinin hükmünce her şart ve ahvalde Allah’la beraber olmak demektir. Beraber olmaktan maksat ise hiç kuşkusuz: “Zahiren Halk’la bâtınen Hakk’la olmaktır.” Ki; bâtınen Allah’ı zikrederekten meşgul olmak aynı zamanda yapayalnız kalmamak diyebileceğimiz ‘La Tahzen! Allah var gam yok’ demektir. Zira Hadis-i Kutside belirtilen “Ya Musa, seninle beraber olmamı istersen beni zikredenin yanında ol. Kim Beni nerede ve ne zaman ararsa bulur” manasına Yüce Allah (c.c); zikredenlerle beraberim buyurmakta. Böylece Yüce Allah’ın ismi bereketiyle her dem nefesler yeniden tazelenip mana kazanır bile. Öyle ki, Allah Resulünün can dostu Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) “Allah’ı idrak etmek en büyük ilimdir” demekten kendini alamaz da. Madem öyle, bizlerde Resulullah’ın ümmeti olarak Allah’ın Esma’ül Hüsna’sından gelen tecellilere kayıtsız kalmayalım. Kayıtsız kalmayalım ki, her nefes alış verişimizde O’nun varlığının azametini Kur’an ve Sünnet ışığında her daim ruhumuzda hissedebilelim.
Sahabeden ilk müfessirimiz İbni Abbas (r.a) bakın ne diyor; “Yüce Allah farz ibadetlerden mesela beş vakit namaz için zaman dilimi tayin edip belirli şartlara bağlayaraktan sınırlamışken, farzların dışında belli bir sınırlama getirmemiştir.” Tabii bu tespitte farzların dışında denildiğinde bize ister istemez Yüce Allah’ın beyan buyurduğu “Namazı bitirdikten sonra, ayakta, otururken ve yanınız üzerine yatarken Allah’ı zikredin” (Nisa–103) ayetini de hatırlatır. Böylece bu ayetin sırrınca hayatımızın her anını ‘halvet der-encümen’ doğrultusunda tanzim etmemiz gerektiğini de idrak etmiş oluruz. Gerçektende şöyle kendimize dönüp: ‘Allah’ı anmaksızın her tükettiğimiz nefes ve her geçen saniye bizim için çok büyük bir kayıp bir zaman dilimi olduğunu sorguladığımızda, hiç kuşkusuz kayıpta ne söz, büsbütün perişanlardayız dersek daha yeridir. Çünkü zikirden yoksun biçare haldeyiz. Oysa Yüce Allah (c.c) “Kalpler ancak zikrin nuruyla huzura erer” buyuruyor. Şüphesiz kalbin ilacı zikirdir, şayet Allah’ı zikretmezsek kalbimizin üzerini karalar basıp siyah bir zift veya katran bağlaması kaçınılmazdır. Dolayısıyla kalb deyip geçmemek lazım, hem kalbi nasıl hafife alabiliriz ki, her şeyden önce burası merkez konumda bir karargâh Üssü’dür. O halde neydik edip Kalb Üssü üzerinden Allah adını sıkça analım ki, hakikat deryasında zikre dalabilelim. Hele birde bu Üssü iman, ilim ve akl-ı selimle donattığımızda o kalp artık kabına sığmayıp, “Bir elime güneşi bir elime de ayı verseniz asla davamdan vazgeçmem” Peygamber kavlince cihana meydan okuyabilecek kıvama gelir de. Derken böylesi kalbe sahip bir mümin tüm kötülükler karşısında nurani bir duruş sergiler de. Nasıl nurani bir duruş sergilemesin ki, zira Rabbul âlemin kullarına şah damarından daha yakın olduğunu bildiriyor. O halde bize düşen Yüce Mevla’mızı her nefes alış verişimizde zikr eyleyip yakinliği artırmak olmalıdır. Malumunuz fasık kimseler yakin olma halinden nasipsizdirler. Resul-i Ekrem (s.a.v) bilhassa bu meyanda “Ümmetim hakkında sadece yakinlerinin zayıflığından (Allah'a yakın olmakta zayıflık) korkarım” buyurmakta. Hatta Resul-i Ekrem (s.a.v)’in izini iz bilen Rabbani âlimler de keza bu anlamda; “Her kim yakin ilminden bir nasibi yoksa sekarat anında hüsrana uğrayacağından korkarız” demişlerdir. Şu da bir gerçek, Allah’a yakinlik hali her insanda aynı olmayıp kişiden kişiye gayreti ölçüsünce yakinlik dereceleri belirlenir. Malum, belirlenecek ve nasiplendirilecek yakinlik derecelerinin en üst zirve basamakları da ‘fenafillâh ve bekabillah’ makamlarıdır. Bu arada belirtmekte fayda var, Allah yolunda gayretli bir salikin fenafillâh makamına erişmesi demek Allah’ın zatında kaybolup yok olmak demek değildir elbet, bilakis Allah’ın sıfatlarının nurani tecellileriyle boyanmak manasına hayret makamında kalmak demektir. Nitekim İmamı Gazali Hz.leri bu hususta şöyle açıklık getirir: “Allah cisim değildir, hayal edilemez. O ne yerdedir ne göktedir, belki her yerdedir... Kendisinin Kur’an’da bildirdiği şekilde arşın üzerinde istiva etmiştir. Bu istiva arşa vücuduyla değme yerleşme intikal vs. şeklinde değildir… Allah arşın ve semanın üstündedir sözü yüceliğini anlatmak içindir… Allah insana şah damarından daha yakındır, hiçbir mekan Onu kuşatamaz, o zaman mekan yokken var idi.. Önce nasılsa şimdide öyledir.
Evet, seyr-i sülùk yolunun başlangıcında Yüce Allah’ın azameti karşısında boyun büküp istiğfar etmek vardır. En nihayetinde ise Mevlana’ca Şeb-i arus (vuslat) vardır. Madem en nihai noktada vuslat var, o halde son nefese dek hayatın içinden kopmaya ne gerek var ki. Bilakis son nefese kadar hayatın her safhasında Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın da belirttiği üzere “Halk içinde Hakk olmaya” gerek vardır. Dahası Hak yolcusu hedefine varabilmesi için son nefesine dek mümkün mertebe gaflete düşmemeye azami ölçüde özen göstermesi gerekir ki, gayret kendisinden, Tevfik Allah’tan olsun. Nitekim gaflet şeytan içindir, gayretse samimi mümin içindir. Nitekim gayret olan yerden şeytan kaçıp tüyer de. Zaten şeytana da gaflet alanlarına dadanmak yaraşır.
Peki, bizlere ne yaraşır? Yüce Allah’ın “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler, elbette biz onları yollarımıza hidayet ederiz ve şüphesiz Allah Muhsinlerle beraberdir” (el-Ankebùt, 29/69) diye işaret buyurduğu Muhsinler meclisinde halka olmak yaraşır. Halka olalım ki vuslat bir hayal değil hakikatin ta kendisi olsun.
Velhasıl-ı kelam, vuslat yolcusunun tevhitteki hissesi Allah’a olan bağlılığının bir nişanesi olan ‘Hû’ nefesinin sayısının yakinliğinde gizlidir.
Vesselam.