XIX. yüzyıl çalkantılarla geçen ihtilal yıllarıdır. Tahmin etmişsinizdir, yani her şeyin ilk kıvılcım aldığı çağdan söz ediyoruz. Malumunuz XVIII. yüzyılın sanayi inkılâbı XIX. yüzyılda geçiş sancısına yol açmıştı. Nasıl yol açmasın ki; sanayileşmeyle birlikte sosyal çatışmalar hız kazanmıştı. Öyle ki; ortada ne tarım toplumunun köylüsü, ne de asiller vardı. Varsa yoksa sahnede işçi ve işveren vardı. Artık bundan böyle ücretli ve ücretsizlerin arasında derin uçurumların yaşanacağı günler çok yakındı. Hatta esnafın bile sanayileşme karşısında tutunması mümkün gözükmüyordu. Bu durumda onlar için işçi olmak mecburiyeti doğar, başka çareleri de yoktu zaten. Sadece esnaf mı, elbette ki hayır, köylülükte yerini sanayileşmeye terk etmişti. Proleterleşme kaçınılmazdı elbet. İşte vahşi kapitalizm budur, insanı mesleğinden edip kepenk bile kapattırabiliyor. Zira hem esnaf, hem tüccarı proleter olmaya iten etken ideolojidir bu. Dolayısıyla böyle bir ideoloji karşısında proleterleşen esnafın bu sisteme düşman olması gayet tabiidir.

XIX. asır bu temel gerçeklerden hareketle göz önüne alınarak değerlendirilmesi gereken bir çağdır. Hatta terör belası da bu çağın ürünü. Nitekim terör bu derin meselelerden beslenip bir yandan siyaseti alevlerken, diğer taraftan ihtilallara zemin hazırlıyordu. Bu yüzden yürüyüş, grev, lokavt gibi kavramlar bu çağla birlikte vitrine girmiştir.

İdeologlar da bu asrın pirleri. Şöyle ki; kökünden kopmuş kitleleri ayağa kaldıran ana sebep; Karl Marks, Saint Simon, Bakunin, Kropotkin ve Engels gibi ideologların öğretileridir. Nefretle özlemin, ümitle ümitsizliğin bir arada yaşandığı bu çağda, bu kişilerin katkı payları çok büyüktür. Onların öğretileriyle kitleler kavgayı meşru hak olarak görmüşlerdir hep.

Gelişen kapitalizm, Fransa dâhil tüm dünyayı etkisi altına almıştı. Hatta Fransa’da parasını değerlendirenler hızla zenginleşip yeni burjuva sınıfı oluşturuyordu. Derken bu ülkede servetin çoğu kral, asiller ve kiliseye değil burjuvaziye akıyordu.

Artık konjonktür asiller ve kilisenin aleyhine işliyordu, üstelik her geçen gün sırtını dayadıkları kurulu saltanatları güç kaybediyordu. Elbette bu durumda çareler aramak gerekirdi. Tabii çare arayım derken çözüm olarak yeni vergiler gündeme gelip ekonomik yükün tamamı yeni oluşan zengin sınıfın üzerine ve halkın sırtına bindirilmesinde karar kılınır. Oysa ağır vergiler daha da işi çıkmaza sürüklüyordu. Tabii işler sarpa gidince ekonomik sıkıntılara paralel Fransa içten içe kıpırdamaya başlar ve her alanda sıkıntı had safhaya ulaşır. İşte bu elim vaziyet içerisinde laik düşünce;  kiliseye karşı açtığı mücadelede adından söz ettirmeye başlar. Sadece laik düşünce mi, bu arada burjuvazi de ezilen, hor görülen büyük bir kitle ile birlikte tek değer ilan ettikleri eşitliğe vurgu yaparak ilgi odağı olur. Böylece hâkimiyetin kilise ve asillerin değil, kayıtsız şartsız tüm halkındır sloganı tüm kesimlerin ortak parolası haline gelir. Gerçekten bu slogan ilerisinde meyvesini verir de.

1789 Fransız ihtilali bildirisi incelendiğinde Amerikan yurttaşlık bildirisinin hemen hemen aynısı olduğunu görmek pekâlâ mümkün. Şöyle ki; Robespierre Fransa’nın tepeden inmeci akımının temsilcisi, Jefferson da Amerikan McCarthy anlayışın öncüsü olarak tarihe geçecektir. Aslında Amerika ve İngiltere’nin Fransa’dan tek farkı bu değişimi şiddetsiz gerçekleştirmiş olmalarıdır.

Başlangıçta Yeni Fransa’yı sil baştan inşa etmek adına İngiltere örnek alındı alınmasına ama karşısında ‘Kral-kilise-asiller’ üçlüsüne dayanan koyu despot bir rejimin varlığı onları içten içe ürkütüyordu. Bu üçlü kumpas, değişimin önünde adeta etten duvar örmüşlerdi. Olsun yinede bir çıkış yolu olmalıydı. İşte halk bu arayış içerisinde acaba bu barikatları aşabilecek miyiz sorusu takılıverir zihnine. Bu duygulara tercüman olacak ses nihayet Robespierre’den gelir.

Robespierre evvela yerleşik düzeni aşağılayıp Cumhuriyetin meyvelerini birlikte paylaşacağız vaadini heryerde haykırmaya başlayarak işe koyulur. Öyle ki; artık kılıç kınından çıkmak üzereydi. Bu yüzden her gittiği yerde kralcı rejimi yerden yere vurarak halkın gözünde bir numaralı adam olur da. Her geçen gün ününe ün katıp gözde oldukça Fransız halkın vazgeçilmez evladı addedilir. Başka bir ifadeyle kabına sığmayan başkaldıran evladı sayılırdı bundan böyle. Onun üçlü sultaya bayrak açmış olması halkın gözünde ününün artmasına yetmişti. Ancak her geçen gün yıldızı parladıkça şımarıklığında doruğuna erişiyordu. İşte bu noktadan sonra Robesspierre gözü dönmüş zulmün önderi rolüne bürünecektir.

Robespierre ve ekibi en sonunda patlayan volkan misali kitleleri peşine takıp cumhuriyet, özgürlük, eşitlik gibi insana cazip gelen kavramlarla halkı harekete geçirmeyi başaracaktır. Bu veciz sloganlar uğruna gerekirse her türlü cinayet işlemeyi görev telakki edilecekti. Fransa değişime adım atmaya karar vermişti bir kere. Asla ülkülerinden vazgeçemezlerdi. Ne var ki toplum değişime adım atarken yumuşak geçiş ya da demokratik yoldan geçemedi, ihtilal yoluyla dönüşümü gerçekleştirebildiler.

Artık eski Fransa tarihin sayfalarına gömülürken, sahnede Yeni Fransa yer alacaktır.

Yeni Fransa’nın değerlerinde sınıf hukuku yerine vatandaşlık hukuku, hatta bir zamanlar kutsal addedilen kral veya kilise sultaları değil tüm vatan sathında yaşayan insanlar kutsal sayılıyordu.

Danton, Fransız ihtilalinin ılımlı kanadının öncüsü, aynı zamanda Robespierre’nin can arkadaşı ve yoldaşıydı. İhtilal sonrası her yer süt liman olduktan sonra her ne oluyorsa o ara (14 ay sonra) candan addettiği Danton’u ve arkadaşlarını bir sürpriz bekliyordu. Nitekim hepsi bir anda hain ilan edilirler. Zira Danton ve arkadaşları önce tutuklanırlar, ardından başları giyotine verilir.

İlginçtir, Danton başını giyotine uzatırken ‘Benim ölümüm Robespierre’yi giyotine sürükleyecektir’ sözleri eşliğinde son nefesini tamamlarken, bu arada gözü dönmüş kitlelerde kendinden geçmişcesine; ‘Yaşasın Cumhuriyet!’ diye haykıracaktır. Bu demektir ki; kan birey meselesi değilmiş, toplumsal çılgınlık veya ideolojik sarhoşluk ya da bir nevi kan dökme töreniymiş meğer.

İhtilallar hep kanla sonuçlanır. Devrim uğruna kader arkadaşları bile bir noktadan sonra düşman gözüyle bakılır. İhtilal kanununda yeni kurulu düzenin selameti için en yakın arkadaşında olsa ortadan kaldırılması gerektiğine inanılır. Dahası Robespierre; Danton’u, Hitler; SS. Şefi Roehm’i, Stalin; kızıl ordu şefi Troçki’yi hain ilan ederek bir zamanlar yoldaş oldukları arkadaşlarını bir bir yutmuşlardır. En ufak görüş ayrılığı ya da bir pürüz başlarının giyotinine verilmesine yeterli bir sebep teşkil edip hayatına mal olmasına kılıf olabiliyor. Bir başka ifadeyle ihtilalların doğası gereği hem karşıtını, hemde evladını yiyen birer kıyma makinesi görevi üstlenir.

Robespierre sadece rakiplerini değil, jakoben olmayan tüm unsurları hain ilan ettikçe kendisine olan ilgi ve alaka da kesilmeye başlar. O böyle yaptıkça düşman sayısı daha da artmaya başlar, üstelik bu sayının artmasına sebebiyet veren etken unsur; farkında olsa da olmasa da bizatihi kendisidir. Derler ya kendi düşen ağlamaz. Öyle de oldu zaten. Danton’un ahı yavaş yavaş tutmuştu bile. Çünkü A‘dan Z’ye toplumda sıranın kendilerine geleceği kanaati oluştu. Belli ki; Robespierre’nin kana doyacağı hiç yoktu. Adam kan akıttıkça içesi geliyordu. Ancak o içtikçe toplumu içten içe korku sarar. Hatta kader arkadaşları da kara kara düşünmeye başlamışlardı. Bu endişelerin etkisi tez zamanda kendisini gösterir de. Sonunda Robespierre’nin etrafı zamanla boşalmaya başlar ve git gide yanlış uygulamaları yüzünden yalnızlaşır da.

Neyse ki bu kaygıları dindirecek toplumun içerisinde gizli bir el, yani Fouche devreye girer ve kafasına koyduğu senaryoyu uygulamaya koyulur. Nihayet plan gerçekleşir de.

Nasıl mı?

Şöyle ki;

Robespierre kendi başına kalınca ara sırada olsa derin düşüncelere dalar gibi oluyor, bir şeyler sezer gibiydi sanki. Zamanla sezgileri şüpheye dönüşünce daha fazla dayanamaz ve kuşkularını giderme ihtiyacını duyar. İlk iş İhtilal meclisine gelir, kürsüye çıkar ve bildik o ateşli konuşmasını yapar. Konuşmasının satır aralarında geçen ‘Hainler cezalandırılmalı, hizipler ezilmeli’ cümleleri dilinden tane tane döküldükçe meclis sıralarında; “Madem öyle isim ver” diye bağrışmalarına muhatap kalır. Robespierre isim veremez, vermemekte israr edince işte Fouchet’in gizlice tertiplediği o ustaca planı devreye girer ve tepki sesleri daha da bir çoğalır. Bu durum karşısında Robespierre’nin dili tutulur adeta. Tekrar meclis sıralarında; ‘Hadi isim ver!’ tepkileriyle yüzleşir. İşte bu gürültüler eşliğinde Robespierre’nin rengi sararır. Tabii o’nun rengi sarardıkça meclis sıralarında sesler daha da yankı yapıp hep bir ağızdan nokta atışı diyebileceğimiz; ‘Danton’un kanı tuttu!’ cümleleri Robespierre’yi can evinden vurmaya yetecektir. Oysa isim verse bağrışmalara son verecekti, ama hala dili kekelemeye devam ediyordu. O an basireti kapanır da. Nihayet meclis cesaretle o ve arkadaşlarının suçlu olduğu kararını alır. Böylece kendisiyle birlikte 21 arkadaşı giyotine verilir. Bu noktadan sonra tüm Fransa halkı derin bir nefes alır.

Etme yapma dünyası derler ya, aynen onun gibi bir şey yaşanır ve bir anda evlatlarını yiyen ihtilalın kalbide duracaktır. Ne var ki Robespierre’in ardından sivil güçler birbirine kıymaya başlar. Artık, dizginleri bu kez General Napolyon eline alır. Hatta Napolyon ordunun gücüne dayanarak Cumhuriyete son verip imparatorluğunu ilan edecektir.

Böylece Cumhuriyet için yeni ümitler bir başka bahara kalır.

Velhasıl; Fransa serüveni burada bitmeyecek gibi. Kim bilir tarihin sayfaları işledikçe bakalım Fransa için daha nelere şahit olacağız. O halde bekleyelim görelim derim.

Vesselam.