Mürşit, Allah yolunda kendisine tabi olanlara hem veli bir dost hem de öncü bir rehber olmak için vardır. Hani birlikten kuvvet doğar ya, aynen öyle de bir mürşidin rehberliğinde Allah için yola çıkan kafileyle birlikte seyr u sefer eylemekle büyük bir kuvvet doğacaktır. Malumunuz tasavvufta bir mürşidin öncülüğünde kurulan zikir ve hatme-i hacegan halkasının üzerine inen ilahi rahmetten toplu halde istifade etmek esastır. İşte bunun içindir, Allah Teâlâ sadık kullarla beraber olmamızı beyan buyurmaktadır. Mademki Yüce Allah (c.c) sadıklarla bir arada bulunmazı diliyor, o halde daha ne duruyoruz, tez elden gün bugündür deyip bir kâmil mürşide biat edip aynı halkada cem olmak gerekir.
Hele bir mürşid-i kâmilin dizinin dibinde diz çökmeye görelim daha önceden tereddüt ettiğimiz pek çok hususların kafamızdan bir bir silindiğini görürüz. Öyle ki kendimizi yeniden dünyaya gelmiş gibi hissettiğimiz gibi hatta bu arada bir mürşide biat etmenin ne demek olduğunu da idrak etmiş oluruz. Nasıl öyle idrak etmeyelim ki, şöyle kendimize dönüp baktığımızda daha öncesinden hiç böylesine bizi bizden alıp yine bizi kendimize getiren herhangi bir iç dalgalanma yaşamamıştık çünkü. Şayet dert dava titreyip kendi özümüze dönmekse, işte öze dönmek bu biat etmenin tılsımında kodlu. Nitekim o kodun tılsımını ancak o halka içerisinde bulunduğumuz zaman fark edip idrak edebiliyoruz. Tıpkı gezegenlerin güneşin etrafında pervane olup kendi yörüngelerinde seyr u sefer eylemelerinde olduğu gibi bir tılsımdır bu. Öyle ya, gezegenler güneşin etrafında pür dikkat milim sapmadan seyr u sefer eylerde, biz niye bir mürşidin çekim alanında halka olup seyr-u sefer eylemeyelim ki. Ki, seyr-u sefer eyleyeceğimiz halka sıradan bir halka değil, bilakis bize seyr u süluk yolunun kapısını açacak halkadır. Bu öyle bir halkadır ki, gücü etkisinde gizli. Hele bir insan kendini bu çekim gücü etkisinin dışına atmaya görsün sanki gökten bir yıldız kaymışçasına kendini bir anda meteor çukurunda bulur bile. Keza gezegenlerin de güneşin çekim etkisinden sıyrıldıklarını bir düşünün, bir anda kendi yörüngelerinden çıkıp kıyametlerini yaşayacaklardır. Aynen bir sofide mürşidinin çekim alanının etkisi dışına çıktığında kendi küçük kıyametini yaşayacaktır. Dahası bu hale düşen sofinin kendi nefsinin elinde zebun, şeytanın kucağında ise bir oyuncak hale gelmesi kaçınılmazdır.
Peki, yörüngeden ya da halkadan çıkmamak için ne yapmak gerekir? Elbette ki bir mürşidin elini tutup bey’at aldığımızda verdiğimiz sözün mana ve ruhuna sadık kaldığımız sürece evvel Allah’ın izniyle bizi o halkadan hiç kimse söküp atamayacaktır. İşte, biat etmek budur. Öyle ki, biat kavram olarak da derin bir bağlılığı içerisinde barındırır, dolayısıyla bu bağ nasıl koparılabilir ki. Kaldı ki o tutulan el, sıradan bir el değil, silsile yoluyla elden ele ta Allah Resulüne kadar uzanıp yüce makamlara bizim adımıza arzı endam edilen eldir. Dikkat edin bizim adımıza dedik, çünkü Allah dostları ümmetin kurtuluşu için elimizden tutmaktalar. Bizde onların elini tutaraktan tıpkı Akabe bey’atı ve Rıdvan bey’atında olduğu gibi sünneti seniyyenin gereğini yerine getirmiş oluruz da. Böylece karşılıklı ahitleşmiş oluruz.
Evet, öyle kirlenmiş eller var ki; insanı uçuruma yuvarlar, öyle de öpülesi eller vardır ki insanı vuslata erdirir. Anlaşılan her şey tutacağımız ele bağlı olarak hayatımız şekillenmekte. Gönül ister ki; tercihimizi ikinciden yana kullanma istidadı göstersek de durduk yere hayatımızı zindana çevirmemiş olsak. Allah muhafaza kirli ellerden tutarsak vay halimize, yok eğer Allah dostunun elini tuttuysak biliniz ki hayatımızda kendimize yepyeni bir temiz sayfa açmışız demektir. Hele bir sofi, seyru süluk yolunda piştikçe biat ettiği zatın ahlakıyla boyanır da. Öyle ya, Peygamberimiz (s.a.v)’in “Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emin olduğu kimsedir” diye beyan buyurduğu şekliyle o emin el tutulduğunda hiç kuşkusuz tutan elinde ona paralel olarak emin bir kişi olacağı muhakkak. Zira bir mürşidi kâmilin alameti sofisinin güzel ahlak haline bürünmesinden belli olur. O halde güzel ahlak sahibi olmak için ilk evvela tüm geçmiş günahlara tövbe ederekten işe koyulmamız icab eder.
Şu bir gerçek, şairin “Oluklar çift, birinden nur akar; birinden kir” dediği iki seçenekle karşı karşıyayız. Tercihimiz kirlilikten yanaysa Allah muhafaza şeytana bey’at etmiş buluruz kendimizi, yok eğer tercihimiz hak ve hakikatten yanaysa başta Allah Resulü olmak üzere o’nun izini iz süren gelmiş geçmiş tüm sadatlara ve sadatların en son halkasında yerini alan diri bir mürşide biât etmiş oluruz. Unutmayalım ki; şeytan kıyamete kadar boş durmayacaktır, o da kendine göre bir halka oluşturmak için pusuya yatmış durumda. Pusuya düşürdükleri olabildiği gibi düşüremedikleri de var elbet. Mesela şeytan, peygamberler ve kâmil mürşitleri avlayamadığı içindir onlardan çok sıkıntı çekmekte. Öyle ki, Allah dostlarının alınlarında parlayan nuru gördüğünde kaçacak delik arar da. Her şeye rağmen yinede onlar şeytanın hile ve desiselerinden Allah’a sığınmayı ihmal etmezler.
Malumunuz şeytan her türlü kötülüğe giden yolda azıp sapmışlara rehber olmak için var, mürşidi kâmil ise iyiliğe giden yolda ümmete rehber olmak için vardır. Öyle ki insanların kalblerine sirayet etmiş her ne kadar kibir, ucub, riya, haset, gaflet, dünyalık hırs gibi maraz hastalıklar varsa tüm bu marazlardan kurtulmalarına vesile olmak için varlardır. Şimdi gel de ümmetin kurtuluşu için kendini adayan böylesi mürşidi kâmillere biat etme, elbette ki bize bu noktada ne mutlu kıymet bilene demek düşer.
Tabii kıymet bilenlerin yanı sıra kıymet bilmeyenlerde var maalesef. Neymiş, yok efendim “Benim aklım bana yeter, onlara bağlanmak da neymiş, bu düpedüz tapmaktır” türünden bir sürü aslı astarı olmayan dedikodu laflarla ortalığı bulandırmaktalar. Onlar karalaya dursun, ne de olsa güneş balçıkla sıvanamayacağına göre bize düşen hiçbir kınayanın kınamasına aldırmaksızın bir mürşide biat ettiğimiz günde verdiğimiz sözün gereğinin icabını yerine getirmek olmalıdır. Biz biliyoruz ki; mürşide biat etmenin akabinde aldığımız her bir adab ve talimatlar bizim için birer kurtuluş hükmünde derde deva reçetelerdir. Malumunuz kalbin ilacı zikirdir. Zaten bir mürşid-i kâmilde taliplerine sırasıyla adım adım kalb zikri (lafza-i celal zikri), letaif zikri, Nefy-u isbat zikri vererek tedavi etmekte. Böylece Allah yolunda müridinin seyru sülukunun tamamlanması hedeflenir de. Şimdi sormak gerek, onca taliplerine verilen adab ve talimatların neresinde bir mürşide tapınma söz konusudur, tam aksine seyr u süluk idmanının başından sonuna dek devamlı ‘Allah’ adını anmak söz konusudur. Burada mürşidin rolü Allah’a giden yolda sadece kılavuz olmaktır, hâşâ kendine taptırmak değildir. Böylesi rehberlere can heyran elbet. Hem onlara can hayran, can kurban olmamak elde değil ki. Bakın, Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bu hususta ne buyuruyor:
“-Allah Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cibril-i Emine; Ben o kulumu sevdim sende sev, Cibril de sever. Sonra sema ehline kelam ederek; Haberiniz olsun o kulumu sevdim, onu sizde sevin der, gök ehli de sever. Sonra o kul için yeryüzünde kabul ve kullar arasında ona karşı muhabbet hâsıl olur.”
Mademki Allah katında sevilmişler, o halde böylesi Salih kullar hakkında ileri geri laf etmeye kalkışıldığında bunun hiç bir şaka götürür yanı yoktur, buna tevessül eden her kimse şunu iyi bilsin ki bizatihi kendi kendisinin kuyusunu kazmış olur. Ki; Allah dostları kınından çıkmayan kılıç gibidirler, elbette ki çok üstüne gidilmezse kılıç kınından çıkmayacaktır. Ama kınına dokunduklarında bu kez zülfü yara dokunmuş olunur ki, bunun bedeli çok ağır olur da. Çünkü Allah’ın dostum dediği kulu incitmek Allah’ı incitmek olur ki, hiç kuşkusuz er geç Allah’ın hışmına uğraması mukadderdir. Hani halk arasında ‘adam belasını buldu’ diye söylenen bir söz var ya, aynen bu söz dönüp dolaşıp Allah dostlarını incitenleri de bulur. Hele ki, alaya alınmak istenen, hakkında ileri geri konuşulmaya kalkışılmak istenen bir Allah dostu ise aman dikkat, bu tip ortamlardan uzak durmakta fayda vardır. Çünkü sadatlar münkirlerden şeytandan kaçar gibi kaçın diyorlar, aksi halde sofinin kendiside çok büyük zarar görür.
Mürşid-i kâmil, Allah yolunda sadece rehber olmanın ötesinde aynı zamanda irşat edici bir davetçidir. Her kim irşad edicinin davetine icabet ettiyse ne ala, davete icabet etmeyip sadece saygı duymakla yetinirse bu durumda mazur görülebilir, yok eğer daveti elinin tersiyle reddetmesi bir yana bir de bunun üstüne üstük münkirlik etmeye kalkıştığında o insanın vay haline, yani münkirliğinin neticelerine katlanmak durumdadır. Sonuçta münkirlik ettiği insan sıradan bir insan değil ki, Allah’ın sevdiği kullardan bir zattır o. Hadi davetine icabet etmedi, tercihidir deyip bunu anlayabiliyoruz, kaldı ki bu yolda zorla insanı halkaya dâhil edende yok zaten. O halde münkirlik yapmakta ne oluyor. Hiç kuşkusuz bu durumda o münkirin zelil hale düşmesi kaçınılmazdır. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu halde olan insanların akıbetini şöyle beyan eder de: “Onlara; Gelin, Allah’ın Peygamberi sizin için mağfiret dilesin denildiği zaman başlarını çevirip kaçarlar ve sen onların kibir içinde uzaklaştıklarını görürsün.” (Münafıkun/5)
Şu bir gerçek yalnızlık sadece Allah’a mahsustur, şayet aciz kullar olarak her şeyin üstesinden tek başımıza geleceğimize inanıyorsak, biliniz ki çok büyük yanılgı içerisindeyiz. Yanıldığımızın bariz delili şudur ki, Rabbul Âlemin bu hususta şöyle beyan buyurmakta: “Ey İman edenler! Hep beraber Allah’a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur/31) Hakeza çobansız kalmakta ısrarcı olmakta büyük bir yanılgıdır. Çobansız sürüyü kurt kapacağı malum. O halde çobansız tek başına yaşamak veya topluluktan uzak kalmakla nelerin kaybedileceğini bir değil bin düşünmemiz icab eder. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bu konuda; ‘Şüphesiz Allah, ümmetimi delalet üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli cemaatle birliktedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe gider’ diye beyan buyurmakta.
Öyle anlaşılıyor ki bir çoban etrafında cemaat halde yaşamaya karar verdiğimizde ilk olarak tövbeyle yola baş koymalı ki kendimize bir temiz sayfa açmış olalım. İslam ahlakı da her hayrın başında ve sonunda tevbe etmeyi gerektirir zaten. Rabbul Âleminin bu hususta bakın ne buyuruyor: ‘Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler de Resul de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici ve esirgeyici bulurlardı.’ (Nisa/649)
Hiç kuşkusuz Allah Resulünden sonrada tövbe kapısı kapanmayacak, hayat devam ediyor çünkü. O’nun varisi hükmünde Rabbani âlimler ne güne duruyor, kıyamete kadar bu tövbe ve bey’at kapısını devam ettireceklerine inancımız tam da. Bakmayın siz öyle tövbe almayı Hıristiyan papazların vaftizine benzeten bir takım kendini bilmezlerin densiz laflarına, onlar karalaya dursun, en iyisi mi biz işimize bakıp kadın erkek, çoluk çocuk genç ihtiyar demeden Yaradanımız’ın şu çağrısına kulak verelim. Bakın, Allah Teâlâ elçisi kanalıyla kullarına nasıl bir çağrıda bulunuyor: “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar beyat için sana geldiklerinde beyatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir” (Müntehine/12).
Velhasıl-ı kelam, Yüce Mevla’mız bey’at hakkında: “Resulüm! Hem kendi kusurun hem de erkek ve kadın müminlerin günahları için istiğfar et” (Muhammed/19), “Resulüm sana biat edenler hiç şüphesiz Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim yaptığı ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kimde Allah ile yaptığı ahdine vefa gösterirse Allah ona en büyük mükâfat verecektir” (Fetih/10) diye beyan buyurmakla başsız olunamayacağının işaretini vermiştir.
Vesselam.