Bir anayı anlatmak hem çok zor hem de çok kolay. Çok zor, çünkü analar için anlatılacak o kadar çok şey var ki… Üstelik her ananın özelliği hemen hemen aynı. Senin anlatacağın ana, herkesin anası; özgün bir yanı yok ki… Dünyayı sığdıracak kadar kocaman yüreği, süt emdiren göğüsleri, sıcacık kucağı, yumuşak elleri… Tüm çocukların tek sığınağı vardır; sıcak, hoş görülü, yargılamayan, yoğun mu yoğun sevgi dolu bir liman: ana kucağı… Tüm bunların üstüne Vahapzade’nin dediği gibi; güzel dilimizi bize öğreten anamız… Bizi biz yapan anamız… İşte bunun için anaları anlatmak zor; çünkü anlattıklarının özgün yanı yok. Kendi ananı anlatırken, herkesin anasını anlatmış oluyorsun.

Bir anayı anlatmak hem çok zor hem de çok kolay. Çok zor, çünkü analar için anlatılacak o kadar çok şey var ki… Üstelik her ananın özelliği hemen hemen aynı. Senin anlatacağın ana, herkesin anası; özgün bir yanı yok ki… Dünyayı sığdıracak kadar kocaman yüreği, süt emdiren göğüsleri, sıcacık kucağı, yumuşak elleri… Tüm çocukların tek sığınağı vardır; sıcak, hoş görülü, yargılamayan, yoğun mu yoğun sevgi dolu bir liman: ana kucağı… Tüm bunların üstüne Vahapzade’nin dediği gibi; güzel dilimizi bize öğreten anamız… Bizi biz yapan anamız… İşte bunun için anaları anlatmak zor; çünkü anlattıklarının özgün yanı yok. Kendi ananı anlatırken, herkesin anasını anlatmış oluyorsun.

Ama anamı anlatmak bir o kadar da kolay. Anam yanımda yokken bile yanımdaydı. Bize yüreğini, gönlünü öyle açmıştı ki içinde bize gizli kalan hiçbir şeyi kalmamıştı. Biz onu her şeyiyle anlıyor ve tanıyoruz. Öyleyse anlatmamız çok kolay.

İşte benim anam da bu analardan, bir anaydı.

***

Evimizin orta odasındaki sobanın arkasında oturmuş ders çalışıyorum. Daha doğrusu ders kitabının arasında resimli roman okuyorum. Sobanın sıcaklığıyla içimi ısıtıyor, bir yandan da sobanın fırınındaki patateslerin pişmesini bekliyordum. Az sonra anamın konukları gelecek. Onlara sobanın fırınında pişirilen patates sunulacak, çayla birlikte. Bu patatesler fırınlıktı. Özeldi. Küçücük, piştiğinde içi kumlu, bembeyaz… Güzelce yıkanıp, incecik kabukları soyulmadan bol tuzla tuzlanmış… Ara sıra fırını açıp, tahta kaşıkla karıştırıyoruz, her yanları pişsin diye. Biliyorum, bunlar tam ağzıma göre… Kesinlikle kaçırmam bu fırsatı… Beni kimse önleyemez, bu çıtır patatesleri ham edeceğim(!)…

Fırının kapağını bir kez daha açtım. Patateslerden birini aldım. Sıcacık patatesi avucumda hoplata hoplata üfleyip soğutmaya çalıştım. Sabredemedim. Sabredilecek gibi değil… Patatesin görünümü çok muhteşem. Tam soğumasını beklemeden parmaklarım yana yana küçücük patatesi ikiye ayırdım. İçi kumlu kumlu ortaya çıktı. Acele acele üfleyerek soğutmaya çalıştım. Soğuduğu kadarıyla yarısını ağzıma attım. Hohlaya hohlaya çiğnedim. Ağzım yanınca sıcak sıcak yutuverdim, boğazım yana yana aşağı indi. İkinci yarısı bana bakıyordu. Onu bekletemezdim. Gözlerimi yumdum ağzıma attım. Böyle zevk anlatılmaz, ancak yaşanır. Bu arada anamın bana baktığını anladım. “Komşular gelecek, unutma!” uyarısı anamın dediği gibi bir kulağımdan girdi ötekinden çıktı. Emeğimin karşılığını alacaktım. Onları fırına ben attım ve arada sırada karıştırdım! Bu göz ardı edilemeyecek bir emek(!) ve karşılığı olmalıydı bir şekilde!

Anam, bakır bir tencere ile geldi. Fırını açtık. İçindeki patatesleri ona doldurduk. Soğumaması için közün küllendiği mangalın -o da bir yanımdaydı- üstüne yerleştirdik. Üstünü çulladık. Komşular gelinceye değin soğumayacak. Komşularla ilgili uyarısını yeniden, hem sözle hem de bakışla(!) belirtti. Kendi işine döndü.

Kaldık mı patateslerle baş başa! Yavaşça elimi mangal çullarının altından tencereye uzattım, bir patatesi alıp, yavaşça ağzıma attım. Çaktırmadan çiğnemeye başladım. Bir yandan da anamı gözetliyorum… Elbette çalışmayı(!) da sürdürüyorum… Birincisini ikincisi, ikincisini üçüncüsü izledi… Doyamıyorum ki… Anam da uyarısının uygulanacağından o denli emin ki hiç beni izlemiyor bile… Doğrudan doğruya beni suça yöneltiyor(!)… Kısacası yiyebileceğim kadar yedim. Doyasıya… Sonunda anam geldi. “Bakalım” dedi, “Soğumuşsa yeniden fırına koyup tazeleyelim patatesleri.” Aldı mı beni bir korku. Anam, mangalın üstünü açarken ben yavaşça kalktım ve odanın öte yanına sıvıştım. Sıvıştım ama arkamda bir vınlama duydum. Vınlamanın ardından başımın arkasına bir şey çarptı. Büyük bir acı duyumsadım, ardından da başımdan aşağı akan bir sıcaklık. Geri döndüğümde anamın şaşkın bakışlarını ve ayaklarımın dibinde de anamın kösele terliğini gördüm…

Başımın tam arkası yarılmıştı. Ne yapacağımı bilemedim. Ama aklımdan hep anam geçiyordu; ya kan görünce bayılırsa diye! Onun öyle bir huyu vardı; sevinince de üzülünce de bayılırdı. Çeneleri kilitlenir, gözleri kapanır ve yüksek sesle inlerdi. Kendine gelmesi için tüm aile çaba gösterir; kolonyalar serpilir, ayakları elleri ovuşturulurdu. Anamın bayılması ailenin kâbusuydu. İşte bu korkuyla yüzüne baktım. Ağlamak aklıma sonradan geldi. Baktım ki anam bayılmadı, bastım çığlığı. Ablamlar geldi. Anam da yanıma koştu. Başımdaki yaranın boyutunu bilmiyordum ama kanama sürüyordu. Anam yanımdan ayrıldı, geldiğinde elinde bir avuç toz şekeri vardı. Başımı öne eğdi, şekeri yaraya bastırdı ve başındaki örtüyü çıkararak yarayı sıkıca sardı. Tedavi tamamdı(!) Anam demez mi “Hadi otur da bari bitir şu patatesleri. Tencerenin dibi görünmüş, gâvur.” Ve ağlamayı kestim, tencerenin başına çöktüm, burnumu çeke çeke tüm patatesleri yedim bitirdim.

Yıllar geçtikçe bu olay, ailemizde en çok anlatılan anı oldu. Bana sık sık “Ananı kızdırma, bak elinde terlik var!”, “Başındaki yara da çok güzel, anan açtı ya!” sözleriyle çok karşılaştım. Ben de anama sık sık “Sen anaların en iyisisin; herkes yaraya tuz basar, sen şeker bastın.” der, onun damarına basardım. Çünkü anamdan gördüğüm ilk ve tek şiddet buydu. Bunun sıkıntısını da yaşamı boyunca yaşadı. Ne kadar ailece gırgıra alsak da o, kesinlikle kabullenemedi. Belki de bana karşı olan eğilimi bundandı, kim bilir?

***

Anamın sigara tutkusu zamanla sıkıntı yaratmaya başladı. Çok yaşlanmıştı ve yürürken sorun yaratıyordu. Hastalandığı bir gün doktor götürürken aklıma geldi. Doktordan, sigarayı bırakması için telkinde bulunmasını rica ettim. Anamın basit bir soğuk algınlığı vardı. Muayene etti, gerekli öğütleri verdi. Söyleşirken anamın dudağına baktı. Dudağının kenarında bir et beni vardı. Onunla oynadı. Anama ne zamandan beri olduğunu; gizemli bir biçimde renginin değişip değişmediğini, büyüyüp büyümediğini sordu. Anamın rengi değişmeye başladı. Korktuğu belliydi. Doktor birden “Anne yoksa sen sigara mı içiyorsun?” diyince sorun bitti: Anam sigarayı bıraktı! Çünkü sigara içmeyi sürdürürse kanser olabileceğini düşünmüş. Sonradan öğrendim, her sabah kalktığında “Eğer bu gün sigara içersem oğlumun ölüsünü öpeyim!” diye yemin edermiş. Düşünüyor musunuz, sigaradan kurtulmak için en sevdiği insanların arkasına sığınıyor. İşte anam buydu. O, her türlü zorluğu aşmak için sevdiklerinin arkasına sığınıyor ve bu zorlukları aşıyordu!

***

Anam artık çok yaşlıydı ve özel bakım gerektiriyordu. Özellikle benimle çok içtenlikli ve duygusal bağlar oluşturmuştu. Onun sağlık sorunlarından ben sorumluydum. Doktor, hastahane, ilaç işlerini ben izlerdim. Çok ilginç bir huyu vardı, komşularından birinin övdüğü ilaçtan hemen edinmek isterdi. “Ah oğlum! Komşum şu ilaçtan kullanmış hem şekerine hem de güçsüzlüğe iyi gelmiş. N’olur bana da alıver şundan!” Kendisi hem şeker, hem de kalp ilaçları kullanıyordu. Üstelik artık 80 yaşını da geçmişti. Kendini güçsüz hissetmesi doğaldı. Ama gel de anlat! “Her ilaç sana yaramaz anacığım!” dediğimde de hemen darılırdı. Gönlünü zor ederdik. Bir gün yine bir ilacı övdü. Ben de o ilacı kutusuyla birlikte gördüm. Bir tane de haptan aldım. Nişasta ve undan yararlanarak bu hapın aynısını yaptık. Meyve boyalarıyla renklendirdik. Benzer kutuya doldurduk. Kendisine verdim. Doktorun, bu ilaçtan üç günde bir, bir tablet  almasını önerdiğini söyledim. Bu haplardan(!) bir ay kullandıktan sonra “Bak yavrum, ne güzel yaradı bu haplar. Ağrım da kalmadı, şekerim de düştü.” demez mi?

***

Hastahanede uzun süren bir tedavi geçirdim. Her hafta sonu dışarı çıktığımda önce anamın yanına giderdim. Gideceğim gün evde türlü yemekler hazırlanırdı. İki haftada bir de evinde banyo yapmak zorundaydım. Banyodan çıktığımda beni yanına oturtur, sırtımı havluyla kurular ve koynunda(!) ısıttığı çamlaşırlarımı çıkarır giyinmemi sağlardı. Ana sıcaklığını ve kokusunu taşıyan o çamaşırların beni ne denli mutlu ettiğini anlatmam mümkün değil! Sonra dizine başımı koyarak uzanırdım. O da başımı okşar, saçlarımı karıştırırdı. Hele hastahaneden ilk izine çıktığım gün anamla kapıda karşılaştığımızda ne dedi biliyor musunuz? “Ah yavruuumm! Yüzün kaşık gibi kalmış!” Anam bunu dediğinde tam 108 kiloydum!

***

Bir gün kalp yetmezliğinin boyutunu belirlemek için hastahanede kalbinin görüntülü ultrasonu çekildi. Ultrasona ben de katıldım, ekranda kalbini tüm yönleriyle izledim. Eve gittiğimizde “Anam, biliyorum sen beni herkesten çok seviyorsun!” dedim. Önce şaşırdı, sonra da gülerek “Nerden bilirsen?” diyince, “Az önce hastahanede kalbine baktılar, resmini çektiler ya, ben de izledim. İşte o zaman yüreğinin içini gördüm. Orada beni çok sevdiğin apaçık belliydi.” Yanıtıma inandı(!) O kadar inandı ki, konu komşuya bile söylemiş: “Ali yüreğimin içini görmüş. Ben onu çok seviyorum.”

Kim ne derse desin, benim anam bir tanedir…

“Ve ağlamayı kestim, tencerenin başına çöktüm, burnumu çeke çeke tüm patatesleri yedim bitirdim…”

Mayıs 2013

Editör: Yazar Ali Kemal Temuçin'in anılarını içeren yazı dizisi devam edecek...