Tarihle kucak kucağa bir yer.
Eğer gönül gözüyle bakarsan ülkemizin uzak ve yakın tarihinin özetini görürsün.
Salt taşında toprağında, otunda suyunda, dağında otlağında değil insanında da bu coğrafyanın direncini, varsıllığını, kucaklayıcılığını… görürsün.
Eski kiliseyi göremezsin, ne ki yerinde kalan bir taş yığını halâ buram buram tarih kokmaktadır. “Buranın kadim bekçisi benim!” dercesine. Ferhat Dede kilisenin yerini gösterirken yakınmasını eklemeden duramadı “Kilise yok ama duvarlarından sökülen taşlar köy camisinin duvarlarında…” İkindi namazını kılarken caminin duvarlarındaki taşlarda kilisenin izlerini aradım; bulamadım, göremedim…
Ferhat Dede, budaklı germişon sopasıyla karşı dağları gösteriyor, adlarını dillendiriyor, bu dağlara ilişkin anılarını anlatırken de sesindeki özlemi saklamıyor. Hele kilisenin yanındaki geniş çayırlıkta her yıl düzenlenen şenliği anlatırken coşku; sesini ve devinimlerini daha da dirileştiriyordu. Kollarını iki yana geniş kucaklamalarla sallarken “Buralardaki tüm köyler kadın/erkek bu şenliklere katılır, bir arada gün boyu eğlenirlerdi.” diyor, artık yapılmayan bu şenliğin can verici anılarını yeşerterek yaşıyordu. Tiflis’ten göçen dedelerinin oradaki anılarıyla Lüsunk’taki anılarını birleştirmeye çalışıyordu.
Kilisenin tam yanında, dağın dibinde kaynayan kocaman, kadim bir kaynak var. Bu su, iki taşlı değirmenin taşlarını döndürecek kadar gür, tüm köye de hayat veriyor. Buz gibi. Yaz kış, aynı tatta, aynı yoğunlukta ve aynı değerde akıp köylülerin yaptığı kanalda pırıl pırıl akıp duruyor. Ona yaklaşırken kanalın içinde çalışan bir delikanlı/dede ile karşılaşıyoruz. Kanala girmiş, kazma kürek, kanalda biriken çamurları temizliyor. Niyazi Dede. Tam 84 yaşında bir delikanlı. Geçmişi diri tutan anılarını heyecanla, dipdiri bir bellek yardımıyla anlatıyor. Bu yaşta, sorumluluğunda olmamasına karşın, kendiliğinden kanalı temizliyor. Geniş kenarlı fotör başında, önce kazmayla çamur birikintisini yumuşatıyor, kürekle de kanalın dışına atıyor. Çağırdık, ne ki delikanlı işini bitirmeden yüzümüze bile bakmadı! Kanaldan çıktı, yanımıza geldi ve anlattı da anlattı…
Niyazi Turan Dede’nin belleği dupduru, capcanlı. Yaşadıklarını anlatırken onları kendince süslüyor, allayıp pulluyor. Beni köy değirmenine götürüyor. Tamamen yıkılmış, viraneye dönüşmüş değirmen onun olduğu kadar benim de içimi yakıyor. Sözünü ettiğim kaynağın suyu değirmenin yanından gürül gürül akıyor.
Değirmenin olukları boynu bükük ona bakıyor. Kim bilir, belki yandan akan su da virane değirmenin oluklarına özlemini seslendiriyordur gürüldeyerek.
Salt değirmen mi? Ermeni yerleşiklerinden kalan her şey virane olmuş, yok olmuş; elbette Ermeni de kalmamış. İlk yerleşik Türklerin, kiliseyi yıkıp, taşlarıyla cami yapmaları da “Ya Ermeniler yeniden köye dönerse!” kaygısının sonucuymuş.
Lüsunk’un yeni adı Yaylapınar. Oraya tam da uymuş. Bayburt’un YAYLAsı, yaylanın da gürül gürül akan –dere ya da nehir değil- PINARı var. Burada yaşayanların hemen hemen tümü 1900’leri izleyen yıllarda başka yerlerden göçle gelmiş. Kafkasyalısı, Dağıstanlısı, Karadenizlisi, Kürdü, Lazı… Köyün bu yeni, yerleşikleri dedelerinin anlattığı Türk/Ermeni efsaneleriyle büyümüşler. Ferhat Dede’den anlattıklarında Ermenilerden kalan toplumsal yaşantı birlikteliklerinin özlemini, Niyazi Dede’nin anlattıklarında da Türk/Ermeni kırışmalarının acısını duyumsuyoruz.
Kilise duvarlarının taşlarıyla yapılan cami de ikindi namazını kılıp camiden çıkarken Niyazi ve Ferhat Dedelerimizin anlattıkları aklımdan geçiyor. “Millet-i Sadıka ile ulusumuzun yabancılaşması/düşman kılınmasını sağlayanlar, o ortamı hazırlayanlar neler kazandı; bu iki ulus neler kaybetti?” diye düşünmeden edemiyorum.
Akın Bayrak ve Murat Okutmuş ile köyden ayrılırken karşılaştığımız her Lüsunklunun sıcak yakınlaşmalarının ve açık yürekli konuşmalarının tadını unutulmazlarımızın arasına katmıştık.