Yıllardır geçmişe kin beslemek ve padişahları karalamak meziyet addedilmiş. Söğüt’e atılan maya tuttu tutmasına ama üç kıtaya hükmeden imparatorluğa bu denli hor gözle bakmak bilmem hangi mantıkla izah edilebilir. Şu bir gerçek; tarih şuurundan yoksun tipler, dün olduğu gibi bugünde olup biteni idrak edemiyorlar. Elbette ki tarihi olayları övgü ve sövgü ekseni üzerine kurgulanıp yorumlanırsa olacağı buydu. Bir kere kendi kendimizi tarihi düşüşlerde karamsarlığa, yükselişlerde coşkun halet-i ruhiye içerisine kaptırmışız. Tabii durum vaziyet böyle olunca bir türlü sebep netice ilişkisine yönelik bir tarih şuuru ortaya koyamıyoruz. Galiba, yüceltmek veya yermek kolayımıza geliyor.  Oysa tarihi süreci analitik gözle değerlendirmek gerekirdi. Maalesef kolaycılık geçerli akçe olmuş. Nasıl olsa zahmetsiz bir yol bulunmuş, masa başı ahkâm kesmek varken niye emek verip ter dökülsün ki. Peki ya şu objektif kriterlerden nasiplenmemiş bir takım tarihçilere ne demeli,   ikide bir yarınlarımızı karartıyorlar. Belli ki geleceğe ışık saçan tarihimizin varlığına tahammülleri yoktur.

Sultan Abdülhamid Han sonuçta bir insan, onunda hataları olmuş olabilir, ama büsbütün inkâra kalkışmak ta neyin nesi, doğrusu anlamış değiliz. Biz biliyoruz ki; Ulu Hakan Osmanlı padişahları arasında en mümtaz bir şahsiyettir. Ne var ki; İttihatçılar asrın ufkunu aşmış böylesi bir padişahı eli kanlı katil, istibdatçı,  cahil yaftalaması türünden ipe sapa gelmez iftiralarla karalamışlardır.  Zira kendileri için tek rakip onu görüyorlardı. Öyle ki; onların ektikleri kin ve nefret tohumları günümüze kadar uzanmış ta. İşte bu yüzden genç kuşaklar daha henüz Ulu Hakanın gerçek kişiliğini keşfedememiştir. Bu konuda o kadar ileri gidildi ki, ne gaddarlığı, ne zalimliği, ne kıskançlığı, ne de vatan hainliği kalmıştır. Elbette ki tüm bu karalamalar,  ön yargılı ve art niyetli çevrelerin yakıştırmalarından başka bir şey değildir. Şayet amaçları bir günah keçisi bulmaksa bu muhatap asrın ulu hakanı olmamalıydı,  bilakis kendi ektikleri fitne tohumlarında aramalıydılar. Nitekim tarihin dili er geç foyalarını ortaya çıkarmakta.       

Şu bir gerçek; tarihi objektiflikten mahrumiyetlik tarihi olaylara övme veya yerme ekseninden değerlendirmeye neden olmaktadır. Derken karşımıza tarihi olayları analiz edebilecek kabiliyetten yoksun hafızasını yitirmiş nesil çıkmakta. Dahası genç körpe dimağlara tarih anlatımında, ya aşırı yermeyle yüreklerini kin ve öfkeyle dolduruyoruz, ya da tam tersi olduğundan abartılı aşırı övmeyle tarihi şahsiyetleri yüceleştiriyoruz. Mesela Ermeni okullarında kışkırtıcılık yaptığı için yurt dışına sürülen şu ismi malum Piyer Kiyar’ın Sultan Abdülhamid Han’a yönelik ‘Kızıl Sultan’ yakıştırması sanki gerçekmiş gibi aynen kabul edip genç nesle öğreti diye sunmuşuz. Demek ki, tarihi şahsiyetlerin bir kısmını karalamak veya övmek metodumuz olmuş. Gerçek bir tarihçi bu tür moda haline gelmiş yakıştırmalardan uzak kalıp objektif bir dil kullanması icap eder. Aksi takdirde tarihi analitik bir bakış ortaya koymak mümkün olmayacaktır. Zaten övgü ve yergi eksenli tek tip tarih modeliyle anlayışıyla nereye varılabilir ki. Cümle âlem bilir ki; resmi tarih anlayışıyla bir arpa boyu yol mesafe kat edilemez.  Nasıl kat edilsin ki, bakın resmi tarihin bize öğrettiği Abdülhamid Han’ın Mithat Paşa’nın katili olduğu yönündedir. Oysa Sultan Abdülaziz Han’ın katliyle ilgili davaya bakan Yıldız Mahkemesinin kararında Mithat Paşa suçlu bulunmuştur. Üstelik Sultan Abdülhamid Han, amcasının katline sebep olan Mithat Paşa hakkındaki idam kararını sürgüne çevirecek kadar da âlicenap bir örnek sergilemiştir. İşte bu örnek tavra rağmen Mithat Paşayı öldürttüğü yalanı ortaya atılabiliyor.

Malumunuz Mithat Paşa İngilizlerin sinsi oyunlarına kapılıp Talebe-i Ulûm’u tahrik etmekle Osmanlı’yı 93 Harbin  (Osmanlı Rus savaşı) eşiğine getirmiş bir kişilik sergilemiştir.  Her ne hikmetse Mithat Paşa üzerinde durulmayıp yaşanan bunca olayların sebebini yüklenecek kurban için Ulu Hakan mercek altına alınmıştır. Düşünsenize Ulu Hakan Abdülhamid Han bu savaşa baştan beri karşı görüş belirtmesine rağmen savaşın sorumlusu tutulabiliyor. Yetmedi Moskof yanlısı ithamıyla yüzleşiyor. Oysa o, 93 Harbi kararını vermek mecburiyetine itilmiştir. Neyse ki Ulu Hakan harp sonrası ülkenin elden gittiğini ve ordunun ikiye parçalandığının farkına vardığı anda tüm yetkileri kendinde toplamasını bilmiştir. İşte bu noktadan sonra istibdatçı suçlamasına maruz kalacaktır. Aslında Ulu Hakan meşverete önem bir padişahımızdı, ama o dönemde ülkemiz daha henüz bu kültür iklimine hazır değildi, bu yüzden ülkenin geleceği ve bekası için Meclis-i Mebusan’ı kapatmak zorunda kalmıştır. Kaldı ki; Yılmaz Öztuna’nın da belirttiği üzere; Meşrutiyet 1878 Türkiye’sinin gerçekleriyle bağdaşmıyordu. Nitekim 60 kadarı gayrimüslim olan toplam 240 kişilik Meclisi Umuminin harp lehinde (93 harbi) kararı memlekete çok pahalıya mal olmuştur. Şöyle ki; Moskof’un Ayastefanos (Yeşilköy)  önlerine kadar gelmesine neden olan bir durum ortaya çıkmıştır. Böylece cihangir devlet özelliğimize gölge düşürülmüştür. Hele bir düşmeye dur; Kırım savaşı, 93 felaketi,  İttihatçı güruhu belası, Balkan musibeti ve cihan savaşı derken zincirlemesine bir dizi felaketler Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesine yetecektir.

Onlar Ulu Hakan Abdülhamit Han'ı istibdatla itham ede dursunlar, bakın bir İngiliz gazeteci M. de Blowitz Abdülhamid Han’ın dilinden şu sözlerle tarihe not düşüyor:

“.. Bir hürriyetin taşkın mevcudiyeti de büsbütün yokluğu kadar tehlikelidir! Kullanılması bilinmeyen bir memlekette hürriyet, nasıl kullanılacağını bilmeyen bir kimseye verilen silaha benzer. O kimse böyle bir silahla anasını, babasını, kardeşlerini, sonra da kendisini öldürebilir.. Her şeyden önce bir memleketin hürriyet kültürüne karşı hazırlanmış olup olmadığı tetkik edilmelidir!..”

Bu satırlar Ulu Hakanın hürriyet düşmanı olmadığının bariz göstergesidir, her şeyden önce hürriyet şuurunun oluşmadığı bir zeminde hürriyetin kendisi değil kabuğuyla oyalanmak olurdu ki, bu bizi İngilizlerin dümen suyuna sokmaktan başka bir işe yaramayacaktı.  Bakın Abdülhamid Han bu konuda şöyle der:

“.. Bizim Jön Türkler, kuruntulara kapılmış mahlûklardır. Bizde meşruti idare ve Kanuni Esasinin ilanı demek umumi bir mücadele ve halkı birbirine saldırtacak bir muharebe ilanı demektir. Ne gariptir ki, İngilizler bu nimeti Hindistan’a bahşetmek istemedikleri halde, bizim Jön Türklerce memleketimizi bir parlamento ve Anayasa ile teçhiz için her vasıtaya müracaat edip duruyorlar…”

İşte bu ifadeler iyi analiz edildiğinde Abdülhamid Han’ın ne kadar ileri düzeyde ufuk sahibi bir bilge hakan olduğunu göstermeye yetiyor. Güneş balçıkla sıvanamaz gerçeğine rağmen hala hakkında Kızıl Sultan denilmesi büyük bir talihsizliktir. Anlaşılan ne saygı kalmış ne sevgi, ne hürmet kalmış ne de erdemlilik,  doğru olan her şeye meydan okunup karşı çıkılmıştır. Kaldı ki o, ülkeyi İngiliz entrikalarının cenderesine sokan birçok İttihatçı güruhunu bile memleketin âl-i menfaati için maaşa bağlamakla kalmamış istediği yerde kalma hakkı da tanıyıp öyle sürgün etmiştir. Keza kendisini öldürmeye yeltenen doktorlara da öyle yapmıştır. Şimdi soruyoruz bu ceza mı, ödül mü siz karar verin. Ulu Hakan'ın yerinde bir başkası olsa ne maaşa bağlar, ne de sürgüne gönderirdi. Bir çırpıda idam mekanizmasını işletip kökten meseleyi halledeceği muhakkak. İşte Ulu Hakan farkı bu. Zaten farkı fark ettiren merhametin doruğuna ulaşmışlığıdır. Kelimenin tam anlamıyla o böyle bir mizaçla kan dökmenin ülkeye yarar getirmeyeceğini şuurunda bir hakanımızdır. Onun için birinci derece ölçü ülkenin âl-i menfaatidir.  Bakın İsmet Bozdağ bu mevzuda şöyle der:

“Abdülhamid Han Namık Kemal’i çok seviyor. Fakat bakıyor İttihatçılar kendisine zarar verecek, maaşını vererek sürgüne gönderiyor. Yani bu kadar ince düşünebiliyor…”

Anlaşılan Namık Kemal yurt dışında Ulu Hakan aleyhine muhalefet etmiş ama, yine de o bizim vatan şairimiz ve kıymetimiz olarak bileceğiz.

Osmanlı hasta yatağında bile çareler arıyordu. İşte bu arayış içerisinde Abdülaziz Han Osmanlı’ya büyük donanma kurma yolunu açmıştır.  Ancak kurduğu donanmanın meyvelerini görmeden askeri bir darbeyle halledilip öldürülmekten kurtulamayacaktır. Belli ki; Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın üzerinde amcasının menfur bir cinayete kurban gittiğinin etkisi olmuş ki; tahta oturduğunda doğrudan Avrupa'nın düşmanlığını kazanmamak adına donanmayı tersanede bekletmeyi uygun görmüştür. Zaten onun ömrü boyunca izlediği en mühim bir özelliği var ki; işte o özellik iç ve dış düşmanların hesaplarını altüst eden ince stratejik manevra politikalarıdır. Bilhassa bu uyguladığı stratejik manevrayla Balkanlar, Ortadoğu, Asya ve Avrupa ülkeleri arasında denge kurabilmiştir. Şayet aksi bir yol izlemiş olsaydı her an çıkabilecek en küçük bir kıvılcımla bütün Avrupa devletleri ortak bir cephede birlikteliği vuku bulacaktı. Ki; bu Osmanlının çöküşü demek olacaktı. İyi ki de Ulu hakan varmış. Böylesi bir deha hakana can kurban... Baksanıza o bir yandan Avrupa’daki devletlerin kendi aralarında ihtilaf içerisinde kalması için tüm kanalları kullanırken öte yandan ittihadı İslam çalışmalarını da ihmal etmeyecektir. Anlaşılan Müslümanların dışa karşı çetin,  birbirlerine karşı mütevazı olması gerektiği ilahi düsturunun tatbikatı Ulu Hakanda fazlasıyla mevcut. Değim yerindeyse o kurdu kurda kırdırma politikasıyla Osmanlının düşüşünü 33 yıl geciktirmiş bir hakanımızdır.  Ne var ki o dış politikada başarılar kaydedip tam istediği noktaya geleceği anda, tahttan alaşağı edilecektir. Maalesef Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın hal edilişini sağlayan İttihat Terakki güruhun ülkeyi birbiri ardınca Trablusgarp (1911), Balkan (1912) ve I. Dünya Savaşına (1914) sürükleyip Devleti Aliye’nin gücünü kırmışlardır. Zira İttihatçıların imtizac-ı akvam (kavimlerin kaynaştırılması) ve ittihad-ı anasır (etnik unsurların birleştirilmesi) politikaları Osmanlının sonunu getirmiştir. Bir başka ifadeyle Ulu Hakan'ın hal edilmesinin yanı sıra koskocaman imparatorluğun çöküşünde tıpkı günümüz ulusalcı kanadın birleştirilicilikten uzak etnik ayrılık içeren söylemlerine benzer tavırların etkisi olduğu muhakkak. İşte o özden uzak söylemler İttihatçı eliyle Cumhuriyetin kuruluşuna da sıçramış, derken Türk olmayan her etnik unsur tehdit kapsamına girmiştir. Şimdi 30 yıldır PKK ile niye başımızın dertte olduğunu daha iyi anlıyoruz. Düşünsenize akşam yatıp sabah uyandığımızda hala bölünme korkusu yaşıyorsak bunda bir bit kemiği var demektir. Hâlâ Türk dışında bağrımızda yaşayan diğer alt kimliklerin taleplerini görmezden geliyoruz. Sadece kanayan yaramız etnik ayrımcılık mı, elbette ki hayır, mütedeyyin dindar kesimde öteki listesine girmekten kurtulamamıştır. Bakalım bu ayırımcılık, bölünme, yok olma ve parçalanma korkusu nereye kadar devam edecek, doğrusu merak konusu. Galiba farklılıkların ayrılık olarak telakki edilmediği ve yeniden Anadolu kilimi üzerine kardeşlik desenlerinin işlendiğini ilmek ilmek gördüğümüzde merakımız giderilmiş olacak.

Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın politik dehasına ilave olarak Hilafet siyasetini de gözden kaçırmamak gerekir. Hilafet gücü sayesinde Siyonizm'in oyunları bertaraf edilmiştir. Şöyle ki; Filistin davasında, İngilizlere ümit bağlamış Siyonistlerin heveslerini kursağında bırakan tek engel bariyer Ulu Hakan olmuştur.  Hatta onun hilafet siyaseti ileride İslam dünyasının milli kurtuluş mücadelemizde bize maddi ve manevi destek vermelerinin yolunu açacaktır. Kelimenin tam anlamıyla, birçok devlet adamının ve Alman devlet Prensinin; “…Ben siyaseti Abdülhamit’ten öğrendim” dediği bir bilge Hakandır. Zira yaşadığı devrin karmaşık yapısını izlediği akıl dolusu denge politikasıyla lehimize çevirebilecek maharetin adıdır o.  Hâsılı o büyük ülkelerin kendi aralarındaki ihtilaflarından yararlanıp krizleri fırsata çeviren politikasıyla imparatorluğu 33 yıl ayakta tutmayı başarabilmiş bir diplomatik dehadır.

Meşhur Tarihçimiz Yılmaz Öztuna o’nun denge politikasını şu ifadelerle teyit eder:

“II. Abdülhamit’in siyaseti Makedonya’da Hıristiyan azınlıkları, Bulgar ve Makedonyalılar ile Yunanlılar, Sırplar ve Romenleri denge halinde tutmak, daha açık tabirle; birleşmelerine ve tek cephe halinde Türklerin ve Arnavutların karşısına çıkmalarına engel olmaktı. Esasen bu kavimler arasındaki düşmanlık pek şiddetli olduğu için böyle bir siyaset gerçeklere dayanıyordu.”

Gerçekten de Ulu Hakanın dâhiyane siyaseti o günlerde fark edilmese de II. Meşrutiyetin ilanı akabinde şu meşhur İttihatçıların ittihad-ı anasır (etnik unsurların birliği) politikasının hayal ürünü olduğu açığa çıkmasıyla fark edilecektir. Şöyle ki; İttihatçılar Fransız ihtilalı sonrası dünyada yayılmaya yüz tutmuş milliyetçilik dalgasının etkisine kapılıp Devleti Aliye’ye etnik kimlik doğrultusunda yön vermeye kalkışmaları sonucu ilk etapta Bulgarlar istiklale kavuşmuştur. Bu arada Avusturya boş durmamış Bosna-Hersek’i kazanmış, en son Girit’i kaybedip topyekûn gayri Türk anasırın ayaklanmalarına zemin hazırlanmıştır. Böylece ecdat yadigârı coğrafyamız bir bir elimizden çıkıp büyük bir dağılış gerçekleşmiştir. Hem de ne dağılış,  bir zaman üç kıtaya hükmeden imparatorluğun sonunu getirecek dağılıştır bu.  Gel de Ulu Hakanı arama.  Her ne kadar bazı aklı evveller Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın Kanun-i Esasiyi (ilk Türk anayasası) yürürlüğe koymasının arka planında yatan asıl amacın, kendi tahtını korumaya yönelik hamle olduğunu belirtseler de, ona olan bakışımız değişmeyecektir.  Nasıl değişsin ki; Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın bizatihi kendisi Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşaya söylediği sözlere baktığımızda taht sevdalısı olmadığı ortaya çıkar:

“Bir hükümdar için lazım olan şey; memleketin menfaatidir. Eğer bu menfaat kanun-i Esasinin ilanında ise, o da yapılır. Fakat iyi tatbik olunur mu? Türkün menfaati mahfuz kalır mı? Burasını kestiremiyorum..

… O sahte Islahatın başına bizzat ben geçmeliyim. İngiltere’nin dolaplarıyla düzenlerini boşa çıkarmak için yegâne çare budur. Bugün Islahat fikirleriyle sarhoş olanlar, akılları başlarına gelince devleti uçuruma sevk edebileceğini belki nihayet idrak edebileceklerdir.”


Şayet Ulu Hakan Abdülhamid Hanın düşünceleri hayata geçip o ince siyaset izlenseydi ne kiliseler kanunu yürürlüğe girip Yunan-Sırp-Bulgar birlikteliği vuku bulurdu, ne Balkan Harbi çıkardı,  ne de I. Dünya Savaşına katılırdık. Baksanıza Meşrutiyet bile Midhat Paşa'nın zorlamalarıyla ilan edilmiş, derken bunun bir İngiliz ve dış güçlerin bir tezgâhı olduğunda geç kalınmayacaktır. Nitekim bunu Ulu Hakan Abdülhamid Han tekrardan yetkileri eline aldığında meclisi niye kapattığına dair gerekçesinden bileceğiz.  İyi ki de tüm yetkileri kendinde toplamış, böylece Tanzimat’la başlayan her hususta İngiltere’ye danışalım anlamına gelen tüm vesayet politikalarına son verilmiştir. Bunun yerine kendine has,  feraset kokan stratejik yerli politikalar ikame edilmiştir. Ama bu politika hem kendisine, hem de ülkemize pahalıya mal olacaktır. Zira yürürlüğe koyduğu 33 yıllık denge politikasının tam semerelerini vereceği sıralarda iç ve dış mihrakların tertibiyle tahtından indirilip Osmanlının çöküş süreci hız kazanacaktır.  Aslında bu olay haysiyetimizin ve istiklalimizin tahtından indirilişi olayıdır.  Meğer gerçek Hilalimizi o zaman kaybetmişiz.

Nihayet Ulu Hakan Abdülhamid Han’a yapılan tüm haksız muamelelerden pişman olanlarda oluyor, ama neye yarar ki. Bu geç kalınmış pişmanlık ve itiraflar Osmanlının hasta yatağında kalkmasına yetmeyecektir.  Nasıl yetsin ki,  niye bu hallere düştüğümüzün cevabı Şair Rıza Tevfik Ulu Hakan'a ithafen:

“.. Tarih adını andığı zaman,
Sana hak verecek Ey Koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira eden,
Asrın en siyasi Padişahına”
  mısralarında fazlasıyla mevcut.

Kaldı ki onu ifade etmekte tek başına şiirinde gücü yetmez, ardından bıraktığı eserler kendi hal lisanıyla onu her an anıyor bile. İşte Ulu Hakan Abdülhamid Han döneminden miras kalan eserlerin bir kısmını listelediğimizde;

“-Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mektebi Mülkiyeyi Şahane),
- Tıp Fakültesi (Mektebi Tıbbiyeyi Şahane), yani Şişli Eftal Hastanesi ve Askeri Tıbbiyeyi de o kurmuştur. 
- Harb Okulu (Mektebi Harbiye-i),
- Teknik Üniversite (Yüksek Mühendis Mektebi),
- Hukuk-Fen-Edebiyat Fakülteleri,
- Güzel Sanatlar Akademisi,
- Maliye ve Ticaret Okulu,
- Yüksek Muallim Okulu,
- Dilsiz ve Ama Mektepleri
- Pekin’den yaptırılan camiler ve Afrika’nın en ücra köşesine kadar açılan tekkeler” 
gibi bir dizi eğitim kurumlarını görürüz.  Kelimenin tam anlamıyla o kendi dönemi itibariyle ileri bir seviye anlayışıyla gerek tiyatro, gerek ulaşım teknolojisi, gerek İstanbul’un tümünü kapsayan harita çalışmaları, gerekse tıp alanında ki atılımlarıyla göz dolduran yüce bir hakandır. Nitekim Pasteur’un İstanbul’a davet edilmesi onun ne denli ilme önem verdiğinin bir göstergesidir.

Hicaz Demir yolu projesi İngilizlerin İslam âlemi üzerindeki sömürgeci anlayışını bertaraf edebilecek nitelikte bir projedir. Hakeza bugün üzerinde sıkça kullanılan GAP projesi davasının bile fikir temelleri cennet mekân Sultan Abdülhamid Han'a aittir. Zira Hicaz Demir yolu Projesi ve Boğaz köprüsü formülü dâhiyane zekâsı sayesinde gerçekleşmiştir. Hatta Marmaray da buna dâhildir. Daha nice sayamadığımız birçok reformlar onun yadigârıdır.

Velhasıl Ulu Hakan; hasta adam diye tanımlanan Osmanlı’nın ölümünü bekleyen zamanın birçok devletlerine karşı gerek sosyal, gerek iktisadi ve gerekse askeri reformlarıyla 33 yıl Devleti Aliye’yi ayakta tutup heveslerini kursaklarında bırakan nevi şahsına münhasır bir devletlûdur.

Vesselam.