Seyda Hz.lerinin anısına hazırlanan videoyu izlediğimizde, gerçekten duygulanmamak elde değil. Düşünsenize hayatta iken gül kokusuna doyamadığımız Seyda Hz.lerini şimdilerde videolarda izleyerekten hasret gidermeye çalışıyoruz. Dolayısıyla değim yerindeyse elimizde kala kala tek hasretlik yadigâr görüntüsü videosu kaldı. Ancak şu da var ki elimizde kalan tek video görüntü hatıra da olsa, bu hatıranın yazı diline geçirmek gerekirdi. İcabında bu da yetmez ayrıca birde bunun kontrolüne de ihtiyaç vardı ki, zaten bunu da Seyda Hz.lerinin vefat yıldönümünün akabinde Gül Neslin büyük evladına kontrol ettirdim de. İyi ki de kontrol ettirmişim, bu sayede mesela videoda zikredilen Seyda Hz.lerinin muayene olduğu yer Sevgi hastanesi değil Çankaya hastanesiymiş şeklinde düzeltiliverdi. İşte bu ve buna benzer kontrolleri Hane-i Saadetin evladına düzeltiverdikten sonra en nihayet bize de derleyip toparlayıp metin halde yazı haline dönüştürmek düştü. Öyle ya, madem ‘söz uçar yazı kalır’ misali önce bu videonun hazırlanmasında çok büyük pay sahibi kardeşlerimizin hakkını teslim edip onlara büyük bir şükranlıkla teşekkürlerimi sunduktan sonra şöyle bakalım “bu videoda kardeşlerimiz Seyda Hz.lerinin hayatını nasıl dile getirmişler, yazı şeklinde bir izleyip görelim:
Hiç kuşkusuz Seyda Hz.leri ismiyle meşhur Sultan Seyyid Muhammed Raşit (k.s)’ının videoda ki hayatını kaleme alırken, asıl anlamamız gereken hakikat şu olmalıdır:
"O, insanları Allah yoluna çağıran sıradan bir âlim değildir. Çünkü sadece bu iş için binlerce yol ve metot sayılabilir. O bu yolun aşkını insanların yüreğine kazıyan, Hakk’ın zatını arama ve bulma yolunu insanlara gösteren Allah dostudur. Allah Resulü’nün "Benim ümmetimin âlimleri, Ben-i İsrail'in nebileri gibidir" diye buyurdukları manaya nice Allah dostları tarafından elden ele geçirilerek kıyamete kadar kurumadan götürülecektir. Seyda Hazretleri (k.s), maddi veraset bakımından Peygamberimizin (s.a.v)’in otuzuncu göbekten torunudur. Manevi veraset bakımından da otuz sekizinci duraktadır. Manevi veraset ve hilafeti Nakşibendîliğin Halidi kolundan Seyyid Taha (k.s)'a geçen yoldan sırasıyla: Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Şeyh Abdurrahman Tâhî, Şeyh Fethullah Verkânisi, Şeyh Muhammed Diyâuddin Nurşînî, Şeyh Ahmedul Haznevî ve Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdulhalim El Hüseyni (k.s)’den almışlardır. Yerlerine de Gavs Seyyid Abdulhakim Hüseyni (k.s)’ın oğullarından Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbâki Hz.lerine bırakmışlardır. Babalarından aldıkları hilafeti oğullarına bırakması Hacegan ve Nakşî silsilesinde çok nadir görülen bir hadisedir. Bu duruma sadece misal olarak İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmedül Faruki Serhendi de rastlıyoruz. İmâm-ı Rabbânî (k.s) oğlu Şeyh Muhammed Masum'a, o da oğlu Şeyh Seyfeddin'e bırakmıştır. Madem hazır İmâm-ı Rabbânî Hz.lerinden bahsetmişken, bu arada Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdûlhakim el Hüseyni (k.s)’ın oğlu Seyda Hazretlerine "İnşallah İmam-ı Rabbani Hazretleri'ni geçersin" dualarını hatırlamamak elde midir?
Malum, Siirt iline bağlı Kozluk ilçesinin Siyanus Köyünde dünyaya teşrif ettiler. Yıl 1930, 11 Ağustos pazartesi günü.. Aynı köyde daha önce kolun büyüklerinden Şeyh Muhammed Diyâuddin (k.s)’de bulunmuşlar. Bu köyde iki yaşına kadar kalırlar. 1932 yılının sonlarında Baykan ilçesinin Taruni Köyüne göç ederler. Bu köy O’nun taklid, tahkik ve marifet yönünden ilk basamağıdır. Hatta babası müritlerine teveccüh yaparken kendisi de arkadaşlarını toplayıp aynısını yapıyor. Tıpkı bütün Allah ehli gibi yalnızlığı tercih eder. Ve Nakşî büyükleri gibi kalabalık içinde tek olmayı... Bu yüzden arkadaşlarıyla oynamıyor. Şikâyet ediyorlar. Annesi soruyor. Verdiği cevap müthiş, ilerinin haberi bir cevaptır bu. Dahası “Benim boş ve faydasız işlerden keyfim gelmiyor" keyfiyetinde müthiş bir söz.
Zaten yukarı da zikrettiğimiz baba Gavs tarafından "İnşallah İmam-ı Rabbani Hazretleri'ni geçersin" şeklinde edilen duada bu yaşlarda edilmiştir.
Taruni, 15 yaşına kadar zahir ve batın ilmiyle ilerledikleri bir bucaktır. Hem çaylarına gelip her dalışta eli balıklarla dolu olarak çıktığı hem de manevi ilimde etrafını kıskandırıp zahir düşmanlar kazandığı bir mekân. Bu kıskançlık onun canına tak ettirip kastetmeye kadar varacak derecededir. Baba Gavs Abdulhakim el Hüseyni Hazretlerine haber ulaşır ulaşmaz önce onu köyden uzaklaştırıyorlar. Sonra o diyardan kendileri de çıkıyorlar. Yolda önleri kesiliyor ve o’nu soruyorlar. Cevaben yoklar, akrabaları gelip götürdü denilir. İşte bu hadiseler Ehl-i Beytin Kerbala'dan başlayan takip ve zulüm devirlerine benzemektedir. Nakşî silsilesinin Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s) tarafından vaaz edilen bu prensibinin gerçekleştiğini bu gül neslin üzerinde de tecelli ettiğini pekâlâ görebiliyoruz. Dahası böylesi bu Hicri geziş için Saadatlar "Sefer der vatan" demekteler. Ki, bu düstur gerek kapı kapı, gerekse diyar diyar dolaşma seyr-i seferin ta kendisi haldir bu.
Seyyid Abdûlhakim elHüseyni (k.s) Bilvanis Köyü'ndendir. Bu nedenle kendisi "Gavs-ı Bilvanisi" olarak yâd edilir hep. Gavs-ı Bilvanisi (k.s) bu köyde otururken Seyda (k.s) Havil Köyü'ne tahsile koyulur. Burada ki Hocası Seyda-i Molla Muhyiddin'dir. Öyle ki burada imamların müftüsü diyebileceğimiz konumda olan Molla Muhyiddin gibi bir âlimin rahle-i tedrisatında 1,5 yıl ilim tahsil eyler de.
Bundan sonraki durağı ise Dilbe Köyü'dür. Burada dayısının oğlu Seyyid Molla Abdulbaki’nin yanında kalacaktır. Sonrasında ise malum Seydayı Tahi Hz.lerinin silsilesinden Şeyh Muhammed Diyâeddin (k.s.)’in Nurşin beldesinde konaklayacaktır. Hiç kuşkusuz konakladığı yer sıradan bir yer değil, ilim ve feyzin bereketli olduğu bir mekândır. Üstelik Seyda (k.s) burada Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’ın torunu Şeyh Muhammed Nasır’la birlikte ilim tahsil edeceklerdir. Akabinde Seyda (k.s) bu kez beş yıl kalacağı Dilbey Köyü’ne hicret eder. Malum Dilbey, Siirt'in Kurtalan ilçesine bağlı bir köydür. Her ne kadar yazın bunaltıcı sıcaklığı olsa da yine de kendine has bahçeleriyle meşhur bir köydür. Madem bu köye gelinmiş bir de camii faaliyetine girişip bizatihi camii inşaatında bilfiil çalışmakta gerekirdi, nitekim omuz verir de. Yetmedi daha sonrasında büyük oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri de burada ikinci bir cami yaptıracaktır. Hiç kuşkusuz cami’yi unutulmaz kılan en ilginç hatıra ise Seyda Hazretlerinin koyduğu taşlarda el izini taşımasıdır.
Seyda Hz.lerinin bundan sonraki durağı Narlıdere Köyü olacaktır. Burada bir yıl kaldıktan sonra bu kez Kasrik’e hicret edeceklerdir. Derken tarihler 1950 yılını gösterdiğinde burada Seyyid Hacı Şeyhu'nun kızıyla evlenirler. Aslında Kasrik’te böyle bir evliliğin gerçekleşmesi her iki tarafında Peygamber soyuna bağlılığın göstergesi manasına bir gönül birlikteliğidir.
Kasrik'te sadece izdivaç mı, dahası var elbet. Nitekim babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)’ın talebesinden Molla Ramazan'ın yanında ilim tahsil edecektir. Hiç kuşkusuz ilim tahsilinden boş kalan zamanlarını da dergâhın hizmetine ayırarak günlerini geçirecektir. Dergâh hizmetlerinde öyle canı gönülden hizmet edermiş ki, onu görenler dergâhın hizmetçisi sanırlarmış. Hatta bu arada babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)’dan da ilim icazetini almayı da ihmal etmez. Artık her şey doyum noktasına geldiğinde Kasrik artık madden kaldıramaz bir hal alır da. Çünkü her geçen gün akın akın taliplilerin uğradığı ziyaretgâh mekân hale gelir. İster istemez bu durumda yeni bir ferah mekâna ihtiyaç hâsıl olup yer aranır da. Öyle bir yer seçilmeli ki hem ulaşımı kolay olsun, hem de arazisi geniş olsun. Derken bu iş için Gadir’de karar kılınır.
Gadir'de ilk iş su çıkartmaktır. Tabii burada da en çok Seyda (k.s.) koşturacaktır. Ancak 1964 yılı gelip çattığında Seyda Hz.leri askere çağrılacaktır. Böylece Manisa Orgeneral Cemal Tural kışlasında ilk vatanı görevini ifa etmiş olur. Oradan da dağıtım yeri olarak Diyarbakır Askeri Hastane'de vatani görevini yürütecektir. Asker iznine çıktığında bile boş durmayıp yine Gadir’de dergâhın hizmetine koşturmakla geçirecektir. Zaten 1966 yılında terhis olduğunda da Gadir’e tam dönüşü gerçekleşir. Aslında bu dönüşe hizmete dönüş dersek yeridir.
Evet, O şimdi tam gaz hizmete kendini adamakla baş başadır artık. Belli ki Saadatlar “Her türlü sofi bozulur hizmet sofisi bozulmaz” sözünü boşa söylememişler. Tam da bu söz Seyda Hz.lerini tanımlayan bir sözdür. Nitekim onca hizmetlerinin karşılığı diyebileceğimiz 1968 yılı hayatının dönüm noktası olur da. Nasıl mı? İşte, Gavs (k.s.)’ın mürşidi Ahmed el Haznevî Hz.lerinin oğullarından Şeyh Alâeddin’in işaretleriyle silsile halkasında "Eşşeyh Es Seyyid Muhammed Raşid El Hüseyni" ismiyle yer almasıyla elbet. Sadece isimce mi yer almak, hiç kuşkusuz zaman içerisinde silsile halkasındaki methiyesi de beraberinde gelecektir. Öyle ki irşad hilafetiyle teveccüh verir konuma gelir de. İşte bu manevi taçlandırmanın ardından ilk iş Hac’ca koyulmak olacaktır... Derken Allah Resulünün eşiğine yüz sürüp hem zahiren, hem de manen asıl yurduna kavuşmuş olur. Gerçektende kutsal topraklara ayak bastığında hiç yabancılık çekmeden dedelerinin evi gibi buralarda soluklayacaktır.
Hac vazifesi sonrası dönüş yine gadir’dir. Ama bu kez Gadir adına uygun davranıp Gavs-ı ve ehlini gadr edeceklerdir. Tabii bu durumda Gavs-ı Bilvanisi (k.s) zorla kalacak değildi ya, göç edeceklerdir. Gadirliler her ne kadar ardından çok büyük pişmanlık duysalar da, Gavs (k.s.) kararından vazgeçmeyip Menzil’de karar kılacaktır. Hatta Menzil’e keşif için yola çıktığında yol boyunca başka yerlerden de kendine bir takım teklifler gelecektir ama o bikere kafasına Menzil Köyü'nü koymuştu, bu saatten sonra geri dönüş olmazdı elbet. Bu arada yol boyunca irşad faaliyetini yürütmeyi ihmal etmez de. Nihayet Menzil’e varıp Temmuz ayı geldiğinde ise ilk iş asasını yere vurup işaretlemek olacaktır. Ve işaret edilen yer için:
"-Burayı bir ay sonra kazın" talimatını verecektir.
Gerçekten de yılın tamda kurak zamanında bir ay sonra kazıldığında ab-ı hayat su çıkacaktır. İşte çıkan bu ab-ı hayat suyun bereketiyle tarlalar, bahçeler sulanıp Menzil bambaşka bir çehreye bürünecektir.
Şimdi sırada cami inşaatı vardır. Seyda (k.s.) hiç kuşku yoktur ki her zaman ki gibi yine boş durmayıp hizmette sınır tanımayacaktır. Sofiler ise bu arada camii için mühendislerin ve mimarların hazırladıkları projeleri Gavs (k.s.)’a sunmanın telaşına düşeceklerdir. Fakat Gavs-ı Bilvanisi (k.s) sofilerin bu heyecanını ve hevesini kırmamak adına sunulan projeleri kabul etmiş gibi bir tavır sergileyecektir. Çünkü Seyda (k.s.)’ın projesi mühendislerden farklı yöndeydi. Doğrusu Gavs’ta iki arada bir derede kalmıştı ki, en sonunda kararını şöyle beyan edeceklerdir:
"- Bakın, kanaatim o dur ki dünyanın tüm mühendislerini getirseniz, biliniz ki hiç biri Muhammed Raşid'in aklı gibi olmaz. Ben onların gönüllerinin kırılmasını istemedim. Siz Muhammed Raşid’in dediğini yapın."
Ne diyelim, işte Gavs’lık böyle bir şeydir, gerçekten de bu söz yerini bulup Seyda (k.s.)’ın fikri doğrultusunda camii inşaatı tamamlanır da.
1972 yılı Gavs’ın (k.s.) sevinç yılıdır. Malum, Mevlana Celâleddin-i Rûmî’nin Şeb-i Arus dediği vuslat ve düğün gecesi manasına 24 Mayıs'ta Allah'a yürür. Tabii arkasından müminler, âşıklar, halifeleri ve sofilerin gözü yaşlı haldedir. Zira Gavs-ı Bilvanisi (k.s.), bu âlemden göç etmiştir. Bu yüzden Seyda (k.s.) şöyle buyurdular:
"-Allah (c.c.) Resulü'ne, "Biz seni âlemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey olarak göndermedik. Dolayısıyla Allah Resulü'nün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da Allah Resulü'nün varislerindendir. Ben O'nun Allah yolunda insanları irşad ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz O'nu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam irtihal etti. Nakl-i mekân eyledi. Allah Hayy'dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah'a yönelmeli.. Her şey fanidir."
Seyda (k.s)’ın bu uyarısı sofileri ferahlatmıştır. Artık onun için Gavs (k.s.)’ın dar-ı bekaya göç etmesiyle birlikte 21 yıl sürecek irşad ve cefa hayatı başlayacaktır. Önce, yeterince ihtiyacı karşılayamayan cami genişletilir ve iki bölümden ibaret camiye iki ayrı kapıdan girilir de. Bu arada camii büyütülürken bir mihrap daha ilave edilip üzerine Altın Silsile'de yer alan isimlerin işlenmesi ihmal edilmez. Camiinin alt kısmı ise ziyaretçilerin istirahat etmeleri için ayrılır.
Caminin içi böyleyse kim bilir dışı nasıldır. Malum, şadırvan abdest alanlarla dolup taşar. Hakeza banyolarda öyledir, yani akşamdan, geç saatlere kadar dolu haldedir. Bu yolu bilenler bilir, mürşit elinde tevbe, Nakşî yolunun özelliğidir ve tarikata intisab için gusül şarttır. Sonra iki rekât istihare namazı kılınacak, rabıta edilecek, tarif üzere Fatihalar okunup Sadat-ı Kiram'ın ruhlarına hediye edilecek, konuşmadan sağ omuz üzerine yatılıp 8 şart adabı tamamlanması gerekir. Bilhassa yolun olmazsa olmaz şartı Rabıta-ı mevt’tir. Yani sofi kendini ölmüş, gasl edilmiş, kefene sarılmış farzedecek, mürşidinin kendisini şeytanın tuzaklarından koruması için başında bekliyor bilecek ve böylece mürit hayatı boyunca hizmet ettikçe mürşitte himmet edecektir. İşte "Ölmeden önce ölünüz" düsturunun tatbikatı bu yolda böyle uygulanır. Dolayısıyla rabıta, sofinin terbiyesi için sağlam bir binek taşı hükmündedir. Nitekim Yunus'un, "Bu yol bir gönül içine girmektir" demesi bu gerçeğe işarettir. Hakeza ikna da öyledir. Sofi iyi olan her şeyin mürşidinin himmetiyle gerçekleştiğine kanaat getirip, kötülüğün de nefsinden kaynaklandığına inanacak. Aksi takdirde Sadat-ı Kiram'ın kapısında gereken istifadeyi elde edemez.
Peki ya edep? Malum, Resulullah (s.a.v.) "Din edeptir" buyuruyor. Madem öyle mürid, mürşidinin nazarının kontrolünde olduğu bilinciyle, her dem, her salise edepli olmaya çalışacak. Boş işlerle uğraşmayıp şeyhin gölgesinin üzerinde olduğu şuuruyla hareket edecek. Edep aynı zamanda yolun adabına usulüne riayet etmek demektir. Elbette ki avamın bu usullere uymada ki ölçüsü başka, ulemanın başkadır. Nitekim avamın yolun başındayken ilk dikkat edeceği usul şeriatın zahiri ölçülerine uygun amel etmek olmalı, değim yerindeyse mürekkep yalamış bilge kullar ise şeriatın zahiri ölçülerini yerine getirmenin yanı sıra seyr-i süluku hakkiyle ifa edip Allah'tan gayri her şeyi masiva bilmek olacaktır. Belli ki bu yolda huzura edeple varan, lütufla dönüş yapabiliyor. Bakın, Allah Resulüne; "Müminlerin en üstünü kimdir diye sorulduğunda, Efendimiz (s.a.v) "Ahlakça en güzelidir" diye buyurmuştur. Sofi, tövbe ile kapıya giriş yapıp, sekiz şart adabını yerine getirdikten sonra emredilen zikre yapışacak. Nasıl yapışmasın ki bu yolda hafi zikir talimatı, mağarada Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a)’a talim edilmiş bile. Madem öyle mürid dilini damağa yapıştırıp, kalbinden "Lafza-i Celal" zikrini çekmeyi ihmal etmeyecektir. Bu da yetmez her tespih başında, "Allah’ım maksadım Sen'sin, isteğim rızanı kazanmaktır" demesi gerekir. Anlaşılan zikirden maksat, "İlahi ente maksudi ve rıdaike matlubi"dir. Kelimenin tam anlamıyla sofi her halükarda hayatının her döneminde, hatta her nefes alışverişinde Allah'ı zikretmek gerektiğinin idrakinde olmalıdır.
Düşünsenize her nefeste Allah'ı zikretmek için varız. İşte bu yüzden Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s), bu hali "Huş der dem" olarak ifade etmiştir. Yani, nefesini boş yere tüketmemek halidir bu.
Sofi zahirde (görünüşte) halkla, batında (iç dünyasında) Hakk’la beraber olmakla memurdur. Bakın Allah (c.c.); "O erkekler ki, onları hiçbir ticaret ve hiçbir alışveriş Allah'ı zikretmekten alıkoyamaz" mealindeki ayette bu manaya işaret etmiştir. İşte bu hal, "Halvet der encümen" hakikatidir. Yani kalabalıklar içinde bile olsa, gönlün Allah'la beraber olma halidir. Hakeza sofi, dergâha her bir girişinde ve çıkışında "Sefer der vatan" olduğunu düşünecek ki; insan Allah'ın gurbetinde olduğunu idrak edebilsin.
Edep, zikir ve rabıta esnasında gafletten kaçınmak halidir. Edebi kollamamak hüsrandır. Sadat-ı Kiram, edebe riayet sayesinde bu günlere gelmişler ve inşallah söz konusu bu edep yolu kıyamete kadar da devam edecektir. Zira Menzil, önceleri küçük ve kurak bir köymüş. Şimdi ise Sünnet-i seniyyeye mutabaatla Şah-ı Nakşibendî’nin (k.s.) Kasr-i Arifan-ı hale gelmiş durumdadır.
Artık tarihler 18 Temmuz 1983’ü gösterdiğinde Seyda Hazretleri'ni Menzil'den alıp götürdükleri tarihtir. Adına sürgün dediler. Gerçi bir müddet sonra sürgün edemediklerini anladılar. Gayet açık, irşat evi Gökçeada'ya kaymıştı.
Seyda (k.s) Gökçeada'da geçen günlerine şükrü ve sabrı tavsiye edip şöyle buyurdular: "Gelin oturun artık Allah'a dua edin. Bizi buraya getirmiş, dolayısıyla sonrasında on katını yapmalıyız. Cenabı-ı Rabbül Âlemin, bu güne kadar bize her şeyi verdi. Bundan sonra bizi buraya gönderip, sadık olup olmadığımızı imtihan ediyor. O halde hiç durmadan ibadet etmemiz gerekiyor."
Öyle ki evlerini değiştirip, üç odalı bir yere taşındıklarında ilk söylediği söz şudur: "Şükredin, bir odamız daha oldu. O halde şükrümüzü artıralım. Bakın hem geniş bir yerde oturuyoruz, hem de bizi koruyan polislerimiz bile var. Üstelik bizi her yerden gözetliyorlar da."
Madem rabıta, Nakşî yolunun müride emredilenin velideki tecellisi, o halde bu durum fena ve beka halini gösteren bir işaretin neticesi öz yurduna dönüş manasına gelir. Nitekim Seyda Hz.leri, romatizma ağrıları için girdikleri kuma baktığında şöyle beyan buyurur: "Tıpkı Medine'nin kumları gibi." İşte sefer der vatanın tecellisi diyebileceğimiz fenâ-fir resûl hali budur.
Seyda Hz.lerinin ferdi hastalıkları ilerleyince, o dönemin halk tarafından seçilmiş Başbakanı Turgut Özal'ın gayretleriyle Ankara Gülhane Hastanesi'nde muayene edilir. Kendisine yapılan bir teşhis sonucu heyet raporuyla Ankara’da ikameti gerçekleşir. Böylece bir süre Ankara Çankaya Karyağdı Sokak’ta mecburi ikamete tabii tutulur. Yani sürgün hayatı burada devam edecektir. Neyse ki 6 Şubat 1986 yılı olduğunda mecburi ikamet ve gözetim kaldırılır. İlginçtir bu süre zarfında kendisinden ne bir şikâyet, ne de bir bıkkınlık hali görülür. Değim yerindeyse dışarıdan en küçük bir vicdan sahibini feryad ettirecek bu dönem hakkında, ne makam sahibi bir kişiyi suçlayıcı bir söz, ne herhangi incitici söz, ne de yaralayıcı bir söz söylemiştir. Üstelik kendisi masum olduğuna dair hiç bir ispata tenezzül etmez de.
Sürgün dönemi bittiğinde ilk iş menzil’e dönüştür. Menzile geldiğinde önce Gavs Hazretleri'nin merkadını ziyaret, şükür namazı, Hane-i Saadetleri'ne teşrif ve ardından Mevlit okuma icra edilir.
Artık sürgün hayatı bitmiştir, böylece Menzil bir bambaşka çehre kazanacaktır. Öyle ki bu yıllar, Menzil'in, mekân olarak genişletildiği yıllardır. Bahçe genişletiliyor ve daha nice faaliyetler başlıyor. Hele inşa faaliyetleri esnasında üzerinde titizlikle durulan bir yer var ki dikkatlerden kaçmaz, bu çoban evlerinden başkası değildir. Elbette ki Seyda Hazretleri meslektaşlarını kollayacaktır. Her çoban sürüsünden mesuldür derler ya, aynen öyle de Seyda Hazretleri de sofilerin çobanıdır. Nitekim Allah Resulü'nün çobanlık yaptığını düşündüğümüzde bunun ne anlama geldiğini şimdi daha iyi idrak etmiş oluyoruz.
Tarih 1991 yılını gösterdiğinde Seyda (k.s.)’ın göz ameliyatı için Menzil'den bir süreliğine ayrıldığına şahit oluruz. Derken Ankara'da Çankaya Hastanesi'nde göz ameliyatı gerçekleşir. Ayrıca bu yıllarda sofilerin muhabbetten kulluk makamına ulaşmak için yarıştıkları yıllardır. İşte bu yüzden bu yıllara Fetih yılları dersek yeridir. Şöyle ki; neticesine baktığımızda vuku bulan hadise bakımından bu tespitin doğru olduğu kanaatindeyiz. Kanaatimizi ortaya koyan benzerlik elbette ki Hayber'in fethiyle Yahudi kalesinin düşmesinin akabinde yaşanan hadisedir. Nasıl ki Hayber'in fethinde bir gizli el zehirli eti ziyafet sofrasında sunmuşsa, Menzil'de de bir bayram günü ziyaret esnasında bir zinde el tarafından eline zehir şırınga edilir. Gerçekten neticesine baktığımızda her iki olayda da zehir vardır. İlginçtir bu hadisede yine benzer bir ortak yön var ki; hiç kuşkusuz Allah Resulü ve Seyda Hz.lerine yapılan bu suikastın şahadetlerinden 2 yıl önce gerçekleşmiş olmasıdır. Belli ki Yüce Allah (c.c) bu sünnetin ihyasını dileyip, küfrün aczini ortaya koymak bakımından böyle takdir etmiş. Dolayısıyla sofilerin bu döneme fetih yılları gözüyle bakması gayet tabii bir durum. Nasıl öyle bakmasın ki, bu kadarda benzerlik olur mu dedirttirecek bir tabloyla karşı karşıyalar, öyle ki Allah Resulünün Hayber fethi yıllarında ziyafet sofrasında zehirli eti sunan sinsi eli affettiği gibi Seyda Hazretleri de bu suikast girişiminde bulunana aynısını yapmıştır. Kaldı ki Seyda Hazretleri’nin bilhassa sürgün dönüşü zirve yapan o irşad faaliyeti arasındaki uyumluluk her şeyi izah etmeye yeter artar da.
Malum 1992 yılı Seyda Hazretleri'nin Ankara'ya teşrif ettiği yıldır. Ankara'nın Çankırı yolu hattındaki Esenboğa hava alanına giden yol üzerinde bulunan Pursaklar'da inşa edilen cami’de sofilerle birlikte namaz kılıp Hatme-i Hâcegân eda edilir. Tabii bu yürüyüş Pursaklar’la sınırlı kalmaz, 45 gün sonra Afyon Hayat Jeotermal kaplıcaların yanında, kendileri için tanzim edilen eve teşrif etmişlerdir. Her ne kadar tedavi maksadıyla buraya gelmiş görünse de kaplıca suyuna ancak sabah namazından sonra girme fırsatı bulabiliyordu. Anlaşılan irşad burada da devam etmiş. Bu arada kaplıcanın hemen yanı başında camii inşaatına start vermeyi de ihmal etmeyecektir.
Kırk gün sonra, dönüş yine Ankara Pursaklar semtinedir. Ankara ve çevre illerden gelen taliplilerle dolar taşar da. Öyle ki Pursaklar’da tam bir bayram havası esip, adeta Pursaklar Buhara’nın Kasr-i Arifan’a dönüşür. Nasıl dönüşmesin ki; burada binlerce sofi ve yine irşad faaliyeti vardır. İşte Allah dostlarının böyle zamanlarda yaptıkları faaliyet; güzel çirkin, kör topal demeden çağın buhranına kapılmış ümmeti yangından mal kurtarır gibi çekip almak olmuştur.
Artık Menzil'e, sondan bir önceki geliştir. Yolda yine tevbe ve saliklere şefkat, mekân ve zaman seçmeksizin Allah'a çağırmak tek gaye olmuştur.
Menzil'de bu sefer ikinci bir suya ihtiyaç vardır. Bu kez yeniden sondaj ve yeni bir ab-ı hayat gerçekleşir. Malum, bu sondajın öncesinde Gavs-ı Bilvanisi Hazretleri de bir işaretle su çıkarmışlardı. Zaten sondaj Allah'ın ilmine işarettir. Teknik ve bilim Allah'ın sani sıfatının tecellisi. Bu yüzden şöyle buyurmuştu:
"Tayyi mekân edebilen veli dahi, arabayı, treni, uçağı kullanmak zorundadır. Bu onların üzerinde Allah'ın hakkıdır."
Menzil'de son işler. Bütün maddi ihtiyaçlar tamamlanmış sayılırdı. Yine dönüş Afyon'a. Burada romatizmaları tedavi edilecektir.
Ve nerden geldiği belli olmayan bir işaretle bir hutbe irad ediyorlar. Hutbenin son cümlelerini şöyle bağlayacaktır:: "… Sofiler ayakta çok beklediler. Onun için sohbetime bu arada ara veriyorum. Cuma'ya kadar inşallah eve gideceğim. Allah hepimizi affetsin."
İşte veda niteliğinde ki irad edilen bu hutbe her türlü gelecek şüphesinden arınmışlığı gösteren bir işaret olsa gerek ki o yılın Seyda Hazretleri'nin 63 yaşında olduğunu bilenler sohbetin son cümlesindeki ifadelere takılmayıp unutmuş gözükür. Besbelli ki bu durum, Allah'ın sofilerin akıllarını muhafaza etmeleri için bir nisyan halidir. Nitekim Ankara'ya dönüyorlar.
Cuma guslü sünnettir.
Allah Resulü cuma günü için gusül emretmişlerdi. Zaten Allah dostları sünnetten kıl payı olsun kopmazlar. Ve onlar hayatlarını sünnete uygun tanzim ederler. Hatta şahadetlerinde bile bu böyledir. Zira cuma yaklaşırken göğüslerinde bir ağrı belirir. Derhal muayene ediliyor. Bir ara oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri ile göz göze geliyor. Hayy! Bir tek Allah diridir. Derken şahadetleri gerçekleşiyor.
Şahadet şerbeti içtiğinde yaşı tamtamına altmış üçtür. Gerçektende gök yarılsa, yer kaynasa, o gün sofinin halini anlatmaya güç yetiremezdi. Çünkü aklın bir an tutulduğu, yerini terk edip geri döndüğü andır.
O an Ömer’ül Faruk’un; o öldü diyeni öldürürüm halet-i ruh halidir bu. Neyse ki Sıddık-ı Ekber, Hz. Ömer'i yerine oturtur ve der ki: "Muhammed'e tapanlar bilsinler ki o öldü. Allah'a tapanlar bilsin ki O ölmez."
İşte bu ve buna benzer durumu önlemek adına yerinden ayrılan akılları toplayan ve yine o neslin bir evladı Seyyid Fevzeddin Hz.leri devreye girer ve der ki:
"Ağlamayın, Allah Resulü'ne ne yapıldıysa, babama da o yapılacak."
İşte bu atmosfer içerisinde Seyda Hz.leri defnedilmek üzere boyunlar bükük, eller bağlanmış, tutku gözlerle Pursaklar’dan kafileler eşliğinde Menzile varılır.
Sabah vakti Menzile varıldığında yurdun dört bir yanından gelen insan seliyle sofiler sanki bir ruz-i mahşerin içinde bulur kendini.
Onlar asrın her türlü kirlenmişliğinden kurtarıcılarını, Allah'ın yolunu tanımalarına vesile olan zatı, son yolculuğuna uğurlamak için gelmişlerdi. Artık kalpler donuk, gözler yaşlı ve dizler dermansızdır. Öyle ki gözlerden akan yaşı, metanet dizginleyemiyor, ama ne bir taşkınlık, ne de bir çığırtkanlık, ne de bir izdiham görülür. Vuslat vakti geldiğinde on binler, İmamın er kişi niyeti sedasıyla saf olmuşlardı. Gözler yaşlı, içler buruk ama tek bir yürekten Allah-u Ekber deyip onun arkasında namaza durmak bir başkadır. Hakeza onu toprağa uğurlamakta bambaşkadır. Seyda Hazretleri omuzlarda markada doğru uğurlanırken biryandan da izdihamdan ona omuz veremeyen onun canı, evladı gibi sevdiği diğer sofiler, yolun iki yanına dizilmiş, yüzler acı hüznün nakşıyla işlenmiş, bir halde uğurlayacaklardır. Ve nihayet toprağa veriliyor. Gavs Hazretleri'nin yanına defnediliyor. Böylece Şeb-i Arus’u gerçekleşiyor.
Ruhu şad olsun.
Kaynak: (63. yıl Gül Nesli, Sey-Tac video)
Hiç kuşkusuz Seyda Hz.leri ismiyle meşhur Sultan Seyyid Muhammed Raşit (k.s)’ının videoda ki hayatını kaleme alırken, asıl anlamamız gereken hakikat şu olmalıdır:
"O, insanları Allah yoluna çağıran sıradan bir âlim değildir. Çünkü sadece bu iş için binlerce yol ve metot sayılabilir. O bu yolun aşkını insanların yüreğine kazıyan, Hakk’ın zatını arama ve bulma yolunu insanlara gösteren Allah dostudur. Allah Resulü’nün "Benim ümmetimin âlimleri, Ben-i İsrail'in nebileri gibidir" diye buyurdukları manaya nice Allah dostları tarafından elden ele geçirilerek kıyamete kadar kurumadan götürülecektir. Seyda Hazretleri (k.s), maddi veraset bakımından Peygamberimizin (s.a.v)’in otuzuncu göbekten torunudur. Manevi veraset bakımından da otuz sekizinci duraktadır. Manevi veraset ve hilafeti Nakşibendîliğin Halidi kolundan Seyyid Taha (k.s)'a geçen yoldan sırasıyla: Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Şeyh Abdurrahman Tâhî, Şeyh Fethullah Verkânisi, Şeyh Muhammed Diyâuddin Nurşînî, Şeyh Ahmedul Haznevî ve Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdulhalim El Hüseyni (k.s)’den almışlardır. Yerlerine de Gavs Seyyid Abdulhakim Hüseyni (k.s)’ın oğullarından Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbâki Hz.lerine bırakmışlardır. Babalarından aldıkları hilafeti oğullarına bırakması Hacegan ve Nakşî silsilesinde çok nadir görülen bir hadisedir. Bu duruma sadece misal olarak İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmedül Faruki Serhendi de rastlıyoruz. İmâm-ı Rabbânî (k.s) oğlu Şeyh Muhammed Masum'a, o da oğlu Şeyh Seyfeddin'e bırakmıştır. Madem hazır İmâm-ı Rabbânî Hz.lerinden bahsetmişken, bu arada Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdûlhakim el Hüseyni (k.s)’ın oğlu Seyda Hazretlerine "İnşallah İmam-ı Rabbani Hazretleri'ni geçersin" dualarını hatırlamamak elde midir?
Malum, Siirt iline bağlı Kozluk ilçesinin Siyanus Köyünde dünyaya teşrif ettiler. Yıl 1930, 11 Ağustos pazartesi günü.. Aynı köyde daha önce kolun büyüklerinden Şeyh Muhammed Diyâuddin (k.s)’de bulunmuşlar. Bu köyde iki yaşına kadar kalırlar. 1932 yılının sonlarında Baykan ilçesinin Taruni Köyüne göç ederler. Bu köy O’nun taklid, tahkik ve marifet yönünden ilk basamağıdır. Hatta babası müritlerine teveccüh yaparken kendisi de arkadaşlarını toplayıp aynısını yapıyor. Tıpkı bütün Allah ehli gibi yalnızlığı tercih eder. Ve Nakşî büyükleri gibi kalabalık içinde tek olmayı... Bu yüzden arkadaşlarıyla oynamıyor. Şikâyet ediyorlar. Annesi soruyor. Verdiği cevap müthiş, ilerinin haberi bir cevaptır bu. Dahası “Benim boş ve faydasız işlerden keyfim gelmiyor" keyfiyetinde müthiş bir söz.
Zaten yukarı da zikrettiğimiz baba Gavs tarafından "İnşallah İmam-ı Rabbani Hazretleri'ni geçersin" şeklinde edilen duada bu yaşlarda edilmiştir.
Taruni, 15 yaşına kadar zahir ve batın ilmiyle ilerledikleri bir bucaktır. Hem çaylarına gelip her dalışta eli balıklarla dolu olarak çıktığı hem de manevi ilimde etrafını kıskandırıp zahir düşmanlar kazandığı bir mekân. Bu kıskançlık onun canına tak ettirip kastetmeye kadar varacak derecededir. Baba Gavs Abdulhakim el Hüseyni Hazretlerine haber ulaşır ulaşmaz önce onu köyden uzaklaştırıyorlar. Sonra o diyardan kendileri de çıkıyorlar. Yolda önleri kesiliyor ve o’nu soruyorlar. Cevaben yoklar, akrabaları gelip götürdü denilir. İşte bu hadiseler Ehl-i Beytin Kerbala'dan başlayan takip ve zulüm devirlerine benzemektedir. Nakşî silsilesinin Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s) tarafından vaaz edilen bu prensibinin gerçekleştiğini bu gül neslin üzerinde de tecelli ettiğini pekâlâ görebiliyoruz. Dahası böylesi bu Hicri geziş için Saadatlar "Sefer der vatan" demekteler. Ki, bu düstur gerek kapı kapı, gerekse diyar diyar dolaşma seyr-i seferin ta kendisi haldir bu.
Seyyid Abdûlhakim elHüseyni (k.s) Bilvanis Köyü'ndendir. Bu nedenle kendisi "Gavs-ı Bilvanisi" olarak yâd edilir hep. Gavs-ı Bilvanisi (k.s) bu köyde otururken Seyda (k.s) Havil Köyü'ne tahsile koyulur. Burada ki Hocası Seyda-i Molla Muhyiddin'dir. Öyle ki burada imamların müftüsü diyebileceğimiz konumda olan Molla Muhyiddin gibi bir âlimin rahle-i tedrisatında 1,5 yıl ilim tahsil eyler de.
Bundan sonraki durağı ise Dilbe Köyü'dür. Burada dayısının oğlu Seyyid Molla Abdulbaki’nin yanında kalacaktır. Sonrasında ise malum Seydayı Tahi Hz.lerinin silsilesinden Şeyh Muhammed Diyâeddin (k.s.)’in Nurşin beldesinde konaklayacaktır. Hiç kuşkusuz konakladığı yer sıradan bir yer değil, ilim ve feyzin bereketli olduğu bir mekândır. Üstelik Seyda (k.s) burada Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’ın torunu Şeyh Muhammed Nasır’la birlikte ilim tahsil edeceklerdir. Akabinde Seyda (k.s) bu kez beş yıl kalacağı Dilbey Köyü’ne hicret eder. Malum Dilbey, Siirt'in Kurtalan ilçesine bağlı bir köydür. Her ne kadar yazın bunaltıcı sıcaklığı olsa da yine de kendine has bahçeleriyle meşhur bir köydür. Madem bu köye gelinmiş bir de camii faaliyetine girişip bizatihi camii inşaatında bilfiil çalışmakta gerekirdi, nitekim omuz verir de. Yetmedi daha sonrasında büyük oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri de burada ikinci bir cami yaptıracaktır. Hiç kuşkusuz cami’yi unutulmaz kılan en ilginç hatıra ise Seyda Hazretlerinin koyduğu taşlarda el izini taşımasıdır.
Seyda Hz.lerinin bundan sonraki durağı Narlıdere Köyü olacaktır. Burada bir yıl kaldıktan sonra bu kez Kasrik’e hicret edeceklerdir. Derken tarihler 1950 yılını gösterdiğinde burada Seyyid Hacı Şeyhu'nun kızıyla evlenirler. Aslında Kasrik’te böyle bir evliliğin gerçekleşmesi her iki tarafında Peygamber soyuna bağlılığın göstergesi manasına bir gönül birlikteliğidir.
Kasrik'te sadece izdivaç mı, dahası var elbet. Nitekim babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)’ın talebesinden Molla Ramazan'ın yanında ilim tahsil edecektir. Hiç kuşkusuz ilim tahsilinden boş kalan zamanlarını da dergâhın hizmetine ayırarak günlerini geçirecektir. Dergâh hizmetlerinde öyle canı gönülden hizmet edermiş ki, onu görenler dergâhın hizmetçisi sanırlarmış. Hatta bu arada babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)’dan da ilim icazetini almayı da ihmal etmez. Artık her şey doyum noktasına geldiğinde Kasrik artık madden kaldıramaz bir hal alır da. Çünkü her geçen gün akın akın taliplilerin uğradığı ziyaretgâh mekân hale gelir. İster istemez bu durumda yeni bir ferah mekâna ihtiyaç hâsıl olup yer aranır da. Öyle bir yer seçilmeli ki hem ulaşımı kolay olsun, hem de arazisi geniş olsun. Derken bu iş için Gadir’de karar kılınır.
Gadir'de ilk iş su çıkartmaktır. Tabii burada da en çok Seyda (k.s.) koşturacaktır. Ancak 1964 yılı gelip çattığında Seyda Hz.leri askere çağrılacaktır. Böylece Manisa Orgeneral Cemal Tural kışlasında ilk vatanı görevini ifa etmiş olur. Oradan da dağıtım yeri olarak Diyarbakır Askeri Hastane'de vatani görevini yürütecektir. Asker iznine çıktığında bile boş durmayıp yine Gadir’de dergâhın hizmetine koşturmakla geçirecektir. Zaten 1966 yılında terhis olduğunda da Gadir’e tam dönüşü gerçekleşir. Aslında bu dönüşe hizmete dönüş dersek yeridir.
Evet, O şimdi tam gaz hizmete kendini adamakla baş başadır artık. Belli ki Saadatlar “Her türlü sofi bozulur hizmet sofisi bozulmaz” sözünü boşa söylememişler. Tam da bu söz Seyda Hz.lerini tanımlayan bir sözdür. Nitekim onca hizmetlerinin karşılığı diyebileceğimiz 1968 yılı hayatının dönüm noktası olur da. Nasıl mı? İşte, Gavs (k.s.)’ın mürşidi Ahmed el Haznevî Hz.lerinin oğullarından Şeyh Alâeddin’in işaretleriyle silsile halkasında "Eşşeyh Es Seyyid Muhammed Raşid El Hüseyni" ismiyle yer almasıyla elbet. Sadece isimce mi yer almak, hiç kuşkusuz zaman içerisinde silsile halkasındaki methiyesi de beraberinde gelecektir. Öyle ki irşad hilafetiyle teveccüh verir konuma gelir de. İşte bu manevi taçlandırmanın ardından ilk iş Hac’ca koyulmak olacaktır... Derken Allah Resulünün eşiğine yüz sürüp hem zahiren, hem de manen asıl yurduna kavuşmuş olur. Gerçektende kutsal topraklara ayak bastığında hiç yabancılık çekmeden dedelerinin evi gibi buralarda soluklayacaktır.
Hac vazifesi sonrası dönüş yine gadir’dir. Ama bu kez Gadir adına uygun davranıp Gavs-ı ve ehlini gadr edeceklerdir. Tabii bu durumda Gavs-ı Bilvanisi (k.s) zorla kalacak değildi ya, göç edeceklerdir. Gadirliler her ne kadar ardından çok büyük pişmanlık duysalar da, Gavs (k.s.) kararından vazgeçmeyip Menzil’de karar kılacaktır. Hatta Menzil’e keşif için yola çıktığında yol boyunca başka yerlerden de kendine bir takım teklifler gelecektir ama o bikere kafasına Menzil Köyü'nü koymuştu, bu saatten sonra geri dönüş olmazdı elbet. Bu arada yol boyunca irşad faaliyetini yürütmeyi ihmal etmez de. Nihayet Menzil’e varıp Temmuz ayı geldiğinde ise ilk iş asasını yere vurup işaretlemek olacaktır. Ve işaret edilen yer için:
"-Burayı bir ay sonra kazın" talimatını verecektir.
Gerçekten de yılın tamda kurak zamanında bir ay sonra kazıldığında ab-ı hayat su çıkacaktır. İşte çıkan bu ab-ı hayat suyun bereketiyle tarlalar, bahçeler sulanıp Menzil bambaşka bir çehreye bürünecektir.
Şimdi sırada cami inşaatı vardır. Seyda (k.s.) hiç kuşku yoktur ki her zaman ki gibi yine boş durmayıp hizmette sınır tanımayacaktır. Sofiler ise bu arada camii için mühendislerin ve mimarların hazırladıkları projeleri Gavs (k.s.)’a sunmanın telaşına düşeceklerdir. Fakat Gavs-ı Bilvanisi (k.s) sofilerin bu heyecanını ve hevesini kırmamak adına sunulan projeleri kabul etmiş gibi bir tavır sergileyecektir. Çünkü Seyda (k.s.)’ın projesi mühendislerden farklı yöndeydi. Doğrusu Gavs’ta iki arada bir derede kalmıştı ki, en sonunda kararını şöyle beyan edeceklerdir:
"- Bakın, kanaatim o dur ki dünyanın tüm mühendislerini getirseniz, biliniz ki hiç biri Muhammed Raşid'in aklı gibi olmaz. Ben onların gönüllerinin kırılmasını istemedim. Siz Muhammed Raşid’in dediğini yapın."
Ne diyelim, işte Gavs’lık böyle bir şeydir, gerçekten de bu söz yerini bulup Seyda (k.s.)’ın fikri doğrultusunda camii inşaatı tamamlanır da.
1972 yılı Gavs’ın (k.s.) sevinç yılıdır. Malum, Mevlana Celâleddin-i Rûmî’nin Şeb-i Arus dediği vuslat ve düğün gecesi manasına 24 Mayıs'ta Allah'a yürür. Tabii arkasından müminler, âşıklar, halifeleri ve sofilerin gözü yaşlı haldedir. Zira Gavs-ı Bilvanisi (k.s.), bu âlemden göç etmiştir. Bu yüzden Seyda (k.s.) şöyle buyurdular:
"-Allah (c.c.) Resulü'ne, "Biz seni âlemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey olarak göndermedik. Dolayısıyla Allah Resulü'nün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da Allah Resulü'nün varislerindendir. Ben O'nun Allah yolunda insanları irşad ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz O'nu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam irtihal etti. Nakl-i mekân eyledi. Allah Hayy'dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah'a yönelmeli.. Her şey fanidir."
Seyda (k.s)’ın bu uyarısı sofileri ferahlatmıştır. Artık onun için Gavs (k.s.)’ın dar-ı bekaya göç etmesiyle birlikte 21 yıl sürecek irşad ve cefa hayatı başlayacaktır. Önce, yeterince ihtiyacı karşılayamayan cami genişletilir ve iki bölümden ibaret camiye iki ayrı kapıdan girilir de. Bu arada camii büyütülürken bir mihrap daha ilave edilip üzerine Altın Silsile'de yer alan isimlerin işlenmesi ihmal edilmez. Camiinin alt kısmı ise ziyaretçilerin istirahat etmeleri için ayrılır.
Caminin içi böyleyse kim bilir dışı nasıldır. Malum, şadırvan abdest alanlarla dolup taşar. Hakeza banyolarda öyledir, yani akşamdan, geç saatlere kadar dolu haldedir. Bu yolu bilenler bilir, mürşit elinde tevbe, Nakşî yolunun özelliğidir ve tarikata intisab için gusül şarttır. Sonra iki rekât istihare namazı kılınacak, rabıta edilecek, tarif üzere Fatihalar okunup Sadat-ı Kiram'ın ruhlarına hediye edilecek, konuşmadan sağ omuz üzerine yatılıp 8 şart adabı tamamlanması gerekir. Bilhassa yolun olmazsa olmaz şartı Rabıta-ı mevt’tir. Yani sofi kendini ölmüş, gasl edilmiş, kefene sarılmış farzedecek, mürşidinin kendisini şeytanın tuzaklarından koruması için başında bekliyor bilecek ve böylece mürit hayatı boyunca hizmet ettikçe mürşitte himmet edecektir. İşte "Ölmeden önce ölünüz" düsturunun tatbikatı bu yolda böyle uygulanır. Dolayısıyla rabıta, sofinin terbiyesi için sağlam bir binek taşı hükmündedir. Nitekim Yunus'un, "Bu yol bir gönül içine girmektir" demesi bu gerçeğe işarettir. Hakeza ikna da öyledir. Sofi iyi olan her şeyin mürşidinin himmetiyle gerçekleştiğine kanaat getirip, kötülüğün de nefsinden kaynaklandığına inanacak. Aksi takdirde Sadat-ı Kiram'ın kapısında gereken istifadeyi elde edemez.
Peki ya edep? Malum, Resulullah (s.a.v.) "Din edeptir" buyuruyor. Madem öyle mürid, mürşidinin nazarının kontrolünde olduğu bilinciyle, her dem, her salise edepli olmaya çalışacak. Boş işlerle uğraşmayıp şeyhin gölgesinin üzerinde olduğu şuuruyla hareket edecek. Edep aynı zamanda yolun adabına usulüne riayet etmek demektir. Elbette ki avamın bu usullere uymada ki ölçüsü başka, ulemanın başkadır. Nitekim avamın yolun başındayken ilk dikkat edeceği usul şeriatın zahiri ölçülerine uygun amel etmek olmalı, değim yerindeyse mürekkep yalamış bilge kullar ise şeriatın zahiri ölçülerini yerine getirmenin yanı sıra seyr-i süluku hakkiyle ifa edip Allah'tan gayri her şeyi masiva bilmek olacaktır. Belli ki bu yolda huzura edeple varan, lütufla dönüş yapabiliyor. Bakın, Allah Resulüne; "Müminlerin en üstünü kimdir diye sorulduğunda, Efendimiz (s.a.v) "Ahlakça en güzelidir" diye buyurmuştur. Sofi, tövbe ile kapıya giriş yapıp, sekiz şart adabını yerine getirdikten sonra emredilen zikre yapışacak. Nasıl yapışmasın ki bu yolda hafi zikir talimatı, mağarada Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a)’a talim edilmiş bile. Madem öyle mürid dilini damağa yapıştırıp, kalbinden "Lafza-i Celal" zikrini çekmeyi ihmal etmeyecektir. Bu da yetmez her tespih başında, "Allah’ım maksadım Sen'sin, isteğim rızanı kazanmaktır" demesi gerekir. Anlaşılan zikirden maksat, "İlahi ente maksudi ve rıdaike matlubi"dir. Kelimenin tam anlamıyla sofi her halükarda hayatının her döneminde, hatta her nefes alışverişinde Allah'ı zikretmek gerektiğinin idrakinde olmalıdır.
Düşünsenize her nefeste Allah'ı zikretmek için varız. İşte bu yüzden Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s), bu hali "Huş der dem" olarak ifade etmiştir. Yani, nefesini boş yere tüketmemek halidir bu.
Sofi zahirde (görünüşte) halkla, batında (iç dünyasında) Hakk’la beraber olmakla memurdur. Bakın Allah (c.c.); "O erkekler ki, onları hiçbir ticaret ve hiçbir alışveriş Allah'ı zikretmekten alıkoyamaz" mealindeki ayette bu manaya işaret etmiştir. İşte bu hal, "Halvet der encümen" hakikatidir. Yani kalabalıklar içinde bile olsa, gönlün Allah'la beraber olma halidir. Hakeza sofi, dergâha her bir girişinde ve çıkışında "Sefer der vatan" olduğunu düşünecek ki; insan Allah'ın gurbetinde olduğunu idrak edebilsin.
Edep, zikir ve rabıta esnasında gafletten kaçınmak halidir. Edebi kollamamak hüsrandır. Sadat-ı Kiram, edebe riayet sayesinde bu günlere gelmişler ve inşallah söz konusu bu edep yolu kıyamete kadar da devam edecektir. Zira Menzil, önceleri küçük ve kurak bir köymüş. Şimdi ise Sünnet-i seniyyeye mutabaatla Şah-ı Nakşibendî’nin (k.s.) Kasr-i Arifan-ı hale gelmiş durumdadır.
Artık tarihler 18 Temmuz 1983’ü gösterdiğinde Seyda Hazretleri'ni Menzil'den alıp götürdükleri tarihtir. Adına sürgün dediler. Gerçi bir müddet sonra sürgün edemediklerini anladılar. Gayet açık, irşat evi Gökçeada'ya kaymıştı.
Seyda (k.s) Gökçeada'da geçen günlerine şükrü ve sabrı tavsiye edip şöyle buyurdular: "Gelin oturun artık Allah'a dua edin. Bizi buraya getirmiş, dolayısıyla sonrasında on katını yapmalıyız. Cenabı-ı Rabbül Âlemin, bu güne kadar bize her şeyi verdi. Bundan sonra bizi buraya gönderip, sadık olup olmadığımızı imtihan ediyor. O halde hiç durmadan ibadet etmemiz gerekiyor."
Öyle ki evlerini değiştirip, üç odalı bir yere taşındıklarında ilk söylediği söz şudur: "Şükredin, bir odamız daha oldu. O halde şükrümüzü artıralım. Bakın hem geniş bir yerde oturuyoruz, hem de bizi koruyan polislerimiz bile var. Üstelik bizi her yerden gözetliyorlar da."
Madem rabıta, Nakşî yolunun müride emredilenin velideki tecellisi, o halde bu durum fena ve beka halini gösteren bir işaretin neticesi öz yurduna dönüş manasına gelir. Nitekim Seyda Hz.leri, romatizma ağrıları için girdikleri kuma baktığında şöyle beyan buyurur: "Tıpkı Medine'nin kumları gibi." İşte sefer der vatanın tecellisi diyebileceğimiz fenâ-fir resûl hali budur.
Seyda Hz.lerinin ferdi hastalıkları ilerleyince, o dönemin halk tarafından seçilmiş Başbakanı Turgut Özal'ın gayretleriyle Ankara Gülhane Hastanesi'nde muayene edilir. Kendisine yapılan bir teşhis sonucu heyet raporuyla Ankara’da ikameti gerçekleşir. Böylece bir süre Ankara Çankaya Karyağdı Sokak’ta mecburi ikamete tabii tutulur. Yani sürgün hayatı burada devam edecektir. Neyse ki 6 Şubat 1986 yılı olduğunda mecburi ikamet ve gözetim kaldırılır. İlginçtir bu süre zarfında kendisinden ne bir şikâyet, ne de bir bıkkınlık hali görülür. Değim yerindeyse dışarıdan en küçük bir vicdan sahibini feryad ettirecek bu dönem hakkında, ne makam sahibi bir kişiyi suçlayıcı bir söz, ne herhangi incitici söz, ne de yaralayıcı bir söz söylemiştir. Üstelik kendisi masum olduğuna dair hiç bir ispata tenezzül etmez de.
Sürgün dönemi bittiğinde ilk iş menzil’e dönüştür. Menzile geldiğinde önce Gavs Hazretleri'nin merkadını ziyaret, şükür namazı, Hane-i Saadetleri'ne teşrif ve ardından Mevlit okuma icra edilir.
Artık sürgün hayatı bitmiştir, böylece Menzil bir bambaşka çehre kazanacaktır. Öyle ki bu yıllar, Menzil'in, mekân olarak genişletildiği yıllardır. Bahçe genişletiliyor ve daha nice faaliyetler başlıyor. Hele inşa faaliyetleri esnasında üzerinde titizlikle durulan bir yer var ki dikkatlerden kaçmaz, bu çoban evlerinden başkası değildir. Elbette ki Seyda Hazretleri meslektaşlarını kollayacaktır. Her çoban sürüsünden mesuldür derler ya, aynen öyle de Seyda Hazretleri de sofilerin çobanıdır. Nitekim Allah Resulü'nün çobanlık yaptığını düşündüğümüzde bunun ne anlama geldiğini şimdi daha iyi idrak etmiş oluyoruz.
Tarih 1991 yılını gösterdiğinde Seyda (k.s.)’ın göz ameliyatı için Menzil'den bir süreliğine ayrıldığına şahit oluruz. Derken Ankara'da Çankaya Hastanesi'nde göz ameliyatı gerçekleşir. Ayrıca bu yıllarda sofilerin muhabbetten kulluk makamına ulaşmak için yarıştıkları yıllardır. İşte bu yüzden bu yıllara Fetih yılları dersek yeridir. Şöyle ki; neticesine baktığımızda vuku bulan hadise bakımından bu tespitin doğru olduğu kanaatindeyiz. Kanaatimizi ortaya koyan benzerlik elbette ki Hayber'in fethiyle Yahudi kalesinin düşmesinin akabinde yaşanan hadisedir. Nasıl ki Hayber'in fethinde bir gizli el zehirli eti ziyafet sofrasında sunmuşsa, Menzil'de de bir bayram günü ziyaret esnasında bir zinde el tarafından eline zehir şırınga edilir. Gerçekten neticesine baktığımızda her iki olayda da zehir vardır. İlginçtir bu hadisede yine benzer bir ortak yön var ki; hiç kuşkusuz Allah Resulü ve Seyda Hz.lerine yapılan bu suikastın şahadetlerinden 2 yıl önce gerçekleşmiş olmasıdır. Belli ki Yüce Allah (c.c) bu sünnetin ihyasını dileyip, küfrün aczini ortaya koymak bakımından böyle takdir etmiş. Dolayısıyla sofilerin bu döneme fetih yılları gözüyle bakması gayet tabii bir durum. Nasıl öyle bakmasın ki, bu kadarda benzerlik olur mu dedirttirecek bir tabloyla karşı karşıyalar, öyle ki Allah Resulünün Hayber fethi yıllarında ziyafet sofrasında zehirli eti sunan sinsi eli affettiği gibi Seyda Hazretleri de bu suikast girişiminde bulunana aynısını yapmıştır. Kaldı ki Seyda Hazretleri’nin bilhassa sürgün dönüşü zirve yapan o irşad faaliyeti arasındaki uyumluluk her şeyi izah etmeye yeter artar da.
Malum 1992 yılı Seyda Hazretleri'nin Ankara'ya teşrif ettiği yıldır. Ankara'nın Çankırı yolu hattındaki Esenboğa hava alanına giden yol üzerinde bulunan Pursaklar'da inşa edilen cami’de sofilerle birlikte namaz kılıp Hatme-i Hâcegân eda edilir. Tabii bu yürüyüş Pursaklar’la sınırlı kalmaz, 45 gün sonra Afyon Hayat Jeotermal kaplıcaların yanında, kendileri için tanzim edilen eve teşrif etmişlerdir. Her ne kadar tedavi maksadıyla buraya gelmiş görünse de kaplıca suyuna ancak sabah namazından sonra girme fırsatı bulabiliyordu. Anlaşılan irşad burada da devam etmiş. Bu arada kaplıcanın hemen yanı başında camii inşaatına start vermeyi de ihmal etmeyecektir.
Kırk gün sonra, dönüş yine Ankara Pursaklar semtinedir. Ankara ve çevre illerden gelen taliplilerle dolar taşar da. Öyle ki Pursaklar’da tam bir bayram havası esip, adeta Pursaklar Buhara’nın Kasr-i Arifan’a dönüşür. Nasıl dönüşmesin ki; burada binlerce sofi ve yine irşad faaliyeti vardır. İşte Allah dostlarının böyle zamanlarda yaptıkları faaliyet; güzel çirkin, kör topal demeden çağın buhranına kapılmış ümmeti yangından mal kurtarır gibi çekip almak olmuştur.
Artık Menzil'e, sondan bir önceki geliştir. Yolda yine tevbe ve saliklere şefkat, mekân ve zaman seçmeksizin Allah'a çağırmak tek gaye olmuştur.
Menzil'de bu sefer ikinci bir suya ihtiyaç vardır. Bu kez yeniden sondaj ve yeni bir ab-ı hayat gerçekleşir. Malum, bu sondajın öncesinde Gavs-ı Bilvanisi Hazretleri de bir işaretle su çıkarmışlardı. Zaten sondaj Allah'ın ilmine işarettir. Teknik ve bilim Allah'ın sani sıfatının tecellisi. Bu yüzden şöyle buyurmuştu:
"Tayyi mekân edebilen veli dahi, arabayı, treni, uçağı kullanmak zorundadır. Bu onların üzerinde Allah'ın hakkıdır."
Menzil'de son işler. Bütün maddi ihtiyaçlar tamamlanmış sayılırdı. Yine dönüş Afyon'a. Burada romatizmaları tedavi edilecektir.
Ve nerden geldiği belli olmayan bir işaretle bir hutbe irad ediyorlar. Hutbenin son cümlelerini şöyle bağlayacaktır:: "… Sofiler ayakta çok beklediler. Onun için sohbetime bu arada ara veriyorum. Cuma'ya kadar inşallah eve gideceğim. Allah hepimizi affetsin."
İşte veda niteliğinde ki irad edilen bu hutbe her türlü gelecek şüphesinden arınmışlığı gösteren bir işaret olsa gerek ki o yılın Seyda Hazretleri'nin 63 yaşında olduğunu bilenler sohbetin son cümlesindeki ifadelere takılmayıp unutmuş gözükür. Besbelli ki bu durum, Allah'ın sofilerin akıllarını muhafaza etmeleri için bir nisyan halidir. Nitekim Ankara'ya dönüyorlar.
Cuma guslü sünnettir.
Allah Resulü cuma günü için gusül emretmişlerdi. Zaten Allah dostları sünnetten kıl payı olsun kopmazlar. Ve onlar hayatlarını sünnete uygun tanzim ederler. Hatta şahadetlerinde bile bu böyledir. Zira cuma yaklaşırken göğüslerinde bir ağrı belirir. Derhal muayene ediliyor. Bir ara oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri ile göz göze geliyor. Hayy! Bir tek Allah diridir. Derken şahadetleri gerçekleşiyor.
Şahadet şerbeti içtiğinde yaşı tamtamına altmış üçtür. Gerçektende gök yarılsa, yer kaynasa, o gün sofinin halini anlatmaya güç yetiremezdi. Çünkü aklın bir an tutulduğu, yerini terk edip geri döndüğü andır.
O an Ömer’ül Faruk’un; o öldü diyeni öldürürüm halet-i ruh halidir bu. Neyse ki Sıddık-ı Ekber, Hz. Ömer'i yerine oturtur ve der ki: "Muhammed'e tapanlar bilsinler ki o öldü. Allah'a tapanlar bilsin ki O ölmez."
İşte bu ve buna benzer durumu önlemek adına yerinden ayrılan akılları toplayan ve yine o neslin bir evladı Seyyid Fevzeddin Hz.leri devreye girer ve der ki:
"Ağlamayın, Allah Resulü'ne ne yapıldıysa, babama da o yapılacak."
İşte bu atmosfer içerisinde Seyda Hz.leri defnedilmek üzere boyunlar bükük, eller bağlanmış, tutku gözlerle Pursaklar’dan kafileler eşliğinde Menzile varılır.
Sabah vakti Menzile varıldığında yurdun dört bir yanından gelen insan seliyle sofiler sanki bir ruz-i mahşerin içinde bulur kendini.
Onlar asrın her türlü kirlenmişliğinden kurtarıcılarını, Allah'ın yolunu tanımalarına vesile olan zatı, son yolculuğuna uğurlamak için gelmişlerdi. Artık kalpler donuk, gözler yaşlı ve dizler dermansızdır. Öyle ki gözlerden akan yaşı, metanet dizginleyemiyor, ama ne bir taşkınlık, ne de bir çığırtkanlık, ne de bir izdiham görülür. Vuslat vakti geldiğinde on binler, İmamın er kişi niyeti sedasıyla saf olmuşlardı. Gözler yaşlı, içler buruk ama tek bir yürekten Allah-u Ekber deyip onun arkasında namaza durmak bir başkadır. Hakeza onu toprağa uğurlamakta bambaşkadır. Seyda Hazretleri omuzlarda markada doğru uğurlanırken biryandan da izdihamdan ona omuz veremeyen onun canı, evladı gibi sevdiği diğer sofiler, yolun iki yanına dizilmiş, yüzler acı hüznün nakşıyla işlenmiş, bir halde uğurlayacaklardır. Ve nihayet toprağa veriliyor. Gavs Hazretleri'nin yanına defnediliyor. Böylece Şeb-i Arus’u gerçekleşiyor.
Ruhu şad olsun.
Kaynak: (63. yıl Gül Nesli, Sey-Tac video)