Pir-i Türkistan, Yesi doğumlu olup babası Hâce İbrahim, annesi Ayşe hatundur. Körpe yaşta annesini, yedi yaşındayken babasını kaybedip ablası Gevher Şehnâz’ın yanında yetim büyümüştür. O, tâ çocukluk çağında ileride büyük bir zat olacağını gösteren davranışlarıyla dikkat çekmiş hep.

Pir-i Türkistan, Yesi doğumlu olup babası Hâce İbrahim, annesi Ayşe hatundur. Körpe yaşta annesini, yedi yaşındayken babasını kaybedip ablası Gevher Şehnâz’ın yanında yetim büyümüştür. O, tâ çocukluk çağında ileride büyük bir zat olacağını gösteren davranışlarıyla dikkat çekmiş hep.

Nitekim Türkistan Hükümdarlarından Yesevî, ülkesindeki kuraklığın sona ermesi için bütün âlimleri toplayıp dua ve niyazda bulunmalarını ister ama netice vermez. Hükümdar her şeye rağmen “acaba aramıza katılmayan birisi mi oldu” diye araştırıp sordurmayı ihmal etmez de. İyi ki araştırıp sordurmayı ihmal etmemiş, gerçekten tüm araştırmalar sonucu; Ahmet’in daha henüz toy yaşlarda olduğundan olsa gerek çağrılmadığı anlaşılır. Ve gelsin diye haber salınır. Elbette ki,  Ahmet bu durumu ablasına danışacaktır, çünkü onun yanında büyümüştür, hürmeten kendi başına buyruk olması doğru olmazdı. Bu durumda ablası; “Babamızın vasiyeti gereği senin tanınma zamanının gelip gelmediğini, Kırgızistan’dan Arslan Baba’ya gönderilen, ondan da babana hediye edilen, şimdiyse rahmetli babamızın tâ baştan beri işaret buyurduğu Yesi camiinde seni bekler durumda ekmek sofrası tayin edecektir. Üstelik kimselerin açıp seremediği bir sofra bezidir. Şayet sen o sofrayı açabilirsen bil ki tanınma vaktin gelmiştir, var git” der. O artık Yesi yolundadır. Derken Hâce Ahmet kendisini bekleyen Yesi camiinde sanduka içerisine yerleştirilmiş ekmek sofrasını açtığında sanki açılan sofra bezi değil,  açılan bütün gök kapılarıdır. Öyle ki, o an zaman ve mekân durup ona yol vermiştir.  Sofra bezi sahibini bulmuştur.  Madem öyle yediden yetmişe herkes bu sofradan istifade etmeliydi, eder de. Nitekim bir miktar sofrada bulunan ekmek kırıntılarını hükümdarın huzurunda bulunan âlimlere Fatiha okutturup öyle ikram edecektir. Şimdi sırada herkesin beklediği yağmurun yağma hadisesi vardır. Müthiş bir kalabalık toplanmıştı, daha önceleri ulemaya gelen kalabalığın üç beş misli bir kalabalık vardı. Pür dikkat gözler ona odaklanmıştı. O da İnşallah Allah yüzümüzü ak çıkarır düşünceler eşliğinde karakıl çadırına çekilecektir. Malum, Allah Resulü Hıra’da ilk oku emrine muhatap kalıp hane-i saadetine döndüğünde vahyin tesiriyle Hatice annemize 'üzerimi ört’ demişti. Aynen öyle de Hâce Ahmed’de ana yadigârı cürcüneğine (bir tür örtü) bürünüp Allah'tan niyazda bulunacaktır. Zaten o peygamberin yolunu yol bildiğinden edilen dua yüce makamdan geri çevrilmezdi. Zira birazdan gökyüzünde şimşek eşliğinde beliren bulut örtüsü yağmurun yağacağını muştular bile. Böylece büyük iştiyakla beklenen yağmur bardaktan boşalırcasına yağıp dereler, çaylar ve toprak suya doyacaktır. Madem dağ taş, toprak ve her ne varsa kana kana suya doydu,  o halde Hâce Ahmed üzerine örttüğü ana yadigârı cürcüneğinden başını çıkarabilirdi, çıkardığında yağmur diner de. Artık karakıl çadırından çıktığında ağzından çıkan ilk cümle; “Dağ yerinde mi” sorusu olacaktır. Tabii eniştesi Baksı Bekir Fakih Beğreğ cevaben; “Yerinde değil! Doruk uçtu dereyi doldurup düzleşti” dediğinde Allah’a şükredecektir. O şükrederde bu mucizevî olayı gören hükümdar şükretmez mi, elbette o da Allah’a hamd edip bu kez Hâce Ahmed’den kendi isminin kıyamete kadar baki kalması için dua talebinde bulunacaktır. Hâce Ahmet bunun üzerine; “Âlem'de her kim bizi severse,  bilsin ki senin adınla bizi yâd eylesin” diye dua eyler. İşte o gün bugündür, o söz konusu hükümdarın ismiyle birlikte Hâce Ahmet Yesevî diye anılır. Ne de olsa o, Baba Arslan’ın talebesidir. Hani bazı insanlar için; şu adam baba adam derler ya, gerçekten de o, öyle bir babacan adamın rahleyi tedrisatından geçip aslanlar gibi icazet almış bir Pir-i Türkistan’dır. Bu yüzden onu Pir-i Türkistan Ahmet Yesevî diye ne kadar ansak azdır. Bu arada Baba Arslan ömrünün son demlerinde adına uygun davranıp Buhara’ya gitme hususunda ona işaret vermeyi de ihmal etmeyecektir.

Baba Arslan kabrinde rahat uyuyabilirdi artık. Zira yetiştirdiği Ahmet Yesevi şimdi Buhara'da emin ellerdedir. Öyle ki;  işaret edilen Buhara’da Yusuf Hemedani’den el alıp manevi ilimleri tahsil ettikten sonra Nakşibendiye yolunda halifelikte alır. Malum, Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti, Ali Farmedi Tursi’den (k.s.) sonra Yusuf Hemedani'ye devr olunup öyle neşvünema bulmuştur. Aslında Yusuf Hemedani’nin (k.s.)  lakabı İmam-ı Rabbani'dir. Fakat o bizim İmam-ı Rabbani sözüyle anladığımız zat değildir. Bilakis o, Orta Asya'ya, Türkiye'ye ve bütün Avrupa yakasına bu Tarikatı Nakşibendî’ye nispetini yayan kol başıdır. Şöyle ki; bu kolun, bir ucundan Abdulhalık el Gücdevani (k.s.), diğer ucundan Ahmed Yesevî tutacaktır. Çünkü Yusuf Hemedani (k.s.) her ikisinin de şeyhidir. Tabii bitmedi, dahası var; Bektaşi tarikatının bir nispeti de Yusuf Hemedani’ye (k.s.) dayanır. Keza Mevlevi tarikatının bir nispeti de öyledir. Her şeyden öte Yusuf Hemedani (k.s.) Saadat-ı Nakşibendî’ye nispetini Abdulhalık el Gücdevani’ye (k.s.) devretmekle günümüze uzanan halkada bu nisbeti Türkiye’ye taşıyan Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim el Hüseyni gibi bir zatın farkına vardık.  Öyle ki; Gavs-ı Bilvanisi bu nisbeti Suriye’de Şah-ı Hazneden (k.s) devr alıp adına Buhara dediği Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde sürdürecektir. Kendisinin vefatıyla birlikte bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti oğlu Seyda Hazretlerine devr olunmuş, ondan da Gavs-ı Sani’ye  (k.s)  geçmiştir. Öyle görünüyor ki;  bu kutlu yolun nabzı Menzilde kıyamete kadar atmaya devam edecek gibi.  İşte bu yüzden Yusuf Hemedani ismi üzerinde çok duruyoruz. Zira onun vefatıyla birlikte arkasından bu yolu devam ettirecek ve adından söz ettirecek iki isim bırakmıştır, biri Hâce Ahmet Yesevî,  diğeri Abdulhalık el Gücdevani’dir. Şayet bugün Şahı Hazneden, Gavs-ı Bilvanisi’den, Seyda’dan ve Gavs-ı Sani’den söz ediyorsak onların irşat faaliyetlerine borçluyuz.

Hâce Ahmet Yesevî şeyhi Yusuf Hemedani’nin vefatından sonra bir süre orada kalıp talebe yetiştirecektir. Sonrası malum talebelerini Abdulhalık el Gücdevani’ye emanet edip Yesi’ye dönecektir. Aslında dönüş onun için bir tür açılıştır. Öyle bir açılış ki; Yesi ışığı kısa zamanda alev alıp Türkistan, Maveraünnehir, Horasan ve Harezm’e kadar dalga dalga yayılacaktır. Bu arada irşat faaliyetlerinden fırsat bulduğunda ise boş durmayıp kaşık ve kepçe imal ederekten geçimini temin edecektir. İlginçtir kendi eliyle yapmış olduğu kaşık ve kepçeleri maiyetinde bulundurduğu öküze satması için heybesine koyup öyle uğurlardı.  Zaten sarı öküz de vazifesi gereği kaşık ve kepçeleri alacak her kim olursa ücretini heybeye koymadıkça o kimsenin yanından ne ayrılır, ne de peşini bırakırdı. Asla hizmette kusur eylemezdi. Gel de perişan halimize yanma, öküz bile hayvan haliyle hizmette kusur eylemezken acep bizim halimiz nice olur. Bu yüzden bu menakıbı belki bir değil, bin düşünüp hayıflanmak gerekir.

Anlaşılan o ki;  Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî’nin farkı etkisinde gizli. Tabii sofilerinin sayısı yüz bine yaklaştığında bu etki kimilerini harekete geçirip onu çekememezlik had safhaya ulaşacaktır. Sadece kıskançlık, çekememezlik olsa yine gam yemeyiz, birde buna ilaveten güya erenler meclisine örtüsüz kadınların geldiği yaygarası koparılacaktır. Belli ki fitne kazanı boş durmayacaktı. Neyse ki, bunu duyan makam sahipleri araştırdığında bunun bir yalan olduğu anlaşılır. Yine de Hâce Ahmet Yesevî bu işin peşini bırakmaz, iftira edenlerin de bulunduğu bir ortamda elinde ağzı mühürlü bir kutuyu kim almak isterse ona teslim edeceğini beyan eder. Talebesi Hâkim Ata dışında hiç kimse cüret edip ortaya çıkamaz, derken kutuyu Hâkim Ata’ya teslim alıp emir gereği kutuyu Horasan ve Maveraünnehir’e götürecektir. Tabii mühürlü kutu buralara geldiğinde bu seferde acaba kutunun içinde ne var ne yok diye herkesi merak sarar. Merak bu ya, âlimler ve iftira edenler hep bir arada kutu etrafında toplanırlar. Artık nefeslerin tutulduğu, gözlerin kutuya odaklandığı an gelmişti. Nihayet gözler pür dikkat içerisinde kutu açıldığında hayret mi hayret,  kutunun içerisinde bir araya konulmuş bir miktar ateş ve bir miktar pamuk vardı, ama ateş kıpkırmızı alev halde, fakat pamuk yanmıyordu. Tabii bu manzara karşısında hepsi dona kaldılar. Onlar şaşa kalsınlar burada verilmek istenen mesaj;  pamuk beyaz olduğundan leke kabul etmez, ateş ise şeytanca karalama ve iftira istidadında olanları temsil ettiği manasınadır. Dolayısıyla ateş saf ve berrak olanı nasıl yaksın ki. Tıpkı İbrahim'in ateş içerisinde yanmadığını görenlerin bir kısmı iman halkasına dâhil oldukları gibi, bu hadisenin akabinde gerekli mesajı alanlar da tövbe eyleyip sofi halkasına dâhil olmuşlardır.

Hakeza yine bir başka menakıpta geçen Merv şehrinde Mervezi namında bir âlimden bahsedilir. Söz konusu âlim önceden zihninde belirlediği üç bin soruyla güya Hâce Ahmet Yesevî’yi köşeye sıkıştıracağı düşüncesiyle maiyetiyle birlikte yola koyulur. Tabii Hâce Ahmet Yesevî feraset ehli bir zat, onun geliş gayesini bilmez mi, elbette ki Allah’ın bildirdiği ölçüde bilir. İşte bu yüzden o daha buralara ayak basmadan halifelerinden Muhammed Danışmend’e; Merveze’nin hafızasında kayıtlı üç bin husustan bin mevzuyu silmesini söyler ve silinir de. Sonra dönüp diğer talebesi Hâkim Ata’ya aynısını söylediğinde o da gereğini yapıp geriye bin mevzuu kalmış olur. Ki, bu arta kalanda huzura alındığında halledilecektir. Nitekim Mervezi Yesi’ye vardığında huzura alınır, ama hıncı dinmediği her halinden öyle belli eder ki huzurda Hâce Ahmet Yesevî’nin karşısına çıktığında; “Allah-u Teâlâ’nın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin” diye serzenişte bulunacaktır.  O böyle yaparken, tam aksine Pir-i Türkistan soğukkanlılığını elden bırakmadan; “Hele bir sakin ol, üç gün misafirimiz ol,  daha sonra görüşürüz” deyip erdemli bir tavır sergileyecektir. Gerçekten de üç gün boyunca en iyi şekilde misafir edilmesi bir yana Mervezi’nin içindeki kurtlarını dökmesi için kürsü bile kurulur. Ancak hevesi kursağında kalacaktır. Şöyle ki Hakim Ata'nın Allah'ın izni ve şeyhinin talimatıyla geriye kalan bin mevzuuyla alakalı tüm sualleri himmetle hafızasından siliverecektir. Tabii Mervezi bir şeyler konuşmak istese de halden hale girip bir türlü konuşamaz ve çareyi daha öncesinden not düştüğü evraklarını yoklamakta bulur. Ne var ki bu seferde sahifeler yazısızdır, yani silinmiş görür.  Elbette ki bunca keramet karşısında bir insan âlimde olsa eşiğine yüz sürüp tövbe eylemesi gerekirdi, tövbe eder de.  Hatta o tövbe etmekle kalmaz Pîr-i Türkistan'ın rahleyi tedrisatından geçip tasavvufun  “Hamdım, yandım, piştim” tüm aşamalarını geçtikten sonra irşat maksadıyla Yesi’den ayrılıp Horasan’a gönderilir de.

Tabii bitmedi, dikkat çeken bir menakıp daha var.  Şöyle ki;

Pir-i Türkistan’ın varlığından rahatsız olan Yesi Şehrine yakın ahalisinin çoğu Hıristiyan olan Sabran (Savran, Suri)  adlı bir kasaba vardı. Sanki bu kasaba pusu kurmak veya iftira etmek için kurulmuş bir meskûn mahaldi. Nitekim bir zaman sonra sığırı parçalayıp gece gizlice Pir-i Türkistan’ın Hanekahına (Tekke) bırakırlar. Sabah olduğunda dergâh önüne gelip sığırı aramak bahanesiyle içeri girmek istediklerinde,  Pir-i Türkistan'da girin der, ama onların fütursuz ve destursuzca dergâhın önünde toplanmalarından çok üzülmüş olsa gerek ki canına tak dedirttiren cinsten; “Girin köpekler, girin itler”  tarzında sözler sadır olur.  Belli ki Pir-i Türkistan çok incinmişti. Bu sözün üzerine Allah’ın dostunun incinmesinin dünyadaki en ufak cezası diyebileceğimiz bir hadise vuku bulup adamlar köpek haline dönüşür. Ve akabinde böyle bir siluet içerisinde etlere hücum edeceklerdir. Her şeye rağmen Pir-i Türkistan tıpkı Allah Resulünün Hayber fethi yıllarında ziyafet sofrasında zehirli eti sunan bir gizli eli affettiği gibi, o da merhamet edip eski hallerine kavuşacaklardır. Fakat yinede hainliklerine alamet olsun babından vücutlarında bir iz kalır da. Hatta gelecek nesiller için bir ibret vesikası olsun babından bu izler çocuklarına da geçer.

Menakıblardan anlaşıldığı üzere Pîr-i Türkistan hayatını sünnet-i seniyye üzerine tanzim etmiş bir zattır Öyle ki; Allah Resulü 63 yaşında vefat ettiği içindir ki bu yaştan sonra yeryüzünde bulunmayı kendine zul görüp yer altına girmiştir. Tabii merdivenle inilen bir mezara benzeyen bu hücrede ömrün geri kalan kısmını ilim öğreterek, ibadet ve taatte bulunarak geçirmiştir. Bu yüzden burasını iyi anlamak gerekir. Asla dünyadan el etek çekmek gibi algılamamalıdır. Şayet öyle olsaydı burda uzun yıllar boyunca orada öğrenci yetiştirip onları irşat için göndermezdi. Adeta o, daracık hücrede “ölmeden önce ölünüz” düsturunu yaşayarak hizmetini devam ettirmiştir. Her ne kadar Halifelerinden Seyyid Mansur Ata  ilk günleri yer altındaki çilehaneyi görünce çok üzülse de, bir gün  daracık zannettiği yerin bir ucunun doğu, diğer ucunun da batı olduğunu gördüğünde  kaygılarının yersiz olduğunu anlar.  Derken Hâce Ahmet Yesevî gerçek anlamda vefatı 1193 ( H.590) yılında gerçekleşip,  bu tarihte Hakka yürüyecektir. O bundan böyle gönüllerde yaşayacaktır. Öyle ki,  bu dünyadan göç etmiş olsa da bir emirin rüyasına da girecek bir gönül abidesidir o. Şöyle ki;

Emir Timur Han Buhara’ya gitmek üzere yola çıktığında Türkistan’a uğrayacağı sırada Hâce Ahmet Yesevî rüyasına girip, kendisine şöyle der; “Ey Yiğit Buhara’ya çabuk git, orada inşallah fetih sana nasip olur. Senin başından çok hadiseler geçse gerek. Zaten orada ki insanlar senin gelmeni istiyor.” Tabii böyle bir rüyaya can kurban, hemen uykudan uyanır uyanmaz bu müjde karşısında soluğu Türkistan Hâkiminin yanında alır.  Derhal Türkistan Hâkimine birtakım hediyelerin yanı sıra çokça para verip Hâce Ahmet Yesevî’nin kabri üzerine muazzam bir merkad (türbe) yaptırmasını emreder. İşte Timur’dan günümüze bütün ihtişamıyla ayakta kalabilen bu türbe Hicazdan sonra en çok ziyaret edilen makam olma özelliğine erişecektir. Ziyarete her kim gidiyorsa ister istemez o’nun Türkün manevi başbuğu olduğu bilgisini de edinmiş olmaktadır.

Malum Pir-i Türkistan’ın yaşadığı zamanda Karahanlılar hâkimdi, bu dönemde dergâhında yetişen Türk’ün alp’i onun sayesinde erenlik kimliği kazanmıştır. İyi ki alperen kimliği kazanmışlar. Çünkü bu kimlikle birlikte Türkün önce Orta Asya’dan Anadolu Selçuklusuna, oradan Osmanlı’ya uzanan halkada üç kıtada hükmeden bir cihangir devletin zuhuru gerçekleşir.  İşte bu kimliğin her halkasında yer alan Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyh Edebali, Hacı Bayram-ı Veli gibi maneviyat büyükleri Pir-i Türkistan’ın gösterdiği ışık doğrultusunda Asya,  Anadolu ve Balkanları saracak irşat faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bu yüzden Pir-i Türkistan’a meftunuz. Sadece biz mi, elbette ki hayır, bütün Tarik-i Aliyelerde ona çok meftun. Tüm kaynaklara bakın, Halvetiye, Bektaşilik, Mevlevilik gibi birçok tarikatların bir nisbeti Hâce Ahmet Yesevî’ye dayandığını görürsünüz. Hemen hepsi bu pınardan beslenip dal budak saldıklarından, söz konusu Tarikatı Aliyelerin pirleri adından Horasan Erenleri diye söz ettirmişlerdir. Nasıl söz edilmesin ki,  baksanıza Hâce Ahmet Yesevî’nin yaktığı ışık onlar vasıtasıyla hala aydınlatmaya devam ediyor. Hatta bunu 75 yıl komünizm esaretinde din ve dilleri unutturulmaya çalışılan Türklerin özgürlüklerine kavuştuklarında bile hala gönüllerinden silinmediklerinden anlıyoruz. Keza yine onu esir Türk illerinin her birinin Türk-i Cumhuriyetlerine dönüştüklerinde hiçbir şey olmamışçasına hala taptaze diri bir şekilde hayatlarında yaşamaları ve merkadına gelip ruhuna Fatiha okuyarak yâd etmelerinden anlıyoruz.

Hâsılı kelam; şimdi o sadece Türk dünyasının değil bütün insanlığa ışık olacak günlerin eşiğine geldiğini dile getirebileceğimiz Pirimizdir.

Vesselam.

Ağustos 2013