Adına ister inabe, ister mürşitten el alma, isterse mürşid beyatı denilsin, sonuçta ortada karşılıklı ahitleşmek denen bir manevi bağlılık söz konusudur. Ve bu ahitleşme erkeklerle birlikte icra edildiğinde birebir mürşid elinden tutarak sesli olarak tövbe alaraktan gerçekleşirken, kadınlar söz konusu olduğunda ise bu bey’at birebir olmayacak şekilde perde veya kapı arkasından gerçekleşir. Malumunuz dinimizde mahrem kadınlarla birebir göze gelerekten el vermek caiz değildir. Sakın ola ki “Aman bunda ne var ki, mürşit melek gibidir” türünden maksadı aşan ifadelerle tâ Allah Resulünden bugüne kadar gelen köklü bey’at geleneği sulandırılmaya kalkışılmasın. Aksi halde şeriata aykırı bir fiili duruma meydan verilmiş olunur. Bikere şeriata aykırı bir durum olmasa başta Peygamberimiz (s.a.v) mümin erkeklere el verdiği gibi mümin kadınlara da el verirdi. Hele bilhassa bu hususta Nakşibendî Sadatları hassas oldukları içindir bu yola Allah ve Resulünün hakikatlerinin dışında hiçbir uygulamaya geçit vermeyi kendilerine zül addederler. Hem nasıl geçit verilsin ki, bu kapı herkesin kafasına göre hareket edeceği ‘yolgeçen hanı’ değil ki, her gelen yeni eklemeler yapma cüretini kendinde görebilsin. Biz biliyoruz ki, bu kapının gülleri böyle bir şeye tevessül etmedikleri gibi bu gibi girişimlere asla müsaade etmezler de. Allah muhafaza ipin ucu kaçırılmaya görsün bu kapıda bid’atlarla baş edemez hale gelir. Dolayısıyla bu kapıda değil bir sofi, mürşit bile olsa bu yolun ‘adab-usul-erkân’ı neyi gerektiriyorsa sünneti seniyye üzere hareket etmek durumundadır. Zira Nakşibendî tarikatı karlı dağları kaplayan beyaz örtü gibidir, asla leke kabul etmez. Madem öyle, bu arada bize düşen görev ise etrafımızdan birileri ‘Allah dostları melek gibidir, kadınlarla bir arada bulunmasında hiçbir sakınca yoktur’ türünden maksadı aşan sözler sarf ettiğinde buna fırsat vermemek olmalıdır. Hem mürşid hakkında melek gibidir ifadelerle güzellemelerde bulunmak ya da misyon biçmek kimin haddine, adama hem dönüp demezler mi ”Otur oturduğun yere, bu işlerle uğraşacağına sen kendi derdine yan” diye. Oysa Allah Resulü bu hususta bakın ne beyan buyuruyor; ‘Vallahi sizin beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkartmanızı sevmem.’
Şu bir gerçek mürşid elinden tutarak bey’at almak insanı alçaltmaz, bilakis yüceltir. O tutulan elin sıradan bir el olmadığı şundan belli ki, tâ kökleri silsile-i şerife yoluyla Allah Resulüne kadar uzanmakta. Bu bey’at, kimi zaman mürşidin bizatihi bir ucundan tuttuğu sarığa benzer uzun iplikler şeklindeki şeritlerden tutarak da alınabiliyor. Her ne kadar Abdullah Dehlevi Hz.lerinin bir halifesi bu şekilde tövbe verdiğinde tuhaf karşılayanlar olmuşsa da, bir bakıyorsun Seyda Hz.lerinin doğrudan tek tek tövbe vererek değil de alışılmışın dışında aynı anda 10-15 kişiye birden tövbeyle birlikte bey’at verdiğinde de aynı tuhaf karşılamaların yaşandığını görebiliyoruz. Oysa dergâha gelenler eskisi kadar az sayıda değil ki, cemaat 3-5 misli kat daha da artmış durumda. Hakeza Gavs-ı Sani (k.s) döneminde de bu sayı izdiham derecesinde zirve yapınca ister istemez bu kez aynı anda 200-300 kişiye tövbe verilecek şekilde şeritlerden tutularak bey’at alınmakta. Aksi halde dergâhta ne tövbeyle birlikte bey’at verilmeye fırsat kalır ne de dergâhın diğer hizmetlerine zaman kalır. Kaldı ki, gelinen noktada günümüzde şeritle bey’at vermek Nakşibendî Tarikatının ikinci meyvesi diyebileceğimiz bir uygulamadır bu.
Peki, iyi hoşta böylesi bir nimetten istifade etmek isteyip de maddi sıkıntı gibi bir takım sebeplerden dolayı Allah dostunun elinden bey’at alamayanlar ne yapsınlar? İşte Sadat olmak bu ya, Peygamberimiz (s.a.v)’in “Zorlaştırmayınız kolaylaştırınız; müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifinden hareketle, bizatihi görevlendirdiği vekiller vasıtasıyla taliplilerin bey’atı bulundukları yerlerde gerçekleştirerek bu ihtiyacı giderirler. Böylece bu pratik yöntem sayesinde taliplilerin hevesleri boşa çıkartılmamış olur. Hem niye boşa hevesleri söndürülsün ki, bikere bu iş Allah ve Resulünün işidir, elbette ki beyata talipli olan Fizan’da da olsa, o emanet bir şekilde yerine ulaştırılması gerekir de. Nitekim Birinci Akabe Beyati ile birlikte Müslümanlıkla şereflenen bir gurup Medineli insan Resulullah (s.a.v)’den beyat ettikleri İslam Dininin vecibelerin öğrenmeleri için bir öğretici istemişlerdi ki, Allah Resulü bu isteklerini Hz. Mus’ab b. Umeyr (r.a)’ı görevlendirerek yerine getirir. Böylece Hz. Mus’ab b. Umeyr emri yüklendiğinde onlara hem namaz kıldırır, hem Kur’an öğretir, hem de gittiği yerde insanlara İslam’ı tebliğ edip davete icabet etmelerine vesile olur da. İşte dinde kolaylık budur. Yeter ki bir insan gıyabında elinden tuttuğu mürşidini zahiren görmese de vekil vasıtasıyla sıdk ile intisap etsin niyet hayır akıbet hayr olur da. Bu durumda mürşidin dizinin dibinde olmuş ya da olmamış hiç fark etmez önemli olan sıdk ile bağlanmak çok mühimdir. Kaldı ki Sadatlar bir sohbetlerinde “Öyle sofiler var ki dizimizin dibindeler ama bize çok uzaklar, öyle sofiler de var ki bizden çok uzaktalar ama bize çok yakınlar” beyan buyurmakla bir gerçeğe parmak basmışlar da. Dedik ya, önemli olan bey’attan ne ölçüde istifade edip nasiplendiğimiz çok mühimdir. Şayet istifade edip nasiplenebildiysek onların manevi şemsiyelerinin altında gölgelenmişiz demektir. Ki, onların şemsiyelerinin altında gölgelenmek aynı zamanda kendimizi şeytandan, nefisten ve kötü arkadaşlardan korumaya almak demektir. Tabii burdan nasıl olsa Sadatların şemsiyesinin altına girip koruyucu zırh edindik diye ibadeti boş vereceğiz anlamı çıkmasın, tam aksine ibadet ve teatimizi daha da artırıp istikametimizi sağlam temeller üzerine oturtma manasına korunmaktır bu. Keza Allah Resulünün beyan buyurduğu üzere “Kalbinde zerre miskal imanı olanın cehennemde azap görse de sonunda cennete girecektir” müjdesi de bizi teat ve ibadetten alıkoymamalı, bilakis bu müjdeyi daha da çok çalışarak amelle taçlandırılmamız icab eder. Aksi takdirde gerçek imanın tadına varamayız.
Şunu unutmayalım ki, mürşidi kâmil’in elinde asla bir sihirli değnek yoktur, o da sonuçta bizim gibi bir insan, dolayısıyla sofilerine ne imanla göç edeceklerine dair bir vaatte bulunurlar ne de cennet vaadinde. Asla hiçbir garanti sunmazlar. Tam aksine sürekli olarak sofilerine iman, ihlâs ve itaat üzere olmaları yönünde öğüt verirler. Şayet onca öğüt ve nasihatlere rağmen sofinin gözü hale bir beklenti içerisinde mürşidinin üzerinde ise yapılacak tek bir şey var, o da malum gözünü mürşidinin şahsı üzerine değil, bizatihi takip ettiği Allah ve Resulünün yolu üzerine dikmeli ki, arzuladığı himmet ya da manevi desteği bulabilsin. Anlaşılan bu yolda çalışan ancak kazanabiliyor, çalışmayansa sadece kendi kendini kandırmış olur. Hiç yoktan boşu boşuna beklenti içerisine girmek abesle bir durumdur zaten. Nasıl ki bir insan bu dünyada dünyalık için çaba sarf ettiğinde karşılığında patronunun gözüne girip teşvik primiyle ödülleniyorsa, aynen bir sofide ahiret için çaba sarf ettiğinde umulur ki karşılığında mürşidinin manevi desteği ve yardımıyla şeytana yem olmadan bu dünyadan imanla göç etmek nasip olur. Öyle ki böylesi ahretini kurtaracak yardım ve destek çıkıldığında icabında bu durumdan yardım elini uzatanda yardım görende haberdar olmayabilir de. Zaten haberdar olmaları da gerekmez, Halik biliyor ya, bu yetmez mi? Burada önemli olan Rabbü’l Âlemin dostum dediği bir veli kulunu ölmeden önce kıymetini bilmek çok mühimdir. Çünkü her kim bir mürşide intisap ederse, şunu iyi bilsin ki Yüce Allah dostunun ervahını da hemen yanı başında beraberinde halk eder. Böylece intisab edenin ömür boyu o ervahtan istifade etmesine imkân ve fırsat tanınmış olur. Şayet o sofi bu imkânı değerlendirirse kıymet bilmiş olur, yok eğer bu imkânı değerlendiremezse pek kıymet bilmiş sayılmaz. Her şeye rağmen yine de Sadatlar kıymet bilmeyen sofilerini bile sekerat anında yapayalnız şeytanla baş başa bırakmayacaklarına inancımız tamdır. Malumunuz sekarat anında mürşidin fiziken bizatihi sofisinin başında bulunması şart değildir, Yüce Allah’ın sofisi için daha önceden halk ettiği ervahının bulunması kâfidir.
Evet, şu fani dünyada Allah dostları da olmasa burası çekilecek gibi değil, bu yüzden kendimize bir an evvel nazımızı ve kahrımızı çekecek hakiki dost bir mürşid edinmemiz gerekir. Aksi halde Tövbe Billâh başkaları ne bizim kahrımızı çeker ne de nazımızla oynar. Baksanıza hakiki dost mürşitler habire Mevlana’ca “Gel, gel, ne olursan ol yine gel/ ister kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel/Bizim dergahımız ümitsiz dergahı değildir/ yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel..” diyorlar. İşte gerçek manada dostluk budur. Yeter ki, tıpkı Hz. Ebu Bekir (r.a) gibi Peygamberimiz (s.a.v)’e delilsiz teslim olurcasına dost edinelim bak o zaman niyet hayır akıbet hayrolur da. Öyle ya Allah Resulü bir gecede Miraç’a yükseldiğini dile getirdiğinde, müşrikler hemen mal bulmuşçasına derhal soluğu Ebu Bekir’in yanında alıp:
-Ya Ebu Bekir! Senin arkadaşın bir gecede Mekke’den Mescid-i Aksa’ya, Mescid-i Aksa’dan ise göklere yükseldiğini, ordan da tekrar yeryüzüne döndüğünü söylemekte, buna ne dersiniz?
Ebu Bekir (r.a) bu ya, hiç tereddütsüz düşünmeden cevaben:
-Saddak (O ne diyorsa doğrudur) der.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz şeksiz şüphesiz teslimiyet ve bey’at gerçeği budur. Nitekim o’nun bu teslimiyetinden dolayıdır ki, Allah Resulü onca sahabe sahabe arasında kendine Sıddıkıyet makamında tek dost olarak onu layık görür. Tabii, Allah’ın Habib’i dost görürde, sahabe boş durur mu, onlarda her gittiği yerlerde o’nu ‘Ebu Bekir Sıddık’ ismiyle yâd edeceklerdir hep. İşte bu örneklerden hareketle en nihayetinde şunu diyebiliriz ki, bizlerde Allah Resulünün varisi hükmünde bir mürşide tıpkı ölü teneşirinde gassal elinde (ölü yıkayıcısı) teslim olur gibi teslim olmalı ki Yüce Allah’ın dostum dediği velilerine dost olabilelim. Aksi halde Allah’tan gayri sahte mabutları, sahte şeyhleri, sahte liderleri, sahte arkadaşları kendimize dost edinmiş oluruz. Nitekim Yüce Allah (c.c) Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanda beyan buyurduğu; “Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Ona isyan edende Allah’a isyan etmiş olur” (Nisa/80) ayetinin yanı sıra keza “Ey İman Edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve içinizden işlerinizi yürüten önder ve idarecilerinize de itaat edin’ (Nisa/59) ayetini birlikte düşündüğümüzde teslimiyetin, beyatın ve itaat etmenin ne demek olduğunu bir kez daha idrak etmiş oluruz da. Hakeza Resul-i Ekrem (s.a.v)’in beyan buyurduğu; “Başınızdaki kimse gözü kör, ayağı topal, rengi siyah bir kölede olsa sizi Allah’ın kitabına göre sevk ve idare ettiği sürece ona itaat ediniz” (Buharı, Müslim, Nesai) hadis-i şerifi de bu manada düşünmemizi gerektiren bir husustur. Hem nasıl öyle düşünmeyelim ki, Allah muhafaza İslam’dan bihaber bir insana tabi olup itaat ettiğimizi düşünün, bir anda kendimizi tepetaklak halde uçuruma yuvarlandığımız görürsek şaşmamak gerekir. O halde neydik edip sünnet-i seniyye üzerine hayatını yaşayan Rabbani âlimlere tabi olmalı ki istikamet üzere yol alabilelim. Böylece mürşidi kâmili dost edinmekle Peygamber sevgisine ve en nihayet Allah sevgisine ulaşılır da. Malum bu dostluk müntesibin gayretine bağlı olarak bir ömür boyu da sürebilir, hatta bundan öte ahrette de devam edecek dostlukta olabilir. Peygamberimiz (s.a.v) “ Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmakta çünkü.
Hazır dostluktan söz etmişken, şunu da belirtmekte fayda var; hiçbir dost bir mürşidin elinde ne sevap ya da günah yazma lüksü var, ne de böyle bir yetkisi söz konusudur. Sadece manevi evlat olarak gördüğü sofilerine hak ve hakikati tavsiye etme ve telkinde bulunma hakkı vardır. Mesela bir mürşidin sofisine yap veya yapma şeklinde telkinde bulunması her daim emir demiri keser anlamında bir ifade değildir, bilakis iyiliğe teşvik ve tavsiye niteliğinde emir ifadedir bu. Mürit şayet tavsiyelere uyarsa ne ala, uymazsa kaybeden kendisi olur. Ki: bu yolda bir adım atana on adım atarak karşılık verilir. Şayet bir adımda atılmayacaksa ‘yap’ şeklinde ifade edilen emir o sofi için zaten ‘yok’ hükmünde bir emirdir. Şayet bu emir adım atacak sofiye yönelik bir telkinse elbette ki bu ifade yap hükmünde karşılık bulacaktır. Ki, karşılık bulan bu emir kipinde bile mutlaka yapacaksın anlamında değil de gücü nispetinde yerine getirme anlamında bir emir kipi söz konusudur. Şimdi gel de Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın şu sözüne hak vermemek ne mümkün. Bakın ne diyor: “Bir emir versek imanını kaybedecek çok sofi var..” Tam da günümüz gerçeğini ortaya döken, aynı zamanda kulağımıza küpe ve ibret alınması gereken bir sözdür bu.
Evet, öyle emir vardır ki demiri keser, öyle de emirde vardır ki, çok fazla bir insan üstüne alıp deşmezse sadece tavsiye niteliğinde kala kalır. Nitekim Resulullah (s.a.v) Hac farizasıyla alakalı hutbe irad ederlerken adamın biri:
“-Ya Resulullah! Her sene mi Hac edeceğiz” diye sorar, ama Allah Resulü cevap vermez, susmayı tercih eder.
Ancak adam ısrarla aynı soruyu üç kez sual edince en nihayetinde Allah Resulü cevaben şöyle buyururlar:
“-Ben size bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiği kadar yapınız. Size bir şey yasakladığım zaman onu tamamen terk ediniz.” (Müslim, Nesai, İbnu Mace)
Madem Allah Resulü böyle emir buyurmuş, o halde yapınız ile yapmayınız ibareleri arasında ince ayrıntıları iyi analiz etmemiz gerekir. Çünkü her iki emir kipi de aynı kapıya çıkmaz. Dolayısıyla bir sofi mürşidinin ‘yapınız’ emir kipi karşısında gücü ölçüsünde elinden geldiği kadarıyla o görevi ifa etme olarak algılaması gerekirken, yapmayınız emir kipi karşısında da derhal o fiili terk etmek olarak algılayıp gereğini yapması gerekir. Keza bir sofiye mürşidi görev verdiğinde ise durum değişip işi bu noktada hiç tereddütsüz yaparım ya da yapamam şeklinde düşünmeksizin “görev istenmez görev verilir” düsturunca derhal gereğini yerine getirmek olmalıdır. Zaten görevi tereddütsüz bir şekilde üslendiğinde Allah’ın inayetiyle himmette beraberinde gelecektir elbet. Mürşit gerektiğinde sofisiyle istişarede de bulunabilir, öyle ki kendi görüşünden farklı fikir serd eden sofilerden memnuniyetlik duyarlarda. Yeter ki bir sofi fikir beyan ederken samimi olsun sözüne itibar edilir elbet. Zira Ashabı Kiram, Allah Resulüne Allah’a abd olma noktasında ve ibadet hususlarında fikir beyan etmeksizin tam teslimiyet örneği göstermişlerdir, ama dünyevi işler söz konusu olduğunda, yani gerek ticaret, gerek siyaset, gerekse savaş gibi konularda bir bakıyorsun görüş belirtmekten geri durmadıklarını pekâlâ görebiliyoruz. İşte ashabın hayatından hareketle, Sadatlarda aynen şayet istişareye konu olan dünya işleriyse hemen işi ehline havale etmekten yana tavır koyduklarını görüyoruz. Doğru olan da budur, asla bu bilgisizliklerine yorumlanmamalıdır.
Velhasıl-ı kelam bey’at istişareye açık, yoruma kapalı olmayı gerektirir. Çünkü birincisinde çokluk içinde birlik vardır, diğerinde ise ayrılık vardır.
Vesselam.