Namaz sadece bu ümmete farz kılınmamış elbet, bu vecibe birçok Peygamber’in ümmetinde var zaten. Şöyle ki; sabah namazı Hz. Âdem’e (a.s), öğle namazı Hz. Davud'a (a.s), ikindi namazı Hz. Süleyman'a (a.s), akşam namazı Hz. Yakub'a (a.s), yatsı namazı Hz. Yunus'a (a.s) farz kılınmıştır. Malum, Ümmet-i Muhammed’e ise Peygamberimizin Miraç dönüşü beş vakit farz kılınmıştır.

Âdem (a.s) cennet yurdundan yeryüzüne gece vakti indiğinde karanlığın vermiş olduğu panik hali zuhur etmişti kendisinde. Neyse ki sabah aydınlandığında içi ferahlayınca Allah’a şükretmiş ve akabinde iki rekât namaz kılıp ilk sabah namazı kılma şerefine nail olmuş. İşte Hz. Âdem’in (a.s) karanlıktan irkilmesinin akabinde gökyüzünün her iki yönüne doğru karanlık dörtgenimsi çizgi halde beliren bir beyazlığı görme anı gece hükmü manasına Fecri Kazib (yalancı fecir) adını alır. Hakeza bu fecrin sonrasında içinin ferahlamasına neden olan sabaha karşın doğu ufkunda yayılan aydınlık ise fecri sadık (aydınlık) diye ad alır. Derken ruhuna terennüm eden o gördüğü fecri aydınlık; secdeye kapanmasının ötesinde şer’i bir hükmü ifa etmesine vesile olur. Bir başka ifadeyle Fecr-i kazib adı üzerinde yalancı fecir demek, yani ufukta önce beyazlığın belirmesi, akabinde beyazlığını yitirmesi hasebiyle herhangi bir şer’i bir amelin başlangıcına esas teşkil etmeyecek bir fecirdir. Böylece bu vakitte yenip içmekle oruç bozulmaz. Ama diğer böyle değildir, tam aksine fecri sadıkta oruç dâhil tüm şer’i hükümler geçerlilik kazanır. Yani fecri sadıkta sahur açıldığında oruç bozulmuş olur.

Peygamberimiz (s.a.v), Miraç dönüşü ümmetine ne hediye götüreyim diye münacat eylediğinde, Allah (c.c) katında “Senin hediyen namazdır” diye karşılık bulmuştur. Böylece Miraç’la birlikte “görülen âlemden görülmeyen âleme doğru yolculuk” gerçekleşmiş ve edeple vardığı miraçtan lütufla döndüğünde bu ümmete beş vakit namaz farz kılınmıştır. Miraç öyle bir lütuf ki; namaz kılan bir mümin’e fani dünyadan çıkıp ötelere kanatlanma şuuru kazandıran ikram olur da. Tabii bu ikramın vakitleri de olmalıydı. Ki; Cibril Emin’in ertesi gün gelip Rasulullah’a imam olduğunda bu ümmet için ilk bildirilen ikramı öğlen vaktidir. Öyle ki, bu ilk vakitte kılınan namaz güneş tam tepedeyken değil, gökyüzünün ortasından batıya meylettiği an ile gölgenin iki misli olduğu dilim arasında eda edilen vakit öğle namazı olarak isim alır. İşte bu misalden hareketle vakitleri belirlemek adına bu dilimler şöyle tecrübe edilmiştir:

-Güneşe karşı dikilen herhangi bir sopa (çubuk) sayesinde gölge kısa ise zevalden önceki zamanı belirler,

-Gölge uzamayıp belli bir noktada sabitse istiva zamanını belirler,

-Gölge uzamaya başladığında ise zeval vaktini (öğle vakti)  belirler. Ya da başka bir metotla kıbleyi karşımıza aldığımızda güneş sol kaşın üzerindeyse zeval yoktur demektir, sağ kaşın üzerindeyse zeval vakti girmiş manasına gelen bir tecrübedir.

Peki, ikindi vakti nasıl tayin edilir derseniz, ehlisünnet âlimlerin bilgilerine dayanarak deriz ki; gölgenin iki misli olmasıyla elbet. Yani gölgenin iki misli olması öğlen vaktinin sona erip ikindi vaktinin girdiğine işarettir. Tâ ki bu durum güneşin batmasına az bir zaman kala devam edip böylece ikindi namazı bu zaman diliminde eda edilmiş olur. Belli ki ikindi vakti; iki gündüz ve iki gece arasında kılınan bir namaz olduğu içindir adına orta namaz denmiştir. İkindiyi güneş sararıncaya kadar geciktirmek, akşamı yıldızların göründüğü veya çoğaldığı ana bırakmak kerahet vakti olacağından tahrim-i mekruh olur. Ayrıca ikindi farzından sonra nafile kılmakta mekruhtur. 

Malumunuz güneşin batışından şafağın (şafaktan amaç kızıllıktır) kayboluşuna kadarki geçen zaman dilimi akşam namazı için kılınacak süreyi belirler, şafağın kayboluşundan sabaha kadar ki zaman dilimi ise yatsı ve vitir namazının eda edildiği vakti belirler. Ancak şöyle de denilebilir ki, bu anlatılanlar normal iklim şartlarının hüküm sürdüğü bölgeler içindir, peki kutup bölgelerinde yaşayan insanlar nasıl namaz vakitlerini belirleyecekler? Bu hususta İbn-i Abidin adlı fıkıh kitabına baktığımızda özetle; bu yerlerde yaşayanlar vakitlerini kendilerine en yakın bulunduğu meskûn bölgeleri baz alaraktan ayar yapıp vakit takdir edilmelidir bilgisini ediniriz. Hakeza bu kitapta geçen bilgilerden hareketle mesela; Sovyetlerin kuzey kutbu soğuk ve karanlık olan Bulgar'da şafak kayıp olmadan fecir doğduğundan yatsı ve vitir için vakit takdir edilir hükmü zihinlere takılan birçok soru işaretlerini kaldırmaya yetiyor. Elbette bu arada kimi âlimlerce vakit namazın şartı deyip, o bölgede yaşayanlardan namaz düşer şeklinde görüşlerde mevcut. Hatta bazı âlimler o söz konusu namazlar için kaza edilir diye fetva vermişlerdir. Belli ki ileri sürülen içtihatlar arasından “vakit yok diye vücub ortadan kalkmaz” hükmü daha baskın bir görüş olduğundan ihtiyata uygun İmam Şafii’nin içtihadı esas alınır. Ki; söz konusu içtihat gereği zaman dilimi sınırlı bölgelerde vakit takdir edilmesi durumunda, dört mevsimle ilgili günlerin uzunluk ve kısalığına göre vaktin belirlenme imkânı hâsıl olmuş olur da.

Şurası muhakkak; ezan okunmasının ardından hemen namaz eda edilir diye mutlak bir kayıt yoktur. Nitekim Resulü Kibriya  (s.a.v) öğlen namazını şiddetli soğuk olduğunda erken kılardı, sıcak olduğunda ise geciktirirdi. Hatta bu hususta; “Muhakkak ki sıcağın şiddeti cehennemin kükremesindendir. Binaenaleyh sıcak şiddetlendi mi namazı serinliğe bırakın” buyurmuşlardır. Zira birçok ulema ikindi namazının güneş ışınlarının gözü kamaştırmayacak vakte kadar tehir edilmesinin daha faziletli olduğunu, akşam namazının ise ezan ve kamet arasında üç ayet miktarı kadar bir dilimde kılınmasının evla olduğunu belirtmişlerdir. Dahası akşamı yıldızların göründüğü vakte geciktirmek Yahudilere benzemek olacağından hoş görülmemiştir. Ancak yatsı namazı böyle değildir, icabında gecenin 1/3’üne geciktirmenin müstehap olduğu belirtilir, sadece yazın vaktin evvelinde kılmanın evla olduğunu beyan edilir. Zaten Rasulüllah'ın (s.a.v); “Sabah namazını aydınlık zamanına bırakmak çok daha sevabı büyüktür” hadisi bunu teyit ediyor.

Namazda kerahet vakitler

Mekruh; iğrenç, nahoş görülen şey veya işlenmesi caiz olmayan fiil demektir. Bu nedenle mekruh; şeriatın haram kılmadığı, ancak zaruret olmaksızın yapılmasına izin vermediği zanna dayanan bir delilden hareketle böyle adlandırılmıştır. 

O halde ehlisünnet âlimlerin çalışmaları sonucu ortaya koydukları misallerle konuya daha bir açıklık getirmeye çalışalım. Şöyle ki; çeneği göğse dayayıp güneşe bakmaya çalıştığımızda, şayet güneşi ufukta göremezsek kerahet vakti çıkmış demek olur ki, bu durumda güneşin ufuktan yükselmiş olduğunu anlarız. Derken üç vakitte, yani güneş doğarken, tepe noktada iken ve batarken namaz kılmanın caiz olmadığının şuuruna varırız. Tabii her şey bu açıklamalarla sınırlı değil, fıkhı kaynaklarda çok dahası var. Mesela kerahete neden olan hususun; güneş doğduğunda şeytanın iki boynuzu arasında doğduğu, tepede iken cehennem ateşi yakıldığını, battığında şeytanın iki boynuzu arasında batması gösterilir. Hakeza güneşe tapanlara benzememek gerekçesi de öyledir. 

İşte bu ve buna benzer örneklerden çıkardığımız sonuç; güneş doğarken veya batarken ister kaza, ister vacip, ister cenaze namazı, ister tilavet secdesi olsun bunlar eda edildiğinde tahrim-i mekruh (harama yakın mekruh) olduğudur. Ancak ikindi namazı bundan istisnadır. Zira bir kimse ikindi namazını kılarken güneş batsa namazı bozulmaz. Fakat sabah namazı kılarken güneş doğsa namaz bozulur. Peki ya bu kılınan nafile bir namazsa? Bu durumda; şayet sabah namazının farzından sonra güneşin doğmasına az bir zaman kala veya ikindinin farzından sonra güneşin rengi değişmesine az bir zaman kala nafile namaz kılınırsa mekruh olur. Bu yüzden Resulü Kibriya Efendimiz; ‘İkindiden sonra güneş kavuşuncaya kadar, sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar namaz kılınamaz’ buyurmuştur. Yine ulemamız kerahet vaktinde salâvat getirmek Kur’an okumaktan efdal olduğunu beyan etmişlerdir.

Çocuklar için namaz durumu

Resulü Kibriya (s.a.v); Çocuklarınıza yedi yaşına geldiği zaman namazı emredin, on yaşına vardıklarında namaz için onları dövün diye buyurmuştur. Şayet çocuk namazı abdestsiz kılarsa tekrar kılması için ikaz edilir. Fakat orucunu bozarsa emr edilmez, çünkü çocuk için orucun tekrarında zorluk vardır. Malum dövmekten kasıt üç tokadı geçmeyecek ölçüdür, asla darp manasına değildir. Hatta talebe okutan Hoca dahi bu kapsamla sınırlı tutulmuştur. Anlaşılan dövmenin sınırları var, namazın haricinde bile sopayla birini dövmeme hükmü apaçık ortada iken, her nedense bu konunun istismarcıları dinimizi hafife alma maksadıyla habire dillerine dolamaktalar. Onlar hafife aladursunlar bakın Rasulüllah (s.a.v)  bu konuda Mirdase; Sakın üç tokattan fazla vurma! Zira üçten fazla vurursan Allah senden kısas alır ikazını yapmıştır. Anlaşılan ortada özür durumu da olsa namazı terk etme hususunda taviz yoktur. Hatta bir kimse hiç kılmayacak durumda olsa bile kaşıyla veya ima ile kılması gerekir. Kaldı ki harp esnasında bile kılmama yönünde fetva verilmemiştir. Demek ki; namaz her halükarda kılınması gereken mühim bir vecibedir. Üstelik tek başına değil, cemaatle kılmak teşvik edilmektedir. Öyle ki sahabe mescide gelip cemaate yetişemediğinde o kadar üzülürdü ki evine döndüğünde sanki ailesinden birini kaybetmiş gibi matem tutardı. İşte namaz hassasiyeti budur.

Namaz bir ziyafet sofrası

Namaz, müminlere emr edilen farz olmanın ötesinde, kılındığında yedi kat gök kapıları ardına kadar açılıp ruhun Allah’ta dirilişinin gerçekleştiği bir ziyafettir. Nasıl ziyafet olmasın ki; namazın her rüknü Allah’ı hatırlatıp ömür boyu kulluk idrakiyle yaşamaya vesile olur da. Her ne kadar namaz görünüş itibariyle yatıp kalkmak gibi görünse de her bir rükün başlı başına zikir hükmünde olup her rekâtta okunan tekbir, kıraat, tespih, salâvatlar gafleti bertaraf edecek güçtedir. Zaten Allah Teâlâ’nın; “Kulum farzlarla benim azabımdan kurtulur, nafilelerle bana yaklaşır” beyanı bunu teyit ediyor. Dolayısıyla namazı terk etmek zikri terk etmek gibidir. Zira Resulü Ekrem (s.a.v) bu anlamda; “Namaz Din’in direğidir, onu kim kılarsa Din’in direğini diker, kim terk ederse Din’in direğini yıkar” buyurmuştur. Madem, namaz dinin direği bu yüzden inkâr eden kâfir, terk eden ise fasık damgası yer, o halde bir müminin namazı terk etmesi asla düşünülemez. Nasıl ki, bir insana borçlu olduğumuzda borcumuzu ödemek zorundaysak, namazda Allah’ın hakkı kul hakkından önce gelmesi hasebiyle her halükarda eda etmek mecburiyetindeyiz. Bu yüzden bir kısım fukaha beynamaz kişilerin haps edilmesinde mahsur görmemişlerdir. Maalesef namaz bu kadar önem arz ederken hala birileri namazı hafife alıp önemli olan kalp temizliğidir deyip ipe un sermekteler. Oysa hiçbir fiil farz namazın karşılığı değildir.

Denizde kıtlık

Köyünden ayrılıp şehre gitmek için deniz kenarına gelen bir Allah dostu, gelen gemiye binip denizi seyre daldığında birde ne görsün; denizdeki bütün balıklar birbirini yemekteler. Tabii Allah dostu bu durumu tuhaf bulur, merak edip gemi kaptanına:
- Bu ne iştir diye sorar.

Kaptan:
- Sebebini bilemem, ama bu hadise yeni değil, aşağı yukarı on seneden beri meydana gelen bir durumdur. Daha evvel böyle bir şey yoktu.

Pir-i fani zat bu manzara karşısında etkilenip, Allah’a iltica ettiğinde;
- Ya Rabbi! Bu ne haldir ki denizde kıtlık olmuş, balıklar birbirini yemekteler niyazında bulunur.

Tabii gaipten gelen bir ses meseleyi vuzuha kavuşturmaya yetiyor:
- Bir gün susamış beynamaz (namaz kılmayan) bir adam, susuzluğunu gidermek için eğilip denizden bir avuç su ağzına aldığında deniz suyu tuzlu ve acı olması hasebiyle içemeden denize kustu. İşte o gün bugündür o namazsızın ağzından denize boşalan bir avuç su yüzünden bu koca denizi açlığa ve kıtlığa mahkûm ettik, birbirlerine saldırmaları bundan dolayıdır.

Gerçekten de kıssadan hisse budur. Elbette ki bu kıssada herkesin kendince çıkarması gereken dersler var. Nasıl ders alınmasın ki, bakın bir tek farz namazı geçirmenin veya zekât vermemenin ya da farz orucunun tutulmamasının cezası beş yüz bin senedir.

Düşünsenize ağzından boşalan birazcık su ile kocaman deniz zehirlenir de insan namaz kılmamakla manen zehirlenmez mi? Elbette ki zehirlenir.

O halde Namazın hakkını verip Resulü Kibriya Efendimizin (s.a.v) bu hususta ki hadislerine kulak verelim;

Nice namaz kılanların ondan nasibi yorgunluk ve zahmetten başka bir şey değildir.

Beş vakit namaz kılan, evinin önünde akan, tatlı, gür ırmakta günde beş defa yıkanan gibidir. Bu kişi de kir kalır mı? İşte suyun kiri giderdiği gibi beş vakit namazda kebairden başka günahları yok eder.

Sahibini fenalıktan men etmeyen namaz. Onu Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramaz.

Yine Rasulüllah Efendimiz namazda sakalıyla oynayan biri için; Eğer bu kimsenin kalbinde huşu (korku) olsaydı azalarında da olurdu diye buyurmuşlardır. Tüm bu hadis-i şeriflerden hareketle ulema namazda dört şeyin şeytandan kaynaklanan haller olduğunu, bunların; burun kanaması, uyuklamak, vesvese, esnemek, kaşınmak, bir şeyle oynamak, etrafına bakınmak vs. diye sıralamışlardır. Bundan dolayıdır ki Ömer b. Abdullah Hazretleri; “Namazda hatırıma bir şey gelmektense süngülenmek daha ehvendir” demiştir. Bu anlamda Hz. Ali de (k.v)  mübarek vücuduna saplanan oku çıkarmak adına yardım için yanına gelenlere; “Hele bir durun namaza durayım da öyle alın” buyurmuşlardır.

İmama uyan, cemaatle namaz kılan, ezan okuyan, tilavet secdesinde bulunan ve zekât veren her kimse görüldüğünde Müslüman olduğuna hükmedilir. Hatta bir kâfir bile cemaatle namaz kılarken görüldüğünde mü’min olduğuna kanaat edilir. Nitekim Resulü Ekrem bu hususta; “Her kim bizim kıldığımız namazı kılar ve kıblemize dönerse o bizdendir” buyurmuştur. Kur’an’da Rabbül Âlemin kâfirlerin ayetlerimizi işittiğinde secde etmediklerini bildirmiştir. Madem öyle bu ayetten bir kâfir tilavet secdesi yapmakla Müslüman olduğu anlaşılır. Hakeza namaz için imama uymakta öyledir. Fakat cemaatle namaz kılma esnasında namazdan çıktığında, ya da tek başına kılmakla da Müslüman olmadığı kanaatine varılır.

Madem cemaat dedik, yeri gelmişken cemaatle kılınan namaz için yirmi yedi derece sevabın olduğunu belirtmekte fayda var.

Velhasıl; Namaz kurtuluş miracımızdır.