Bu
 coğrafyada Türkiye’nin sorumlulukları vardır ve ancak bu sorumluluğun bilincinde olunca, bunun ne kadar ağır olduğu anlaşılabilir; aksi takdirde dar, ufuksuz bir noktadan bakılınca, yapılanları anlamak imkansız olduğu kadar, bunlardan birtakım “art niyetler çıkarmak” da kolaylaşır.

Birleşmiş Milletler’de İran’ın nükleer enerji tesisi kurma hakkı savunulduğunda  “İrancı” yaftasını yapıştıranlar, Suriye’de İran’ın desteklediği Baasçı katillere karşı mücadele edenler yani Özgür Suriye Ordusu ve Türkmenler desteklendiğinde“mezhepçi- Sünnici “ politika güdüyor diyenler aynı kafanın, aynı zihniyetin adamlarıdır.

Bu coğrafyanın, bu topraklarda yaşayan insanların, hangi birikimi, hangi misyonu taşıdığını anlayamayan bir zihin dünyasının, bu ülkenin ne sorunlarını kavramaya ne de dünyada hangi ilişkileri “kiminle, hangi zamanda ve nasıl kuracağına” dair bir fikri olabilir. Elbette ki böyle bir fikir olmayınca da, nasıl davranıldığını anlayamadığı için, söylediklerinin fazla bir önemi olmayacaktır.

Eski hassasiyetler

Türkiye’nin dünyayla kurduğu ve kuracağı münasebetlerin, iki önemli temeli vardır. Bunlardan ilki tarihsel birikim, diğeri ise aktüel gelişmeler ve olaylardır. Daha yakın zamana kadar ülkenin dış dünyayla olan münasebetleri bütünüyle “eski dünya sisteminin” ve elbette ki “Eski Türkiye’nin hassasiyetleri“ üzerine kuruluydu.

Neydi bunlar? Bunların başında, Türkiye’nin yaklaşık 200 yıl önce yakalandığı bir türlü kurtulamadığı “Batıcılık hastalığı” gelmektedir. Yapılan bu tespit yeni değildir. Benim “İslamcı-Milliyetçi düşünür” diye nitelendirdiğim Sait Halim Paşa da; “Milliyetçi-İslamcı” dediğim Ziya Gökalp Bey de bu meseleyi çok önceden görmüşlerdir. Gökalp, ‘Türklerin kendi müesseselerini kuvvetlendirip, kendi medeniyetlerini geliştirmek yerine, Batı medeniyetinin müesseselerini taklit edip, onlardan yapay bir medeniyet kurma’ çabasına girilmesini eleştirir. Tanzimat-karşıtı tavrının esasında da bu vardır.

Bu düşünce Cumhuriyet döneminde devletin en ücra noktasına sirayet ettiği için “Batı-merkezli bir dünya anlayışı” ve dış politika zaman içinde yerleşik hale gelmiştir. Fransızlara karşı bağımsızlık mücadelesi veren Suriyeli vatanseverler (o günkü Özgür Suriye Ordusu da denebilir) Türkiye’den yardım isterken, Gazi’ye ‘bizi destekleyin, sömürgecileri kovalım ve yeniden birlik olalım’ demişlerdir. Mustafa Kemal Paşa “önce bağımsızlığınızı kazanın, bugünkü ahvalde birleşme meselesi ilerinin işidir” derken, bugünlerde “Türkiye’nin Suriye ne işi var” diyen “ulusalcılara” da çok önceden gereken cevabı vermiş oluyordu.

Hastalık nerede!

Zaman içinde “Batıcılık hastalığı” iyice derinlere nüfuz edip, güçlenince Türkiye’nin kendi coğrafyasına ve  “kendi tarihine yabancılaşması” kaçınılmaz hale gelecektir. Buna Soğuk Savaş’ın getirdiği “ortak savunma ihtiyacı” da eklenince, artık Batı’ya bağımlı olmadan var olmak, “tam bağımsız Türkiye”yi düşünmek bile neredeyse imkânsızdır.

İşin tuhaf tarafı şudur: Bugün o Batı’ya bağımlılığın bütün şartları teker teker ortadan kalkmıştır. Artık Batı da o eski Batı değildir. Buna rağmen eski dünyanın içinde yaşayanlar, meseleye eski Türkiye’nin dünya görüşüyle bakanlar “bu zihniyet yapısından” kurtulamadıkları için, dünyayla kurulan yeni ilişkilerden rahatsızdırlar ve Erdoğan’a da Davutoğlu'na da tepkilidirler.

Cumhurbaşkanlığı seçim süreci, devlet yapısı içinde, çeşitli kurumlarda yaşayan bu eski anlayışın, çeşitli vesilelerle ortaya dökülmesine yol açmıştır. Gazze’den Türkmenlere, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nden IŞİD terörüne kadar her mesele, aslında yeni bir durum yaşandığını ortaya koyduğu gibi, yeni bir tavır almanın gereğini de meydana çıkarmıştır. Şimdi sıra devletin en üst kurumunda yenilenmeye gelmiştir. Kurumsal değişim denen bu olsa gerektir.