İnsanoğlu amansız düşman addettiği kansere çare buluyum derken bu arada hücrenin nice bilinmeyen sis perdelerini aralar hale geldi. Öyle ki bu amansız hastalık insanlığın başına musallat oldukça çalışmalar daha da hız kazanmış oldu. İyi ki de hız kazanmış, öncesinde hücre âlemi bir birinden kopuk anlamsız yığınlar ya da kümeler olarak algılanıyordu. Üstelik bu algı yanılgısı daha çok ateistlerin işine yarıyordu. Ne zamanki bu sis perdeleri aralanmaya başladı, işte o zaman bu malum çevrelerin heveslerinin kursaklarında kalmasına yetmiştir. Çünkü yığın sandıkları hücre müthiş bir matematik program çerçevesinde işleyen bir Mikro Nizam-ı âlemdir. Nasıl mı? İşte genel itibariyle hücre âlemine baktığımızda merkezinde bir çekirdek, etrafında ise yaklaşık 50 kloroplast, 500 kadar mitokondri, 5000 ribozom ve bir o kadarda enzim moleküllerinden oluşan bir mikro âlem olduğunu görürüz.
Hücreler ekseriyetle renksiz görünüm arz eder. Ancak lipoid ihtiva edenler sarımtıraktırlar. Hücre morfolojik yapı itibariyle dış kısmında zar, iç kısmında ise sitoplâzma ve çekirdek vardır. Malumunuz, hücre zarı ile çekirdek zarı arasındaki sıvı sitoplâzma olarak addedilirken, hücre çekirdeğini oluşturan sıvı ise karyoplazma olarak addedilir. Bu arada nasıl ki dünyamızın küre şeklinde kapladığı bir alanı varsa aynen öyle hücrenin de kendine has kıta sahanlığı söz konusudur. Tabiî ki her şey kıta sahanlığıyla sınırlı değil, bu sahanlığın içerisinde konuşlanmış pek çok mikro yapılarda kendi içerisinde birer âlemdir. Madem öyle, mikro âlemlerden hareketle on sekiz bin âlemin yaratıcısı Yüce Allah’ı ne kadar ansak azdır. Zaten eşrefi mahlûkat insana da Allah’ı zikretmek yaraşır.
Hücre zarı canlı bir maddenin (protoplazma) kale surları gibidir. Ve bu surların ortasında lipid katmanı, iç ve dış yüzeyinde ise protein katmanı vardır. Ancak bu surlara katman gözüyle bakıp geçiştiremeyiz, bikere söz konusu katmanlar mimari sanat sahibinin varlığını ortaya koyan işaret tuğları olarak dikkat çekmekte. Hele mikroskobunun başında bir insan bu surların içerisini dalmaya görsün, bir bakmışsın o insan içten içe doğru uzanan sarnıçlı kanallarda adeta kanal turu yapar da. Hatta bu kanallarda tur atmanın ötesinde çok büyük işlerde çevrildiğine şahit olunur. Tahmin etmişsinizdir hangi kanallardan söz ettiğimizi, hiç kuşkusuz bu kanallar Endoplazmik Retikulum kanallarından başkası değil elbet. Endoplazmik Retikulum bağrında taşıdığı sıvı havuzu yardımıyla çekirdek veya sitoplâzmadan aldığı maddeleri transfer etmenin yanı sıra nükleus (çekirdek) içerisinde konuşlanmış ribozomlarca imal edilen salgıları golgi cihazına transfer etmekle de meşhurdur. İyi ki de Endoplazmik Retikulum var, bu sayede golgi aygıtında analize tabii tutulan salgıların zararlı olanları paketlenip tahliye edilirken bu arada faydalı olanlar da veziküller halinde sitoplâzmaya aktarılma işlemi gerçekleşir. Ayrıca çekirdek etrafında ağ görünümün de yapı içerisinde, yani sarnıçlar arasında kesecikleri andıran yapılarda söz konusu. Anlaşılan bu karmaşık yapı boşuna dizayn edilmemiş, bilakis hücre içi ve komşu hücreler arası ilişkilerde Mikro Nizamı âlem-i sağlayacak işlev için vardır.
Hele ki sitoplâzma zarının hücre içi fonksiyonlarını iyi analiz ettiğimizde: Osmoz basınç ve geçirgenlikle madde aktarımının sağlandığı ve solunum işleminin sağlanması gibi bir dizi yükümlülükleri sırtlandığı gerçeği ile yüzleşiriz. Yetmedi bu arada stokrom ve oksidatif enzimlerin hücre içi faaliyetlerde çok büyük ölçekte katkı sunduğunu fark ederiz. Tabii bu katkı sunuş birtakım moleküllerin hücre içine geçişini sağlayacak şekilde parçalara ayırma işlemini yürüten hidroliz enzimleri içinde geçerlidir.
Sitoplâzma zarı ile hücre çeperi arasındaki aralığa periplazma adı verilirken sitoplâzma zarından içe doğru kese şeklinde oluşumlara da mezozom denmektedir. Ayrıca mezozomlar fonksiyonel olarak mitokondrilere benzediklerinden kondroid olarak tanımlanırlar.
Hücreler ekseriyetle renksiz görünüm arz eder. Ancak lipoid ihtiva edenler sarımtıraktırlar. Hücre morfolojik yapı itibariyle dış kısmında zar, iç kısmında ise sitoplâzma ve çekirdek vardır. Malumunuz, hücre zarı ile çekirdek zarı arasındaki sıvı sitoplâzma olarak addedilirken, hücre çekirdeğini oluşturan sıvı ise karyoplazma olarak addedilir. Bu arada nasıl ki dünyamızın küre şeklinde kapladığı bir alanı varsa aynen öyle hücrenin de kendine has kıta sahanlığı söz konusudur. Tabiî ki her şey kıta sahanlığıyla sınırlı değil, bu sahanlığın içerisinde konuşlanmış pek çok mikro yapılarda kendi içerisinde birer âlemdir. Madem öyle, mikro âlemlerden hareketle on sekiz bin âlemin yaratıcısı Yüce Allah’ı ne kadar ansak azdır. Zaten eşrefi mahlûkat insana da Allah’ı zikretmek yaraşır.
Hücre zarı canlı bir maddenin (protoplazma) kale surları gibidir. Ve bu surların ortasında lipid katmanı, iç ve dış yüzeyinde ise protein katmanı vardır. Ancak bu surlara katman gözüyle bakıp geçiştiremeyiz, bikere söz konusu katmanlar mimari sanat sahibinin varlığını ortaya koyan işaret tuğları olarak dikkat çekmekte. Hele mikroskobunun başında bir insan bu surların içerisini dalmaya görsün, bir bakmışsın o insan içten içe doğru uzanan sarnıçlı kanallarda adeta kanal turu yapar da. Hatta bu kanallarda tur atmanın ötesinde çok büyük işlerde çevrildiğine şahit olunur. Tahmin etmişsinizdir hangi kanallardan söz ettiğimizi, hiç kuşkusuz bu kanallar Endoplazmik Retikulum kanallarından başkası değil elbet. Endoplazmik Retikulum bağrında taşıdığı sıvı havuzu yardımıyla çekirdek veya sitoplâzmadan aldığı maddeleri transfer etmenin yanı sıra nükleus (çekirdek) içerisinde konuşlanmış ribozomlarca imal edilen salgıları golgi cihazına transfer etmekle de meşhurdur. İyi ki de Endoplazmik Retikulum var, bu sayede golgi aygıtında analize tabii tutulan salgıların zararlı olanları paketlenip tahliye edilirken bu arada faydalı olanlar da veziküller halinde sitoplâzmaya aktarılma işlemi gerçekleşir. Ayrıca çekirdek etrafında ağ görünümün de yapı içerisinde, yani sarnıçlar arasında kesecikleri andıran yapılarda söz konusu. Anlaşılan bu karmaşık yapı boşuna dizayn edilmemiş, bilakis hücre içi ve komşu hücreler arası ilişkilerde Mikro Nizamı âlem-i sağlayacak işlev için vardır.
Hele ki sitoplâzma zarının hücre içi fonksiyonlarını iyi analiz ettiğimizde: Osmoz basınç ve geçirgenlikle madde aktarımının sağlandığı ve solunum işleminin sağlanması gibi bir dizi yükümlülükleri sırtlandığı gerçeği ile yüzleşiriz. Yetmedi bu arada stokrom ve oksidatif enzimlerin hücre içi faaliyetlerde çok büyük ölçekte katkı sunduğunu fark ederiz. Tabii bu katkı sunuş birtakım moleküllerin hücre içine geçişini sağlayacak şekilde parçalara ayırma işlemini yürüten hidroliz enzimleri içinde geçerlidir.
Sitoplâzma zarı ile hücre çeperi arasındaki aralığa periplazma adı verilirken sitoplâzma zarından içe doğru kese şeklinde oluşumlara da mezozom denmektedir. Ayrıca mezozomlar fonksiyonel olarak mitokondrilere benzediklerinden kondroid olarak tanımlanırlar.
Malumunuz mezozomlar;
-Septal mezozomlar.
-Lateral mezozomlar olmak üzere iki tiptirler. Septal mezozomlar daha çok mitoz hücre bölünmesinde rol oynarlar.
Ribozomlar
Bilhassa ribozom; protein ve rRNA’lardan teşekkül edip ribozomal RNA olarak adıyla sahne alır. Ancak genel itibariyle RNA’dan söz edeceksek kendi içerisinde;
—rRNA (Ribozomal RNA),
—mRNA (Messenger RNA),
—tRNA (taşıyıcı RNA) olmak üzere üç başlıkta ele almamız gerekir. İşte bunlardan rRNA’nın fonksiyonuna baktığımızda çekirdek zarının surları hükmünde olan porlar vasıtasıyla sitoplâzmaya geçerek Endoplazmik Retikulum membranına bağlandıklarını görürüz. Tabii bu bağlanıştan ötürü granüller Endoplazmik Retikulum olarak tanımlanır. Peki ya diğerleri! İşte bunlardan mRNA hücre içerisinde fonksiyon itibariyle tıpkı rRNA gibi çekirdekte imal edildikten sonra aldığı direktifler doğrultusunda Endoplazmik Retikulumun izlediği yola benzer bir yol takip edip hücre için ne tür protein molekülü üretileceği, ya da hangi amino asitlerin nasıl bir kalıp ile sıralanacağının mesajını iletmekle görev ifa edecektir. Derken bu üstlendiği misyon sayesinde midemizde asit salgılama işlemlerinden tutunda steroid (testis, ovaryum ve böbrek üstü bezleri) faaliyet, kasılma ve gevşeme işlemlerine kadar bir dizi faaliyetlere imza atmış olur. Keza karaciğer hücreleri de boş durmayıp safra yapımı, glikojen dönüşümü gibi hayatsal olaylara imza atar. İşte insan bu noktada ister istemez acaba tüm bu işlemler olmasaydı kim bilir halimiz nice olurdu demekten kendini alamaz da. Gerçekten de Mikro Nizam-ı âlem olmasaydı ne böbreğimiz, ne karaciğerimiz, ne de diğer organellerin hiçbiri çalışmazdı. Her şeyden öte vücudumuzda ne hormonal dengeden ne de protein üretimi olacaktı, böylece tüm vücut iflas edip ölüm kaçınılmaz olacaktı. Madem öyle hücre çekirdeğinde imal edilen RNA’nın kıymetini bilmek gerekir.
Ribozomlar çekirdekten gelen elçilik vazifesi üstlenmiş mRNA’ların getirdikleri kalıplara göre protein imal edip, imal edilen ürünlerin taşıma işlemlerini de Endoplazmik Retikulum vasıtasıyla gerçekleştirir. Yani bu demektir ki protein sentezi çekirdekte DNA formatından mRNA formatına ve bu formattan da ribozomlar üzerinde polipeptit formatına çevrilen bir yazılım hadisesiyle vuku bulur. Şimdi gel de böylesi müthiş bir yazılım karşısında hayretler içerisinde ‘Allah’ deme, ne mümkün. Düşünsenize hücre ve hücreye ait her bir elemanın hafızası olmamasına rağmen imal edilen tüm genetik kod ürünler nesilden nesile aktarılabiliyor. Ne diyelim işte görüyorsunuz hücre temel taşı olarak hayat verdiği canlıya Allah dedirttirmek için vardır. Yani temel taşı olarak Mikro Nizam-ı âlem’in gereğini yapmaktalar. Şurası muhakkak canlının temel yapı taşları da kendi aralarında yaratılış kodları itibariyle farklıdırlar, ama görünüş itibariyle farklılıkları pek fark edilmez. İlginçtir her bir temel taşı hücre âlem yüklenmiş olduğu paket programlarla kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılamaktalar. Nasıl mı? İşte her türden madde imalının mitokondrial âlem program çerçevesinde veya mikro âlem paketi içerisinde gerçekleşmesi bu gerçeğin tipik göstergesi zaten. Dahası bizi hayretler içerisinde bırakan tüm mikro âlemde olan biten her ne varsa biliniz ki her şey Mikro Hücre Nizam-ı âlem programını oluşturan kodlarda gizli.
Evet, hücre âlemini anlamlı kılan paket programın dışında bağımsız hareket edebilme yeteneği ile de anlam ifade eder. Öyle ki mecbur kalmadıkça hormonal kontrole pek ihtiyaç duymazlar. Çok daraldıklarında sadece hormonal sistemden (salgı bezleri sistemi) talepte bulunurlar. Böylece Mikro Nizam-ı âlem’in tesisi için arz talep dengesi üzerinde hayat dengesi idame edilmiş olur.
Canlı âlem esas itibarıyla tek hücre sistem üzere kurulu bir yapıdır. Kaldı ki tek hücreli canlı âlemde tek düze değil, alt kademelerinde riketsialar, virüsler, bakteriyofajlar gibi subvarlıkların varlığı artık bir sır değil. Şu an bildiğimiz bu tür varlıklarda tipik bir hücre çekirdeğinin olmamasıdır. Dolayısıyla bunlar hücre yapısından uzak, hatta cansız yapıya daha çok benzeyen varlıklar olup ayrı bir inceleme konusudur. Mesela hücrelerin birleşmesiyle dokular meydana geldiği halde mikroplarda böyle bir oluşum söz konusu değildir. Ayrıca mikroplar bir araya geldiklerinde koloni oluşturup, başıboşturlar da. Bu demektir ki bildiğimiz hücre yapılarda kendi aralarında birliktelik sayesinde sistemleşmeye yönelik bir nizamilik göze çarparken, mikroplarda tam aksine gayri nizamî refleks sistem göze çarpar. Aslında ister çekirdekli hücre olsun ister çekirdeksiz hücre olsun hiç fark etmez mikro aleme bir bütün olarak baktığımızda üstlendikleri misyon gereği vazifelerini icra etmekle mükellef oldukları göze çarpmakta.
Peki ya hücreler arası iletişim nasıl sağlanmakta? Hiç kuşkusuz iletişim hücre zarı vasıtasıyla icra edilir. Tabiî ki bu sıradan iletişim değil, el sıkışıp muhabbetle kucaklaşmayı andıran bir iletişimdir. Şöyle ki hücre zarından çıkan bir takım uzantıların komşu hücrenin çöküntülü bölümüne yerleşmesiyle birlikte karşımıza ortaklaşa bir yapıya dönüşen bir tablo ortaya çıkar. İşte ortaya çıkan bu yapı doku diye adlandırılır. Derken bu aşamada doku için gerekli olan kan, oksijen, besin vs. maddeler hücre yönünden değil doku açısından değerlendirilip öyle işlevlik kazandırılacaktır. Nitekim golgi aygıtı hücre için çok önemli salgı yapan bir aygıt olmasına rağmen doku safhasına geçildiğinde adeta benim görev alanım buraya kadar deyip bu noktada daha üst fonksiyonlar için başka üniteler devreye girecektir. Anlaşılan o ki hücre aşamasında aktif olan unsurlar doku safhasına geçtiğinde resesif kalmaktalar. Ancak resesif kalmaları yok olmak anlamına gelmemekte, icabında istisnai kabilden diyebileceğimiz onarım veya üreme faaliyetleri söz konusu olduğunda veya doku harabiyeti durumlarda tekrardan teyakkuza geçip gün yüzüne çıkabiliyorlar.
Hücre âlemini oluşturan bileşikleri tasniflediğimizde organik ve inorganik olmak üzere iki ana başlıkta toplayabiliriz. Bilhassa hücrenin en önemli anorganik bileşiğini su oluşturur, daha sonra tuz ve kalsiyum gibi maddeler sıralanır. Hücrenin organik bileşiklerini ise protein ve türevleri, karbonhidrat ve türevleri, lipit ve türevleri kapsar. Hücre âlemin dış çerçevesi, yani hücre zarı protein ve lipit yapısındadır. İşte bu yapı sayesinde hücre içerisine giriş çıkışlar yaklaşık 7–8 Angström (Â) çapında por diye adlandırılan özel geçiş tüneller veya sırlarına eremediğimizi birçok özel taşıyıcılarla gerçekleşir. Bunlardan mesela 3,6 Â çapında Üre, 3Â çapında su molekülleri zarlardan kontrolsüz geçebiliyorlar. Sadece suda erimeyen bir takım glikoz gibi 8,6 angström çapında hücre yapısından daha iri birçok maddeler por gümrüğü kapısından ancak kontrollü bir şekilde kısmi giriş veya çıkış yapabilmekteler. Bu demektir ki hücre zarı geçişi milimetrenin yüz binde yedisi kadar dar bir alanda cereyan etmekte olup, öyle herkesin elini kolunu sallayıp rahatça geçebileceği yolgeçen hanı değildir. Zaten aksi durumda böylesi bir hücre yapının kendi kendine intiharı demektir. Belli ki giriş ve çıkışlar gayr nizami yapıda olsaydı bu durumda hücre âlem zararlı maddelerin yoğun bombardımanına uğrayarak kendi sonunu hazırlayacaktı. Her ne kadar hücrelerin hafızası olmasa da bir şekilde ihtiyacı olan besin maddelerini çevrelerinde kontrollü bir şekilde elde edebiliyorlar. Şayet alınacak madde zararsız, aynı zamanda küçük çapta atom, iyon ve molekül içeriyorsa hiçbir denetime tabii tutulmadan girişler basit bir difüzyon yoluyla gerçekleşebiliyor. Başka bir ifadeyle Oksijen ve CO2 gibi moleküller basit difüzyon metodu yoluyla, glikoz molekülleri özel taşıyıcı mekanizmayla, Na+ iyonları, iyot (I-) iyonları ve Ca+ iyonları ise enerji gerektiren taşıyıcı sistemlerle ancak hücre zarından geçiş yapabilmekteler. Difüzyonla geçemeyen dev moleküller ise sindirim sisteminde olduğu gibi ağız yoluyla değil, tıpkı fagositoz ve pinosotoz yönteminin aynısı diyebileceğimiz membran yoluyla (aktif yutma) geçiş gerçekleşir. Bilindiği üzere fagositoz hadisesi ışık mikroskobunda görülebilecek molekülleri yutan operasyon olup, pinositoz hadisesi ise ancak elektron mikroskobuyla görülebilen daha çok minimal moleküler seviyedeki cisimleri sindirme operasyonudur. İşte bu fagositoz ve pinositoz operasyonları sayesinde sindirilmesi güç olan büyük parçacıklar paketlenerek stoplazmaya transfer edilmiş olurlar. Sitoplâzmaya geçiş yapan maddeler ister fagositoz ister pinositoz yöntemiyle alınsın fark etmez sonuçta sarılmış paket halinde bağımsız olarak konuşlanıp hücrenin beslenmesi sağlanır. Tabiî ki sadece beslenme değil zararlı maddeler ve bakterilerin bertarafı içinde yutma fonksiyonu icra edilir. Mesela Retikülo endotelial sistem hücreleri her türden yabancı hücreleri, bakterileri, hatta ölmüş hücre döküntülerini fagosite ederek sitoplâzmalarında eritip imha etmek için vardır. Şayet eritemezlerse bu kez sitoplâzmalarında haps ederek vazifesini deruhte etmiş olur.
Mitokondrium
Sanmayın ki sadece canlılar solunum yapmakta, canlıların temel taşı olan hücrelerde solunum yapmaktalar. Üstelik her bir hücrenin solunumu birbirinden bağımsız olarak gerçekleşmektedir. Şöyle ki her hücrenin ihtiyacı olan oksijen akciğer solunumu vasıtasıyla elde edilip kan yoluyla kendilerine iletilmektedir. Nasıl ki her bir hücre için solunum söz konusu ise yine her bir hücre için mitokondrium içerisinde enerji odalarının yanı sıra bu odalar içerisinde konuşlanmış yaklaşık 15000 kadar enzim ünitesi bu iş için vardırlar. Ayrıca bu odalarda Krebs devresi, solunum zinciri ve ATP oluşumu için özel bölümlerde yer alır. Ve bu özel bölümler sayesinde bir dizi enzim faaliyetleri cereyan edip nihayetinde ATP enerji kaynağı üretilebiliyor. Malum ATP üretim maddesinin hammaddesi oksijen ve besinler olup işlenen hammaddelerden açığa karbondioksit ve su çıkabiliyor. İşte bu nedenle mitokondrilere hücrenin enerji ocakları denmektedir. İyi ki de enerji ocakları var, bu sayede hücrenin % 95 enerjisi mitokondrial faaliyetlerle sağlanır. İcabında sağlanan bu enerji ilerisinde kullanılmak üzere lüzumu halinde gerek hücre içi, gerekse hücre dışı faaliyetlerde mitokondri içerisine konuşlanmış ATP (Adenozin trifosfat) bünyesinde depo edilebiliyor. Böylece bir sonraki aşamada ATP’nin parçalanmasıyla birlikte açığa çıkacak enerji daha çok kas kasılması, madde taşınması, sinir ağı iletişim, hücre kalori ihtiyacının karşılanması ve birçok kimyasal reaksiyonlarda kendini gösterecektir. Unutmayalım ki şu da bir gerçek besinlerin parçalanmasıyla teşekkül eden Hidrojenin oksidatif fosforilasyonla (enerji değişimi) yakılma işlemi bile mitokondrilere ait bir faaliyetin eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Nasıl mı? İşte Asetil koenzim-A’nın enzimden enzime geçtiği işlemler sırasında CO2 ve H2O’yun açığa çıkmasıyla birlikte ATP enerjisi meydana gelmesiyle elbet. Esas itibarı ile mitokondriler glikozu yakıp ait olduğu her bir hücre için enerji üretmekle vazifeli ocağımızdır. Bu arada enerji üretimi ocağından arda kalan küllerin (artık maddelerin) atılması ise su ve karbon dioksit şeklinde hücre dışına tahliye edilerek gerçekleşir.
Peki, mitokondrilerin yapısı nasıldır derseniz, morfolojik olarak yağ ve protein moleküllerinden yapılmış çift ünit zarla çevrili olup iç kısmı ise kıvrımlı kristalarla kaplıdır. Bu kristaların aralarında Krebs devresine ait enzimlerin bulunduğu özel bir sıvının yanı sıra çözelmiş lipid ve proteinlerde mevcut olup aynı zamanda mitokondrinin yapısında %1’den az da olsa RNA belirlenmiştir. Hatta nevi şahsına münhasır türden diyebileceğimiz DNA’nın varlığı da tespit edilmiştir. Bunun anlamı nukleusun dışında bile birtakım genetik bilgi doküman işlemlerinin mitokondri âlem bünyesinde de gerçekleşiyor olmasıdır.
Ribozomlar çekirdekten gelen elçilik vazifesi üstlenmiş mRNA’ların getirdikleri kalıplara göre protein imal edip, imal edilen ürünlerin taşıma işlemlerini de Endoplazmik Retikulum vasıtasıyla gerçekleştirir. Yani bu demektir ki protein sentezi çekirdekte DNA formatından mRNA formatına ve bu formattan da ribozomlar üzerinde polipeptit formatına çevrilen bir yazılım hadisesiyle vuku bulur. Şimdi gel de böylesi müthiş bir yazılım karşısında hayretler içerisinde ‘Allah’ deme, ne mümkün. Düşünsenize hücre ve hücreye ait her bir elemanın hafızası olmamasına rağmen imal edilen tüm genetik kod ürünler nesilden nesile aktarılabiliyor. Ne diyelim işte görüyorsunuz hücre temel taşı olarak hayat verdiği canlıya Allah dedirttirmek için vardır. Yani temel taşı olarak Mikro Nizam-ı âlem’in gereğini yapmaktalar. Şurası muhakkak canlının temel yapı taşları da kendi aralarında yaratılış kodları itibariyle farklıdırlar, ama görünüş itibariyle farklılıkları pek fark edilmez. İlginçtir her bir temel taşı hücre âlem yüklenmiş olduğu paket programlarla kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılamaktalar. Nasıl mı? İşte her türden madde imalının mitokondrial âlem program çerçevesinde veya mikro âlem paketi içerisinde gerçekleşmesi bu gerçeğin tipik göstergesi zaten. Dahası bizi hayretler içerisinde bırakan tüm mikro âlemde olan biten her ne varsa biliniz ki her şey Mikro Hücre Nizam-ı âlem programını oluşturan kodlarda gizli.
Evet, hücre âlemini anlamlı kılan paket programın dışında bağımsız hareket edebilme yeteneği ile de anlam ifade eder. Öyle ki mecbur kalmadıkça hormonal kontrole pek ihtiyaç duymazlar. Çok daraldıklarında sadece hormonal sistemden (salgı bezleri sistemi) talepte bulunurlar. Böylece Mikro Nizam-ı âlem’in tesisi için arz talep dengesi üzerinde hayat dengesi idame edilmiş olur.
Canlı âlem esas itibarıyla tek hücre sistem üzere kurulu bir yapıdır. Kaldı ki tek hücreli canlı âlemde tek düze değil, alt kademelerinde riketsialar, virüsler, bakteriyofajlar gibi subvarlıkların varlığı artık bir sır değil. Şu an bildiğimiz bu tür varlıklarda tipik bir hücre çekirdeğinin olmamasıdır. Dolayısıyla bunlar hücre yapısından uzak, hatta cansız yapıya daha çok benzeyen varlıklar olup ayrı bir inceleme konusudur. Mesela hücrelerin birleşmesiyle dokular meydana geldiği halde mikroplarda böyle bir oluşum söz konusu değildir. Ayrıca mikroplar bir araya geldiklerinde koloni oluşturup, başıboşturlar da. Bu demektir ki bildiğimiz hücre yapılarda kendi aralarında birliktelik sayesinde sistemleşmeye yönelik bir nizamilik göze çarparken, mikroplarda tam aksine gayri nizamî refleks sistem göze çarpar. Aslında ister çekirdekli hücre olsun ister çekirdeksiz hücre olsun hiç fark etmez mikro aleme bir bütün olarak baktığımızda üstlendikleri misyon gereği vazifelerini icra etmekle mükellef oldukları göze çarpmakta.
Peki ya hücreler arası iletişim nasıl sağlanmakta? Hiç kuşkusuz iletişim hücre zarı vasıtasıyla icra edilir. Tabiî ki bu sıradan iletişim değil, el sıkışıp muhabbetle kucaklaşmayı andıran bir iletişimdir. Şöyle ki hücre zarından çıkan bir takım uzantıların komşu hücrenin çöküntülü bölümüne yerleşmesiyle birlikte karşımıza ortaklaşa bir yapıya dönüşen bir tablo ortaya çıkar. İşte ortaya çıkan bu yapı doku diye adlandırılır. Derken bu aşamada doku için gerekli olan kan, oksijen, besin vs. maddeler hücre yönünden değil doku açısından değerlendirilip öyle işlevlik kazandırılacaktır. Nitekim golgi aygıtı hücre için çok önemli salgı yapan bir aygıt olmasına rağmen doku safhasına geçildiğinde adeta benim görev alanım buraya kadar deyip bu noktada daha üst fonksiyonlar için başka üniteler devreye girecektir. Anlaşılan o ki hücre aşamasında aktif olan unsurlar doku safhasına geçtiğinde resesif kalmaktalar. Ancak resesif kalmaları yok olmak anlamına gelmemekte, icabında istisnai kabilden diyebileceğimiz onarım veya üreme faaliyetleri söz konusu olduğunda veya doku harabiyeti durumlarda tekrardan teyakkuza geçip gün yüzüne çıkabiliyorlar.
Hücre âlemini oluşturan bileşikleri tasniflediğimizde organik ve inorganik olmak üzere iki ana başlıkta toplayabiliriz. Bilhassa hücrenin en önemli anorganik bileşiğini su oluşturur, daha sonra tuz ve kalsiyum gibi maddeler sıralanır. Hücrenin organik bileşiklerini ise protein ve türevleri, karbonhidrat ve türevleri, lipit ve türevleri kapsar. Hücre âlemin dış çerçevesi, yani hücre zarı protein ve lipit yapısındadır. İşte bu yapı sayesinde hücre içerisine giriş çıkışlar yaklaşık 7–8 Angström (Â) çapında por diye adlandırılan özel geçiş tüneller veya sırlarına eremediğimizi birçok özel taşıyıcılarla gerçekleşir. Bunlardan mesela 3,6 Â çapında Üre, 3Â çapında su molekülleri zarlardan kontrolsüz geçebiliyorlar. Sadece suda erimeyen bir takım glikoz gibi 8,6 angström çapında hücre yapısından daha iri birçok maddeler por gümrüğü kapısından ancak kontrollü bir şekilde kısmi giriş veya çıkış yapabilmekteler. Bu demektir ki hücre zarı geçişi milimetrenin yüz binde yedisi kadar dar bir alanda cereyan etmekte olup, öyle herkesin elini kolunu sallayıp rahatça geçebileceği yolgeçen hanı değildir. Zaten aksi durumda böylesi bir hücre yapının kendi kendine intiharı demektir. Belli ki giriş ve çıkışlar gayr nizami yapıda olsaydı bu durumda hücre âlem zararlı maddelerin yoğun bombardımanına uğrayarak kendi sonunu hazırlayacaktı. Her ne kadar hücrelerin hafızası olmasa da bir şekilde ihtiyacı olan besin maddelerini çevrelerinde kontrollü bir şekilde elde edebiliyorlar. Şayet alınacak madde zararsız, aynı zamanda küçük çapta atom, iyon ve molekül içeriyorsa hiçbir denetime tabii tutulmadan girişler basit bir difüzyon yoluyla gerçekleşebiliyor. Başka bir ifadeyle Oksijen ve CO2 gibi moleküller basit difüzyon metodu yoluyla, glikoz molekülleri özel taşıyıcı mekanizmayla, Na+ iyonları, iyot (I-) iyonları ve Ca+ iyonları ise enerji gerektiren taşıyıcı sistemlerle ancak hücre zarından geçiş yapabilmekteler. Difüzyonla geçemeyen dev moleküller ise sindirim sisteminde olduğu gibi ağız yoluyla değil, tıpkı fagositoz ve pinosotoz yönteminin aynısı diyebileceğimiz membran yoluyla (aktif yutma) geçiş gerçekleşir. Bilindiği üzere fagositoz hadisesi ışık mikroskobunda görülebilecek molekülleri yutan operasyon olup, pinositoz hadisesi ise ancak elektron mikroskobuyla görülebilen daha çok minimal moleküler seviyedeki cisimleri sindirme operasyonudur. İşte bu fagositoz ve pinositoz operasyonları sayesinde sindirilmesi güç olan büyük parçacıklar paketlenerek stoplazmaya transfer edilmiş olurlar. Sitoplâzmaya geçiş yapan maddeler ister fagositoz ister pinositoz yöntemiyle alınsın fark etmez sonuçta sarılmış paket halinde bağımsız olarak konuşlanıp hücrenin beslenmesi sağlanır. Tabiî ki sadece beslenme değil zararlı maddeler ve bakterilerin bertarafı içinde yutma fonksiyonu icra edilir. Mesela Retikülo endotelial sistem hücreleri her türden yabancı hücreleri, bakterileri, hatta ölmüş hücre döküntülerini fagosite ederek sitoplâzmalarında eritip imha etmek için vardır. Şayet eritemezlerse bu kez sitoplâzmalarında haps ederek vazifesini deruhte etmiş olur.
Mitokondrium
Sanmayın ki sadece canlılar solunum yapmakta, canlıların temel taşı olan hücrelerde solunum yapmaktalar. Üstelik her bir hücrenin solunumu birbirinden bağımsız olarak gerçekleşmektedir. Şöyle ki her hücrenin ihtiyacı olan oksijen akciğer solunumu vasıtasıyla elde edilip kan yoluyla kendilerine iletilmektedir. Nasıl ki her bir hücre için solunum söz konusu ise yine her bir hücre için mitokondrium içerisinde enerji odalarının yanı sıra bu odalar içerisinde konuşlanmış yaklaşık 15000 kadar enzim ünitesi bu iş için vardırlar. Ayrıca bu odalarda Krebs devresi, solunum zinciri ve ATP oluşumu için özel bölümlerde yer alır. Ve bu özel bölümler sayesinde bir dizi enzim faaliyetleri cereyan edip nihayetinde ATP enerji kaynağı üretilebiliyor. Malum ATP üretim maddesinin hammaddesi oksijen ve besinler olup işlenen hammaddelerden açığa karbondioksit ve su çıkabiliyor. İşte bu nedenle mitokondrilere hücrenin enerji ocakları denmektedir. İyi ki de enerji ocakları var, bu sayede hücrenin % 95 enerjisi mitokondrial faaliyetlerle sağlanır. İcabında sağlanan bu enerji ilerisinde kullanılmak üzere lüzumu halinde gerek hücre içi, gerekse hücre dışı faaliyetlerde mitokondri içerisine konuşlanmış ATP (Adenozin trifosfat) bünyesinde depo edilebiliyor. Böylece bir sonraki aşamada ATP’nin parçalanmasıyla birlikte açığa çıkacak enerji daha çok kas kasılması, madde taşınması, sinir ağı iletişim, hücre kalori ihtiyacının karşılanması ve birçok kimyasal reaksiyonlarda kendini gösterecektir. Unutmayalım ki şu da bir gerçek besinlerin parçalanmasıyla teşekkül eden Hidrojenin oksidatif fosforilasyonla (enerji değişimi) yakılma işlemi bile mitokondrilere ait bir faaliyetin eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Nasıl mı? İşte Asetil koenzim-A’nın enzimden enzime geçtiği işlemler sırasında CO2 ve H2O’yun açığa çıkmasıyla birlikte ATP enerjisi meydana gelmesiyle elbet. Esas itibarı ile mitokondriler glikozu yakıp ait olduğu her bir hücre için enerji üretmekle vazifeli ocağımızdır. Bu arada enerji üretimi ocağından arda kalan küllerin (artık maddelerin) atılması ise su ve karbon dioksit şeklinde hücre dışına tahliye edilerek gerçekleşir.
Peki, mitokondrilerin yapısı nasıldır derseniz, morfolojik olarak yağ ve protein moleküllerinden yapılmış çift ünit zarla çevrili olup iç kısmı ise kıvrımlı kristalarla kaplıdır. Bu kristaların aralarında Krebs devresine ait enzimlerin bulunduğu özel bir sıvının yanı sıra çözelmiş lipid ve proteinlerde mevcut olup aynı zamanda mitokondrinin yapısında %1’den az da olsa RNA belirlenmiştir. Hatta nevi şahsına münhasır türden diyebileceğimiz DNA’nın varlığı da tespit edilmiştir. Bunun anlamı nukleusun dışında bile birtakım genetik bilgi doküman işlemlerinin mitokondri âlem bünyesinde de gerçekleşiyor olmasıdır.
Lizozom
Lizozomlar tek ünit zarla çevrili olup fagozom denilen oluşumlar sayesinde hücre içi ve hücre dışı kaynaklı maddeleri sindirerek zararsız hale getirmekle vazifelidirler. Lizozomlar hakkında kısaca bir tür sindirim mekanizma işlevi olan yapılar dersek yeridir.
Mikrocisim
Mikrocisimler tek ünit zarla çevrili olup iç kısmı daha çok peroksidaz içeren enzimleri kapsamaktadır. Bünyesinde taşıdığı belli başlı enzimler katalaz, ürik asit, oksidaz ve D-amino asit oksidazlarla sahne alır hep. İşte bağrında taşıdığı bu enzimler sayesinde oksijen hidrojen perokside, hidrojen peroksit ise suya dönüşebiliyor.
Mikrotubulus
Mikrotubuluslar da tek ünit zarla çevrili olup borucuklu ışıksal bir görünüm arz ederler. Bunlar daha çok hücre içi iletişimde rol aldıkları düşünüldüğü gibi kromozomların bölünme evreleri esnasında kutuplara çekilmelerine yardımcı oldukları tahmin edilmektedir. Mikroskobik incelemeler sonucunda tahminlerin ötesinde sentriyollerin üçerli gruplar halinde hücre bölünmesinde kromozomların kutuplara doğru yol almasında rol oynadıkları gözlemlenmiştir.
Nükleus
Yukarıda da belirttiğimiz üzere hücre âlem yapı bakımdan çekirdek, protoplazma ve hücre zarı diye üç ana bölümden oluşup, bunların en gözde çarpanı hiç kuşkusuz çekirdektir. Çekirdekte malum protoplazmanın ortasında konuşlandırılmıştır. Besbelli ki merkezde konuşlandırılması boşuna değilmiş, bir üs kulesi rolü üstlenmiş gözüküyor. Tüm hücre faaliyetleriyle ilgili kararlar bu merkez sayesinde alınabilmekte. Nitekim hücrenin asıl genetik haritasını ortaya koyan yapı nükleustur. Böylece merkeze bağlı hücre elemanların her biri gelen direktiflere göre hareket etmektedirler.
Nukleuslar genelde oval olup merkezde çoğunlukla tektir. Fakat istisnai olarak yetişkin insanların karaciğer hücreleri, testislerin leydig hücreleri (spermleri harekete geçiren hücreler) ve osteoklastlar (kemik hücresi) içerisinde çekirdek sayısı artabiliyor, hatta aralarında çekirdek sayısı yüzü bile bulan var.
Nukleuslar dışta çekirdek zarı, içte ise çekirdek plazması, çekirdekçik (nukleolus) ve kromatin ipliklerinden ibaret bir yapıdır. Bu yapıya sırasıyla şöyle göz attığımızda çekirdek zarının tıpkı hücre zarı gibi bir misyon yüklendiğini fark ederiz. Zira tüm kontrol mekanizmalarını çekirdek zarında bulunan porlar vasıtasıyla gerçekleşmekte. Böylece çekirdek ve sitoplâzma arasında geçişlerde tüm maddeler diffuzyona tabii tutulurlar.
İkinci yapı konumunda çekirdek sıvısına (karyoplazma) baktığımızda da içerisinde çözülmüş maddelerin bulunduğu karmaşık kimyasal bileşenlerden oluşan bir alanı temsil ettiğini fark ederiz.
Üçüncü yapı diyebileceğimiz çekirdekçik yapıda ise kromatin ağı ve iplik taneciklerinden meydana gelmiş olup içerisinde ribonükleik asitin sentezlendiğini fark ederiz. Öyle ki, sentez edilen bu ürünler RNA’nın işbirliği öncülüğünde rRNA (ribozomal RNA) ve mRNA (messenger RNA) ve tRNA (taşıyıcı RNA) olmak üzere üç tip halde sitoplâzmaya aktarılırlar. Derken aktarılan bu misafirler aminoasitlerce karşılanarak protein yapımı gerçekleşir. Hiç kuşkusuz hücre içerisinde gerçekleşen bu protein yapımının baş öncüsü veya çekirdek içerisinde tüm kalıtsal faaliyetlerin baş mimarisi DNA’dan başkası değil elbet. Zira DNA minarenin spiral merdivenleri misali bir çift sarmal zinciri şeklinde taşıdığı bir takım özel enzimlerle kendi kendine bölünüp kendi cinsinden iki polimeraz zincir üretmekle mahir minaremizdir. İşte bu müthiş dönüşüm ve kopyalama olayına Reduplikasyon denmektedir. Böylece ikileşme hadisesi, yani reduplikasyon olayı sayesinde ortaya çıkan kopyaların sitoplâzmaya geçmesiyle birlikte beraberinde protein sentezi yapımına yönelik genetik kodlar aktarılmış olur. Bilhassa bu bilgi akışında şunu unutmamak gerekir ki; tüm bu faaliyetlerin başlangıcı noktası çekirdektir. Ancak bu noktadan başlayan her bir talimatın yerine getirilmesi içinde sitoplâzmaya kadar uzanan uzun yorucu bir maraton koşu için belli bir güç ve enerji gerektirmekte. Öyle sanıldığı gibi her şey kendi kendine olmuyor, mutlaka efor sarf etmeye ihtiyaç vardır. Nitekim çekirdek yapı bunca efor için ihtiyaç olan enerjiyi ATP enerji kaynağından karşılamakta. Şayet enerjinin tükenme noktasına gelip alarm verirse bu kez gerekli olan enerji ihtiyacı sitoplâzmadaki ATP’den karşılanır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz küçücük sandığımız bir âlemde akılları hayrette bırakacak derecede birbirinden ilginç bir dizi Nizam-ı âlem söz konusudur.
İşte bu hücre içi ve dışı Nizam-ı âlem faaliyeti içerisinde tüm büyüme ve gelişme gibi faaliyetlerini protein molekülleri sırtlanmaktadır. Nitekim proteinler aminoasit moleküllerin birbirleriyle peptit bağları oluşturmak suretiyle 20 değişik biçimde sahne alırlar. Keza canlı organizmalarda bir takım kimyasal reaksiyonlar sonucu oluşan enzimlerin (fermentler) katalizör (hızlandırıcı) etkisiyle var olmaktalar. Böylece enzimler bir yandan katalizör rolüyle hücre içi moleküllere hayatiyet verici etki yaparken, diğer yandan düzenleyici rolüyle de tıpkı bir anahtarın kilitle buluşması görevi ifa eyler. İlginçtir katalizör ve düzenleyici rolünü tamamladığında benim işim buraya kadar bana evvellah demeyip bu kez bir başka alanda Mikro Nizam-ı âlem faaliyeti için işe koyulacaktır. Üstelik başka bir iş için yola çıktığında enzim yapıların başına herhangi bir zeval gelmeyecek şekilde Allah’a emanet edip oradan öyle ayrılacaktır.
Nasıl ki bedenimiz her yıl kendi kendini yeniliyorsa hücrelerde her saniyede kendi kendine 50 milyon kez doğarak, gelişerek ve yaşlanarak deveran olmaktalar. Zaten her doğuş, her diriliş, her zeval oluş hücre âlem içinde kaçınılmaz alın yazısıdır. Tabii kaderden kaçış olamaz. Bikere yazılan kader yazgısı gereği bir yandan yaşlı ana hücrelerin ölümü gerçekleşirken diğer yandan ana hücrenin bağrından kopan iki genç hücrede yeniden diriliş için var olmaktalar. Böylece ölenle ölünmez mesajı sunulmuş olur. Şu da var ki yaşlı hücrenin insan ölümünden farkı cesetsiz ölüm vuku bulmuş olmasıdır.
Şurası muhakkak tüm canlı cansız âlemin doğuşu, gelişimi, yaşlanması ve ölüm evreleri canlının temel yapı taşı hükmünde olan hücre âlem içinde geçerlidir. Öyle de olması gerekir.
Velhasıl her şey fani, baki olan sadece Allah’tır.
Vesselam.