Kıyas; mukayese yapmak ya da bir şeyi dayanak yapıp görüş (rey) belirtmek demek. Nitekim “Buğdayı buğday ile misli misliyle satınız, fazlasını satarsanız fazlası faiz olur” hadis-i şerifte geçen “buğdayı buğday ile misli misliyle satınız” ifadesi bir kıyastır. Tabii bu arada tek başına kıyas demekle iş bitmiyor, dahası var. Şöyle ki, kıyasın celi (açık veya anlaşılabilir)  olanı olduğu gibi hafi (gizli-istihsan) olanı da vardır. Mesela kirli havuz ve kuyuların taşlarında pislik izi kalabileceğinden kıyasla kuyudan çıkarılan suyun temiz olamayacağı hükmüne varılır ki, işte bu hüküm gizli kıyas olarak karşılık bulur. Hakeza yırtıcı kuş artıklarının temiz olmaması gerekirken, gagalarının kemik olduğu düşünüldüğünde gizli kıyas gereği temiz addedilir. Ancak yırtıcı hayvanlar bundan istisnadır. Çünkü bu tip hayvanların ağızlarından salya aktığı aşikârdır.

Kıyas zannı delil olarak kabul görür. Bakın bu hususta Kur’an’da beyan buyrulan; “Göklerin ve yerin hükümranlığına bakmıyorlar mı?” (A’raf,185) “Düşünmüyorlar mı ki arkadaşları olan Peygamberde bir delilik yoktur” (A’raf,184) ayetler ışığında akıl melekesiyle birçok hakikatlere ulaşılabileceğinin işaretleri verilir de. Bu zikredilen ayetlere rağmen kıyası delil olarak kabul etmeyenlerde var.  Onlar genellikle;  Allah Teala’nın beyan buyurduğu; ‘Sana kitabı her şeyi açıklayıcı olarak indirdik’ (Nahl, 89) ve ‘Yaş kuru hiçbir şey yoktur ki açık olan kitapta zikredilmesin’ (En’am,59) ayeti kerimelerin çıplak anlamını baz alırken gözden kaçırdıkları bir husus var ki, o da kıyasın ispatlayıcı bir delil değil, açıklayıcı bir delil olduğudur. Kaldı ki  delil olarak gösterdikleri ayette geçen ‘..her şeyi  açıklayıcı...’ ifadesi anlam bakımdan noksandır. Şayet dar bir mantıktan hareketle tıpkı onlar gibi sırf ayetlerin zahiri anlamlarıyla kendimize rota çizmeye kalkışırsak Allah korusun sünneti ve hadisi şerifleri bile rafa kaldırmamız gerekir. Oysa birçok müfessir; En’am süresinde zikredilen ‘kitap’ ibaresinden maksadın levh-i mahfuz olduğunu belirtmişlerdir.  

Malum, Resulü Ekrem Muaz b. Cebel’i Yemen’e kadı tayin ettiğinde:
— Ya Muaz! Oraya vardığında ne ile hükmedeceksin?
Muaz bin Cebel cevaben:
— Allah’ın kitabı ve Sünnet-i nebeviyle hükmederim demiştir.
Allah Resulü:
— Peki ya kitap ve sünnette hüküm bulamazsan?
Muaz bin Cebel bu kez:
— O zaman kendi içtihadımla hüküm veririm, cevabını vermiştir.
Tabii bu durumda Resulü Ekrem (s.a.v) Muaz b. Cebel’in bu akıl dolusu sözlerine karşılık:
— Allah’a şükürler olsun ki; seni Resulünün razı olacağı hükme başarılı kıldı beyan buyurup son derece hoşnut olmuştur. İşte bu karşılıklı soru ve cevap ilişkisinde nasıl ki  Rasulullah’ın ‘Kitap ve sünnette bulamazsın’ sorusundan maksat her hükmün kitap ve sünnette açık açık yer alamayacağını gösteren bir işaret taşıysa ayni ölçüde Muaz b. Cebelin ‘Kendi içtihadımla amel ederim’ cevabı da kıyasın varlığını ortaya koyan bir başka işaret taşıdır. Mesela ilmiyle bir âlim zinaya kıyasla herhangi kötü bir fiili işlemenin yasak olduğunu dile getirmekle kitabın hilafına bir görüş belirtmiş olmaz. Kaldı ki Allah Teâlâ insan hayatına zarar verici herhangi zehirli bir maddeye yasak koyduğunda elbette ki ulema bu yasak kapsamından hareketle kıyas yoluyla birçok zehirli maddenin  hangisinin yasak  hangisinin yasak olmadığı hususunda hüküm ortaya koyacaktır.. Anlaşılan o ki,  Allah Teâlâ kullarına helal veya haram kıldığı her ne varsa bunların her birinin özelliğini, niteliğini, ayrıntısını açıklamadan bildirmiştir. Belli ki ayrıntıları ortaya koymak ulemanın çalışma ve gayretine bırakılmış. Böylece kıyas yoluyla düşünce ve fikir dünyası diri tutulur da.   

Bakın; kıyas gerçeğinin bir başka en çarpıcı örneğini Resulullah’a sual edilen soruda görmek mümkün. Şöyle ki;
Hasamiyye;
— Ya Rasulüllah! Babam haccetmeden vefat etti, şimdi ben babamın yerine Hac farizasını yerine getirmiş olsam faydası olur mu?
Habib-i Kibriya (s.a.v) bu suale karşılık şöyle bir kıyas soru yöneltir:
— Babanın borcu olsa onu sen ödesen, babanın borcu ödenmiş olmaz mı?
Hasamiyye cevaben:
— Ya Rasulullah! Elbette ödenir, der.
Ve en son Rasulullah (s.a.v):
— O halde Allah’a olan borcun kaza edilmesi daha layıktır kıyas-ı cevapla tasdik edip maksat hâsıl olur da. 

Hakeza Hz. Ömer (r.anh)'da Allah Resulünün izlediği yöntemden hareketle bu ve buna benzer kıyas örneklerini şura heyetiyle birlikte birçok meseleyi karara bağlamıştır. Öyle ki, halifelik döneminde; Kadı Şureyh ve Ebu Musa el Eş’arı gibi kadılara gönderdiği mektuplarla edille-i şer’iyye hükümlerin yerine getirilmesi hususunda telkinlerde bulunmuş bile. Her ne kadar edille-i şer'iyye kapsamında kıyasın sıralamada yeri en son delil kaynak olsa da aslında düşünce ve tefekkür yönüyle değerlendirildiğinde birinci sırada kaynak gibi durmakta. Yani,  hiyerarşik sıralamanın en son sırasında olmak bu delilin etki gücünden bir şey kaybettirmiyor. Nasıl kaybettirsin ki, bir kere hiyerarşik sıralama gereği kitap ve sünnet arasında gel git yaşandığında öncelikle kitap esas alınır, şayet iki sünnet arasında kıyas söz konusu olduğunda meşhur sünnet meşhur olmayana tercih edilir. Yetmedi diğer alt ve üst tali kaynaklara başvurulur. Mesela bu hususta nass zahire, müfesser nassa, muhkem müfessere, hakikat mecaza, sarih kinayeye ve ravisi fakih olan hadis fakih olmayan hadise tercih edilir. Tüm bu araştırmalara rağmen oldu ya iki delil arasında denklik söz konusu oldu,  artık bu noktadan sonra her iki delil delil olmaktan çıkmış olur. Tabii şu önemli ayrıntıyı da atlamamak gerekir; delil incelenmesinde ilk evvela ayetlerin nüzul ve hadislerin söyleniş tarihleri esas alınır, aksi takdirde en son nüzul olan ayet ya da hadis öncekini nesh etmişse bu durum gözden kaçmış olacaktır. Keza bir başka dikkat edilmesi gereken husussa iki sünnet arasında karar verememe ya da çelişki hâsıl olduğunda ne yapılacağıdır.  Elbette böyle bir durumda sahabe içtihadı dikkate alınır,  şayet sahabe arasında gel git yaşanır ya da ihtilafı bir mevzu varsa bu kez kıyas-ı fukaha’nın görüşü esas alınır. Nitekim Numan b. Beşir;  Resulü Ekrem'in güneş tutulduğunda bir rükû ve iki secde ile namazı eda ettiğini rivayet ederken, Hz. Aişe (r.anh)’da;  iki rekât kıldığını ancak her rekâtında iki rükû ve iki secde ile eda edildiğini rivayet etmiştir.  İşte görüyorsunuz ortada birbirinden farklı iki rivayet var, dolayısıyla iki rivayet arasında tercih imkânı kalmadığından,  ister istemez diğer kılınan namazlara kıyasen bir rükû ve iki secde ile iki rekât namaz eda edilmesi gerektiği hükmünde karar kılınır. 

Edille-i Şer'iyye dışında bir takım delillerde söz konusu, ama ortada hükmü sabit bir delil varken zannı delile pek itibar edilmez. Yinede edille-i şer’iyye kapsamı dışında İslam öncesi şeriatlar, istishab, taklid, istidlal, örf ve maslahat gibi delillerin varlığından haberdar olmakta fayda var. Her ne kadar bu delillerin büyük ölçüde hükmü kalkmış olsa da mukayese açısından, ya da ihtiyaç hâsıl olduğunda başvuracak kaynak olabiliyor. Yeter ki, bunlar İslam'ın belirlediği ölçülere aykırı israiliyat haber olmasın. Kelimenin tam anlamıyla İslam’ın insanlığa inmiş en son kâmil bir din olması hasebiyle bir önceki şeriatları nesh ettiği icma ile sabitse de sahih olan görüşe göre Allah Teâlâ ve Resulünü inkâr etmeksizin eski şeriat kaynaklara başvurabilir noktasında tamamen kapılar kapılmış değildir. Ancak bu kaynakların mutlak anlamda bağlayıcılığı yoktur.

İstishab
; bir şeyin aksi ortaya çıkmadıkça var sayılabilecek bir delildir. Hanefilere göre kayıp bir insanın malına varis olunmayacağı gibi ihtiyaten mal paylaşımı durdurulur da.  Yine bir başka istishab örnekse, Hz. İsa’nın şer’iatı İslamiyet’in zuhuruna kadar geçerli hükmüdür.

Taklid, delil olarak algılansa da, aslında özünde birçok kusuru barındırması muhtemel dâhilinde bir delil niteliğe sahiptir.

Örf; İslam kaidelerine, akla ve mantığa ters düşmemek kaydıyla delil olarak kabul görebiliyor.  Bu yüzden örf deyip geçmemek gerekir. Hele örf teamül hale gelmeye dursun toplum içinde yerleşik alışıla gelen hüküm niteliği kazanır da. Örf; sözlü olduğu gibi fiili de olabilir. Mesela fıkıh kitaplarında şöyle örnekler getirilir; mesela bir kimse; ‘falan eve ayağımı basmam’ tarzında yemin ettiğinde örf’en o eve girmeyeceği anlaşılır, dolayısıyla o eve binek üzeri girildiğinde yemin bozulmuş olur. Besbelli ki, nass geneli kapsayan bir delil niteliği taşırken, örf ise belirli bir alanla sınırlı yerel delildir. Ancak ister genel alanda ister yerel alanda şer’i delille örf arasında ihtilaf söz konusu olduğunda delil olarak nass tercih edilir. Zaten şer'i hükmün varlığında bir başka hüküm hükümsüzdür. Şer’i hükmün üstünlüğü o kadar gayet açık ve net ki,  yerleşik bir örfün doğruluğunu tespit etmek ya da yanlışlığını bildirmek için vahy nüzul olmuş bile. Kaldı ki yerleşik bir örfle alakalı lehte veya aleyhte ilahi bir hüküm yoksa da söz konusu örf delil olarak kabul görebiliyor. Şayet mevcut örf değişikliğe uğrayıp eskisinden daha iyi bir örf oluştuğunda bu kez yenisi delil olarak esas alınır. Nitekim Mecellede geçen bir ifadede; ‘zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr edilemez’  hükmü bunu teyit ediyor. 

Hüküm; ilhamını Kur'an’dan alan kurallar manzumesi demektir. Bir kere Allah Teâlâ'nın haram bildirdiği haram, helal bildirdiği helal her ne varsa hepsi şer’i hükümdür.  Yine,  Şâri’   (bilge âlimler) tarafından dile getirilen “şu fiili yapmayınız” tarzında ifadeler de bağlayıcı hüküm kapsamındadır.  Değim yerindeyse şari’nin şer’i hükümler hususunda yap dediğini yapmak farz olur, yapma dediğini yapmak haram olur. Ancak Rabbül Âlemi’nin “şu işi ister yapınız isterse yapmayınız” hükmü söz konusu olduğunda artık o işi yapıp yapmamak mubah olur.

Alamet; ismiyle müsemma nişân (işaret) manasınadır. Şöyle ki; namaz içerisinde getirilen her bir tekbir diğer rükünlere geçişin bir alameti olarak addedilir. Ki, bu geçişler mutlak alamet diye tanımlanır Keza, namazda başlangıç tekbirleri namaz vakitlerini belirleyen parola niteliğinde işaret olması hasebiyle ‘illet alamet’ olarak tanımlanır. Yine bir başka misalde güneşin doğuşu ve batışı bir başka alamet örneği olarak karşılık bulur. Nitekim güneşin doğması gündüzün varlığına bir alamet teşkil ettiğinden, bu işaret ‘mecazen alamet’ olarak tanımlanır.

Mahkûmen bih; Hüküm altına alınan, hüküm verilen sorumluluk yaşına erişmiş her kulun müspet veya menfi fiillerini kapsayan bir kavramdır. Zira Allah hakkı (Namaz, oruç, iman vs.), kul hakkı (kendi dışındaki kişiye verilen zarar vs.) ve her ikisi birlikte tüm haklar (iftira gibi) bu kapsamda değerlendirilir.

Mahkûmun leh; lehinde hükmolunan, yani davayı kazanmış manasınadır.

Mahkûmun un aleyh; aleyhine hükmolunun, yani davayı kaybeden manasınadır. Madem öyle davayı kaybetmemek gerekir. Hem madem İlahi buyruğa muhatab kalıp sorumluluk yüklendik o halde ruhlar âlemindeyken; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” fermanı karşısında; verdiğimiz “Evet” (Zümer,71) sözünün gereğini yerine getirmemiz lazım gelir. Hatta Allah Teâlâ kalu bela’da vermiş olduğumuz o sözü inkâr etmeyelim diye her kavme peygamber göndermiştir. Yetmemiş âlimler ve diğer delillerle desteklemiş bile. Böylece bezm-i elestte verilen o söz her devirde kıyamete kadar canlı tutulur da. Derken sözünün eri olanlar kurtuluşa erer de.
         
Ehliyet; dini anlamak bakımdan tam ve eksik ehliyet diye tasnif edilir. Mesela çocuk ve bunaklar için eksik ehliyet tabiri kullanılırken, akıl ve buluğa ermiş olanlar içinde tam ehliyet olarak karşılık bulur.

Aklı kıt, yani deli birinin velisi ve ebeveynine bağlı olarak imanı sahih olur, keza dinden döndüğünde de öyledir. Hatta devam eden delilik süresince ibadetler bu kişiden düşer de. Ki; bu süreçte söz konusu ibadet namazsa İmam Muhammed'e göre altıncı namaz vaktinin girmesiyle, söz konusu ibadet oruçsa bir ay,  söz konusu ibadet zekâtsa bir seneyle sınırlıdır. Şu bir gerçek; aklı yitik deliler ağızlarından çıkan sözlerinden dolayı değil fiillerinden dolayı cezalandırılabiliyor.

Baygınlık hali bir insanın ibadet etmesine engel teşkil ettiğinden vaktin namazı o an düşebiliyor.  Ancak oruç ve zekât bundan istisnadır. Zira baygınlık uzun zaman dilimi devam eden bir özür hali değildir. Hakeza uyku hali de öyledir.  Mesela bir insan uyku haldeyken gerek alışveriş akdi,  gerek boşama,  gerek azat etme,  gerekse dinden döndüğüne dair nahoş sözler sarf ettiğinde ciddiye alınmaz.

Sarhoşlukta baygınlık gibidir. Malum, sarhoşluk ölçüsü yer ile gök arasını ayırt edememekle belirlenmiştir. Bu yüzden Hanefiler; yer ile gök arasını ayırt edebilecek bir insan için had uygulanmaz hükmünü vermişlerdir. Hatta zorla içki içirtilmiş bir insan içinde içki haddi uygulanmaz. Dahası alkol alan bir insan tüm ibadetlerden sorumlu olmakla birlikte ibadet edecekse de sarhoşluk hali geçtiğinde ya da değim yerindeyse bir daha içmemek üzere şişeyi taşa çalıp kendine yeni bir ak sayfa açarak ibadete koyulması uygundur.

Şu da var ki zorla adam yaralama, öldürme ve zina yapan bir insandan haram fiil düşmese de zorlayan için kısas gerekir.  Bir kimse açlık, susuzluk ve herhangi bir zorluk gibi mecburiyetler karşısında şarap içmesine, domuz eti veya ölü eti yemesine ruhsat vardır. Aksi bir durumda bu ruhsatı kullanmaktan kaçınmakla nefse zulmedilmiş olur. Bakın müşrikler Ammar b. Yasir'e zorla Allah yoktur dedirtmişlerdir.  Ama o bu sözle imanından olmadı. Çünkü o bu sözü söylerken kalbi Allah diyordu. Hatta hakkında ayet nazil olup doğrulanmış ta. Bu olaydan anlaşılan o ki; bir insan dayanılmayacak baskı altında kalben farz olduğuna inandığı namazı inkâr etse de imanından olmaz. Ancak şu da bir gerçek mümin kendisinden istenen tavize boğun eğmeksizin işkenceye dayanıp öldürüldüğünde şehitlik mertebesine erişebiliyor. Keza bu hüküm mal namus gibi kutsal değerler içinde geçerlidir. Ki, böyle yapmakla İslam’ın şanı yüceltilmiş olunur.

Unutkanlık şer'i hükmün uygulanmasına mani değildir. Şöyle ki; namaz içinde unutmak gaflet sebebi sayıldığından telafisi sehiv secdesiyle giderilebiliyor. Tabii telafi edilemeyen durumlarda var.  Mesela; bir insan namaz kılarken su içmiş olsa namaz bozulur. Yine bir insan namaz vaktini unutup vakit geçtiğinde o namazı kaza etmesi lazım gelir. Fakat oruç böyle değildir. Mesela, bir insan oruçluyken unutarak su içse orucu bozulmaz. Hatta Ebu Hureyre rivayet edilen hadisten hareketle İmam-ı Azam; “Eğer bu rivayet olmasaydı kıyasa binaen orucun bozulacağını söylerdim” demiştir. Zaten İmam-ı Azam’a da bu yakışırdı. Nitekim o aynı zamanda, “Allah ve Resulünden gelen her şey başımın gözümün üstüne” diyen bir zattır.

Mümeyyiz; iyi ile kötüyü ayırt edebilen (temyiz sahibi) çocuk demektir. Böyle bir çocuk mirasa, vasiyete, kendi adına alınmış mülkiyete yetkilidir, ancak köle, cariye ve gayrimüslim çocukları herhangi bir Müslüman yakınına varis olamaz. Çocuklar namaz, zekât gibi ibadetlerle ilgili yaptırımların yanı sıra kısas ve mirastan men edilmek gibi hususlarda da sorumlu tutulmazlar.  Bir kere ibadetlerde eksiklik akıl baliğ olmuş hür insanı bağlar, çocuklar için sadece eğitilmesi tavsiye edilir,  bu yüzden fiilleri sebebiyle cezayı işlem görmezler sorumluluk yok farz edilir.  Zaten çocuklardan akıl baliğ olmuş hür bir irade beklemek abesle iştigal olur. İşte bu yüzden onlardan sadır olacak herhangi bir nahoş fiili davranışlar hukuken geçersiz sayılıp hükme esas teşkil etmez. Öyle ki; mümeyyiz mirasçı bir çocuk miras bırakanı öldürmüş olsa mirastan mahrum edilmez,  kısasta uygulanmaz. Anlaşılan,  çocukluk hali bir noktada özür hali sayılabiliyor. Hatta mümeyyiz bir çocuğun veliliği de kabul görmez, ama veli edinmesi kabul görür.    

Bunak; mümeyyiz çocuk gibidir. Bu yüzden mümeyyiz çocuk için geçerli olan kural bunak içinde geçerlidir.

Ölüm; yaşadığımız hayattan başka bir hayata geçiş hali demektir.  Ölen ölür geriye kalan bıraktığı miras kalır.   Ancak ölenin mirası mirasçılara pay edilmeden önce defin masrafları karşılanır,  sonra borçlarına geçilir, akabinde vasiyetleri yerine getirilir. Ölümcül hastalığa tutulmuş bir şahıs mirasının hepsini vasiyet edemez, ederse ancak 1/3’ü esas alınır, geriye kalan 2/3’üne itibar edilmez.

Malum, ölümle birlikte insan üzerindeki birçok mükellefiyetler düşmüş olur. Fakat vasiyet yoluyla yapmış olduğu yükümlülükler devam eder. Bilhassa bu konuda yakınlarının iaşelerinin teminine yönelik sorumluluklar (nafakalar) bunun tipik misalidir. Hakeza ölen şahsın vaktiyle başkasına ait gasp ettiği mal varsa mirasından karşılanır.

İbra; vazgeçme ya da aklama anlamına gelir. Elbette aklama ve vazgeçmenin de kendince bir dizi kural ve kaideleri söz konusu. Dolayısıyla bir kimse borçlusunu şaka yoluyla ibra etse geçerli değildir.         

Sefer: Bu konu başlı başına ayrıntıları bağrında taşıyan bir konu olmakla birlikte genel itibariyle bir seferin sefer hükmü kazanması için doksan kilometrelik mesafe esas alınır.  Böylece bu hüküm gereği seferde dört rekâtlı farz namazlar ikişer rekât kılınır.  

Müftü: Mensup olduğu mezhebin içtihadı üzerine hükümleri aktaran görevli demektir. Müftüye bir mesele sorulduğunda sırasıyla şu silsileyi takip eder; önce İmam-ı Azam'ın görüşünü esas alır, onda aradığı hükmü bulamazsa İmam Ebu Yusuf'a bakar, onda da yoksa İmam Muhammed’in görüşlerini baz alır, derken kendisine sorulan bir çok mesele vuzuha kavuşmuş olur. Bir müftü; birbiriyle uyumlu olmayan görüşlerle karşılaştığında şayet muhatabı Hanefi ise Bidaye, Nikaye, Vikaye, Kenz, Muhtasar-ı Kuduri ve Mülteka gibi kabul gören kaynaklara sırasıyla başvurarak meseleyi halletmelidir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; İmam-ı Azamın talebelerinden İmam Ebu Yusuf’a Şeyheyn, İmam Muhammed’e Tarafeyn, her ikisi birlikte anıldığında ise İmameyn ya da Sahibeyn denilmektedir.

Fetva; tebliğ, haber verme, rivayet yolu içerdiğinden bağlayıcı değildir. Fetva dini konularda ehil kişilerce verilebilir. Bizatihi Peygamberimizin izni ile fetva veren Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf,  Hz. Aişe, Muaz b. Cebel, Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. El Yeman, Zeyd b. Sabit, Ebu Derda, Ebu Musa El Eşari, Ubade b. Samit, Abdullah b. Mesud gibi yıldız sahabelerin yanı sıra görüş belirten yüz otuzu aşkın sahabe daha söz konusudur.  Onlar gerçekten gökteki yıldızlar misali  insanlığa işaret taşı rehber olmuşlardır. Nitekim Hz. Ömer İslam dünyasının her köşesine müftüler tayin edip İslam hukukunun gelişmesine katkıda bulunmuştur. Mesela Musa El Eş’ariye yazdığı şu mektupta ki ifadeler meramımızı anlatmaya yeter artar da. Bakın mektupta özetle şu çarpıcı ifadeler geçiyor:

“Yargı davaların halli ve çözümü değiştirilmesi caiz olmayan bir farizadır ve uyulması gereken bir sünnettir. Sana bir mesele geldiğinde her iki tarafı da dinlemeden hüküm verme, itiraf edilince hükme bağla.

Adalet önünde insanları eşit tut ki; mevki sahipleri senden tarafgirlik ümidine düşmesin, zayıf olanlarda adaletinden ümit kesip kalpleri kırılmasın.

Şahit getirmek davacıya, yemin etmek inkâr edene aittir. Yani davacı şahit bulamazsa isteği üzerine davalıya yemin yöneltebilir.

Müslümanlar arasında barış yapılması caizdir. Ancak harama helal, helali haram kılacak bir ara bulma (sulh) caiz değildir.

Davacıya delilini ikame edebilecek kadar bir süre ver. Şayet bu süre içerisinde delilini ortaya koyduğunda hakkını alır, koyamazsa aleyhine hüküm verilmesi gerekir.

İnsanların sırlarına göre hüküm vermeyin, delillere göre hüküm vermek esastır. Dünyevi hükümler zahire göredir.

Her kim niyetini Allah arasında halis kılarsa hak uğrunda ve kendi aleyhine olsa bile Allah onun kendisiyle insanlar arasındaki işlerine yeter. Yani onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye maruz kalmaz.

Hükmünde haktan ayrılma, ödülünü Allah'tan bekle..”
(El-Bedayi C-7,  Sah-9)

İşte bu müthiş sözler karşısında bilmem daha ne söylenebilir ki,  her ne kadar insanlık bu hukuki kaideleri daha yeni keşfedip kendi mamulüymüş gibi zimmetine geçirmiş olsa da o dönemin idraki günümüz idrakinin çok önünde olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Nitekim bu husustaki hadis-i şeriflerden hareketle yaşanılan asırlar içerisinde en hayırlısının sırasıyla birinci asır, ikinci asır ve üçüncü asır olduğunu idrak etmiş oluruz.  Birinci asırda sahabe, ikinci asırda tabiin, üçüncü asırda ise tebe-i tabiîn vardır. Gerçekten bu üç asırda doğruluk zirvede olduğu içindir İslam hukuku neşvünema bulmuştur. Derken fıkıh ekolü Hicaz Üniversitesi (hadis ekolü) ve Irak Üniversitesi (rey ve kıyas ekolü) kanalı ile günümüze kadar taşınmışta. Malum; birinci okulu İmam Malik, ikincisini İmam-ı Azam temsil etmiştir. İmam Şafii ise her ikisinin terkibini gerçekleştirmiştir.

Şu bir gerçek kıyas-ı fukaha hüküm verirken ortada vahy ve sünnet varken kendi hükmünü delil olarak sunmaz.  Nitekim Ebu Hanife’ye sormuşlar:
— Kadın mı zayıftır erkek mi?
— Kadın zayıftır.
— Kadının hissesi mirasta yarım, erkeğin ki ise tamdır. Eğer kıyas ile hareket etseydim zayıf korur, onun mirastaki sehmini artırırdım.
— Namaz mı efdaldir, yoksa oruç mu?
— Eğer kıyas ile konuşsaydım, bu efdalliğe binaen kadının hayızlı zamanlarında kılamadıkları namazların eda edilmesini isterdim.
— İnsan bevl mi pistir, yoksa menisi mi?
— Bevli daha pistir.
        
Eğer kıyasla hareket etmiş olsaydım, her bevledenin gusül yapması gerektiğini hüküm verirdim. Hadisin dışında hüküm vermekten Allah korusun. Ben Resulllah’ın kavillerinin dışına çıkamam, demiştir (Bkz. Mekki, el-Menakib, c,1,s.168-169).
         
İşte bu kıssa bize kıyas-ı fukahanın hangi noktalarda kıyas yaptığını gösteren delil niteliğinde kıssa olmaya yeter artar da. 
          
Vesselam.