Anlıyorum diyorsunuz ki biraz da gençlere fırsat verelim. Hiç şüpheniz olmasın ben de yüzde yüz böyle olmasını isteyen ve arzulayanlardanım. Öyle genç nesillerimiz geliyor ki ben buna yürekten inanıyorum, çok başarılı olacaklar. Aralarında moleküler biyoloji, bilgisayar, fizik, genetik, DNA vs. konularında belki de geçmişin üstesinden gelecekler. Ben hepsini yürekten destekliyorum. Ancak şunu hiç unutmayalım onların alacağı ders, ilim ve irfan muhakkak onlardan büyüklerinin birikimlerinden faydalanarak elde edeceklerdir. Gençlerimizin ideallerini iyi saptamaları, vatan ve millet sevgisi ile inançlarını kuvvetlendirmeleri gerektiğine inanıyorum. Bir önce ki yazımda da bahsetmiştim. Ünlü Türk astronomi, matematik bilgini El-Bruni hakkında çok kısa da olsa biraz bilgi aktarmak istiyorum. Bugünkü Özbekistan'da doğan Bruni iyi bir eğitimle başarılara imza atmıştır. Sırf Hindistan'ı (Hindolog) tanıyabilmek için yaklaşık on beş sene orada kalarak örf-anane-adet, din, kültür ve medeniyetini öğrenmek üzere uzun bir zaman sarf etmiştir. İbni Sinan'ın çağdaşı olan Bruni ay tutulmasını da incelemiştir. "Gözlem ve deneye dayanan matematik dilini esas almıştır" ayrıca coğrafya, tarih ve dinle ilgili eserler vermiştir. Bütün bunları niçin yazıyorum derseniz; ilim-irfan, ehliyet, liyakat ve tecrübe nasıl elde edilir diye izah etmeye çalışıyorum. Evet cihan padişahı Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u 21 yaşında fethetti ama onun Akşemsettin, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Ali Kuşçu gibi: bir astronom ve matematik uzmanı ve İstanbulun ilk belediye başkanı Hızır Bey: müthiş bir hafızaya, espirili, kıvrak ve zekidir, aynı zamanda şairdir. Şimdi soruyorum böyle bilginler acaba yatarak mı, sıradan bir diploma alarak mı, sittin sene memleketinden ayrılmayan bir tezgahtar bu memlekete bir Bruni, bir İbni Sina ya da bir Hızır Bey mi olacak?
***
Bir alimimizin deyimi ile Allah'ı ananlar iki kısımdır. Birincisi mısır patlağı, ikincisi ise yanık buğday (kavurga). Gücümün yettiği, dilimin döndüğü kadar bu deyimi açıklama yaparak günümüze uyarlamaya çalışacağım. Patlak mısır: biraz patavatsız, biraz huysuz, her ağzına geleni söyleyen, ilerisini gerisini düşünmeyen, birazdan fazla dışa dönük, hesapsız-kitapsız, kendini bilmeyen ve kişilik erozyonuna uğramış kimse için söylenir. Ancak manevi anlamda Allah'ı ananlar ise dışa dönük sesli zikredenler için kullanılır. Fakat toplumumuzda bu tip davranışlarda bulunan insanlar hemen öne çıkar kendini vazgeçilmez, herşeyi bilen biraz da onun bunun itmesiyle kendisini bişey sanan acemi çaylak misali kendinde birşeyler olduğunu zanneden, topluma birşeyler vermekten ziyade çevresine çıkar sağlamaya çalışan tiplerdir. Kavurga ise, insan tarifinde duygusal, içe dönük, merhametli, şefkatli, yardımsever, toplumu düşünen, gönül gözü açık, sakin-sessiz ancak içinde fırtınalar kopan, derya deniz, akleden, ince anlayışlı, hikmet ve feraset sahibi, olayların perde arkasını görebilen olgun ve yetkin insan anlamına gelir. Maalesef toplumda derinlemesine düşünen insan tiplerinde belki bunlar uç tipler olarak görünse de umur görmüş insanlarımız bunların ne menem kişilikler olduğunu gayet iyi anlamakta ve yorumlamaktadırlar. Şimdi anlatacağım hadise gerçek vakıa'dan alınma olaydır. Vakti zamanında (son 30 yıl içerisinde) derviş tipli ancak toplum tarafından yarı deli diye sanılan biri bir camiye gelir ve müezzinlik yapar, imam da ona acır ve maddi imkânları olanlardan ona yardımcı olmasını ister. Zaman epey geçer mahalleli dedikoduya başlar. "Neden bu adama para verirsiniz?" diye sorgularlar. İmam da bu dedikoduları kesmek için camiyi süpürmesini ister. Yarı deli yarı veli kişi caminin sürekli dörtte birini süpürür. Hoca efendi caminin tamamını neden temizlemediğine kızar hatta o kişiyi azarlar. Sonunda yarı deli yarı veli caminin tamamını aklının almadığını, kapasitesinin bu kadar olduğunu söyler. Şimdi soruyorum; delimiz bile kapasitesinin farkına varıyor da kesesi dolu olanlar bunun farkına varıyor mu?
***
İnsan düşünen bir varlıktır. Kimine göre ise konuşan bir varlıktır. İslama göre ise eşrefi mahluktur. İnsanın bütün bu vasıfları hakedebilmesi için insan gibi davranması gerekir. Kimine göre insanlığın ortak bir değer ve vasıf kazanması onun insanlık karakterine kavuştuğuna bir nişanedir. Ancak bazen insan en aşağılık varlık haline de gelebilir. İnsanlığın ortak değerine ulaşabilmesi için eğitim alması, hayat mektebini yaşaması, ulusal ve uluslararası seyehat yapması, bilginlerle oturup kalkması, had bilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Dinlemesini bilmeyen birinin de insanlık vasfında bir eksiklik olduğu söylenmektedir. Haddini bilmek, dinlemesini öğrenmek apayrı bir meziyettir. Şöyleki habire konuşan ve bu konuşmasını da yüksek sesle dile getiren birinden ne anlayabiliriz ki. Çok sevdiğim ve beğendiğim bir söz vardır: "Adamlık yüksek ses ile olsaydı, köpek insanların efendisi olurdu". Dikkatinizi muhakkak çekmiştir toplumda en çok bağıran ve konuşanlara "yelveze" dendiğini ve pek rağbet görmediğini biliriz ve hep bekleriz ki biraz sesini azaltsa da biz de ne dediğini anlasak. Kuran-ı Kerim Lokman süresinde "en kötü sesin eşeğin sesi" olduğundan bahsedilir. Bunları dikkate alarak konuşurken ağzımızdan çıkan kelimelerin bizi bağlayacağını bu sebeble söylediklerimizden ziyade karşımızdakinin bundan ne mana çıkarttığı, bizi mahcup edebilir. Bu nedenle her nerede olursa olsun hele özellikle "dünya umuru" görmüş duygusal zekâya sahip insanlarla konuşurken dikkatli olmalıyız. Konuşma ve görüşmelerimizde de bizden daha akıllı ve daha zeki hatta sanatçı ruhlu insanlarla "haşır neşir" olurken dikkatli olmalıyız. Aklıma gelmişken başımdan geçen bir olayı biraz espiritüel bir şekilde paylaşmak istiyorum ama istirham ediyorum buradan kıssadan hisse alalım, asla başka manaya çekmeden iyi niyetimizi koruyalım. Bir zamanlar İstanbul'da hayat ve ilim görmüş bir abimize neden köy derneklerinin toplantılarına katılmadığını defalarca tekrarladım. O da sorularımdan sıkılmış olmalı ki bana birden çıkışarak ben o dernekte ne konuşup, ne ilim çıkaracağım? Zira oradakiler ya tarlalarından ya da aldığı dairelerden bahsedecek diye söylendi. Fazlasıyla üzülmüştüm demek ki daha çok bileceğimiz ve öğreneceğimiz şey varmış! diye iç geçirdim. İşte burada da üstü kapalı kasa karşıma çıktı.
***
Sevgi sözcüğünün apayrı bir anlamı vardır. Memleket sevgisi, para sevgisi, mal sevgisi, aşk vs. bunlardan öte bir sevgi vardır, o da karşılıksız sevgi. Düşünün bir kere kolay mı hiç bir karşılık beklemeden sevmek? Biz bazen buna "Osmanlı aşkı" da deriz. Yani sevgimizden karşıdakinin haberi olmaması gibi. Ben inanıyorum ki sevgi ilahi bir kaynağa dayanan bir tutkudur. Nasıl anlatsam bilemiyorum bilen biri varsa lütfen anlatsın...! Sevginin karşılıksız olanı için kelimelerinizle anlatmaya ihtiyacım var. Aşk, ihtiras, melankolik gibi derde düşenler bunu daha iyi anlarlar. İstedim ki karşılıksız sevgime bir şekilde kavuşayım ama malesef dünya hayatımda böyle vakalar hep olagelmiştir. Vakti zamanın birinde bir Allah dostu, ona saygı duyanlara birlikte yolda yürürken (afedersiniz) iki köpeğin yolda çok güzel bir şekilde oynadığını görürler ve o zata "bak hocam ne güzel şakalaşıyorlar" derler. O zat: "Hele bir kemik atın da siz görün onların kavgasını" diye söyler. Bu masa-kasa insanları ne hale getiriyor. Köpek bile bize bir örnek. Hiç unutmam kanser hastalığının son evresinde olan üç kişiyi ölüm odasına yatırırlar, biri cam kenarına, biri ortaya, biri de kapı arkasına. İlk ölecek olan cam kenarındaki, son ölecek kapı arkasındadır. Cam kenarındakine diğerleri dışarıda ne olduğu sorarlar o da; "Deniz kenarı, yemyeşil bir ortam, efil efil esen bir rüzgar var" diye tarif eder. Cam kenarındaki ölünce kapı ardındaki acaba sıra bana ne zaman gelecek diye iç geçirir. Ortada yatan cam kenarına geçer ve aynı şekilde manzarayı anlatır. O da ölünce sıra kapı ardındakine gelir ve camdan dışarı bir bakar ki simsiyah bir duvardan başka birşey yok. Malesef işte bizim insanlarımız nasıl da birbirinin kuyusunu kazıyor, ayak oyunlarına kapılıyor. Ne yazık değil mi?