Moltke;
“Bizde bir genç kız evlenince sosyal mevkisi bir derece alçalır. Çünkü onu bir daha evlilik boyunca sevmek imkânı yoktur. Şarkta ise kadın evlenince yükselir. Kocasının evine itaate mecbursa da ev idaresinde çocukların reisidir ..” der.
Her ne kadar insanlar birçok alanda birbirine eşitmiş gibi gözükseler de söz konusu cinsiyet farkı olunca kazın ayağı hiçte öyle olmadığı anlaşılmaktadır, yani karşıt cinsler birçok alanda birbirlerinden farklıdırlar. Zaten kadın tâ baştan fiziki yönden erkekle eşit olmadığı apaçık ortada. Hatta ruh halleri de farklıdır. Dolayısıyla karşıt cinslerin toplum içerisinde yürüttükleri faaliyetler farklı mecrada yürür hep. Öyle farklı mecrada seyrettiği kendini o kadar belli eder ki, mesela evli çiftler arasında bir eş diğerinin görevine müdahale ettiğinde hemen huzursuzluk baş gösterirde. Bir başka göze çarpan farklılık ise erkeğin doğası
(fıtratı) gereği dışa meyyal olması, kadının ise içe meyyal olmasıdır. İşte, bu nedenle erkek dış işlere yönelik görev üstlenir, kadın ise iç işlere görev üstlenmeyi yeğler. Hatta bu noktada erkeğe gündüz, kadına gece dersek yeridir. Şüphesiz evine dönen bir erkeğin yorgunluğunu alacak en etken unsur kadın zarafetidir. Besbelli ki, büyükler “kadının fendi erkeği yendi” derken sırf laf olsun diye söylememişler, bilakis kadın altıncı hissinin kuvvetli olduğunu belirtmek için söylemişler. Bu öyle bir his ki erkeğin eksik yönlerini tamamlar da. Dahası kadın meşru daire içerisinde huzur verdiği içindir keyfe kâfi yaratılmış bir nadide çiçektir diyebiliriz. Zira bu gerçeği Allah Resulü bir hadisi şerifinde şöyle dile getirmiştir:
“Bu dünyada bana üç şey sevdirildi:
—Namaz,
—Güzel koku,
—Kadın.”
Peki, madem öyle, bu gün insanlık bu hadisi şerifin neresinde? Maalesef geldiğimiz noktada vahşi kapitalizm kadının fıtri yapısına (doğasına) el atmak suretiyle yuvasından koparıp kadını sevimsiz ve çekilmez bir hale sürüklemiştir. Kadın yuvası dışında adeta perişan haldedir. Elbette yuvası dışında birçok görev üstlenmeye başlayınca bir takım huzursuzlukların su yüzüne çıkması kaçınılmaz olmuştur. Neyse ki, şimdilerde batı yaptıklarından bin pişman olmuşcasına kadını yeniden eve döndürme çabası içerisine koyulmuş durumda, adeta dağılan parçaları tekrar bütünleştirmek için çareler aramakta. Sonuçta gündüz geceye, gecede gündüze karışınca olacağı buydu. Hani son pişmanlık fayda vermez derler ya, aynen onun gibi batı dünyası da kendi kazdığı kuyuya kendisi düşmüş haldedir. İyi ki de İslam’la şereflenmişiz, bu bizim için büyük bir avantajdır. Bakın, İslam’da kadın çalışmasa da konumundan bir şey kaybetmez, her halükarda ekonomik konumu güvence altındadır. Öyle ki, mirastan kadınlara bir, erkeğe iki pay verilmesi mali güvencenin ilk göstergesidir. İkinci göstergede ise, kadın daha izdivaca girmeden tüm ekonomik ve sosyal hakların nikâhla güvence altına alınma akdi vardır. Nasıl mı? İşte mihir
(bir nevi evlilik tazminatı) hakkı bu anlamda yuva kurmaya aday bir kadın için sosyal ve ekonomik anlamda kıymet ifade eden bir güvencedir. Bu demektir ki kadın daha yuva kurmanın başlangıcında bile ekonomik güvenceye kavuşabiliyor. Düşünsenize başlangıcı buysa devamında haydi haydi daha bambaşka güvenceler kazanacağı muhakkak. Nitekim kadın evlilik süresince kocasının malından fayda temin ettiği gibi kocası öldüğünde ardından kalan mirasa da hak kazanır. Kaldı ki, kadın kendi baba ocağından kalan mirastan da pay alır. İşte İslam bu.
İslam’da nikâh akdinin gerçekleşmesi için üç şart vardır:
—Eş adayları arasında karşılıklı rızanın gerçekleşmesi,
—Şahitler huzurunda akdin gerçekleşmesi,
—Yazılı sözleşmeye bağlanması.
Tabii bu üç şart üzerinde farklı ayrıntılarda söz konusudur. Mesela İmam-ı Azam; akıl ve baliğ olmuş bir kız çocuğun nikâh akdi için velinin izni şart olmadığını belirtirken, diğer imamlar velinin izni şarttır demişlerdir.
Hakeza bir başka husus ise çok eşliliktir. Malum, İslam çok eşli evliliğe ruhsat vermekle beraber en hayırlısı olması bakımdan tek eşli evliliği tavsiye etmiştir. Bir başka ifadeyle İslam çok eşliliği emretmeksizin dörtle sınırlı tutup bir takım kural ve kaidelere bağlamıştır. Bakın, Yüce Allah'ın (c.c) bu hususta;
“Kadınlar arasında icra etmenize, ne kadar hırs gösterirseniz asla güç yetiremezsiniz” (En Nisa Suresi Ayet 129) beyanı bunu teyit ediyor. Böylece evlilik nikâh akdiyle teminat altına alınıp şahitler huzurunda yazılı sözleşmeye bağlanır da.
Bir diğer hususta yukarıda da belirttiğimiz üzere; kadınların mirastan pay alması hadisesidir. Gerçekten de İslam’ın kadına tanıdığı miras üzerinde çokça durulması gereken mühim bir hadisedir. Düşünsenize İslam çöle inen nur olarak doğmasaydı kadın gerçek anlamda kadın olduğunun bilincine varamayacaktı. Tabiî ki kadın hakları bu kadarla sınırlı değil, dahası var. Şöyle ki; kadına miras hakkı tanıkla yetinilmemiş bunun yanı sıra mal mülk edinme, ticaret yapma, kendi mülkünde tasarrufta bulunma gibi bir dizi haklar da tanınmıştır. Yetmedi ticari hayatta çek senet işlemleri ve daha bir dizi sosyo-ekonomik ilişkilerde imza yetkisi de verilmiştir. Hele İslam’da dikkat çeken bir önemli husus daha var ki, o da şudur: bir kadın doğurduğu çocuğu emzirmeyebilir de, yani kocasından sütanne talebinde bulunabiliyor. Sadece sütanne bulunmadığı durumlarda emzirmek zorunluluğu söz konusudur, bunun dışında emzirmek mecburiyeti yoktur. Hatta İslam’da kadına ilim tahsil etmesi içinde müsaade vardır. Ki; Rasulullah (s.a.v) bu hususta
“İlim talep etmek kadın erkek bütün Müslümanlar için farzdır” buyurmakla ilim kapısının herkese açık bir kapı olduğu anlaşılır.
Hiç kuşkusuz İslam ailenin geçiminde birinci derecede erkeği sorumlu tutar. Şayet koca bu görevini ihmal edip savsaklıyorsa, bu kez devletin şefkat eli ikinci derecede sorumluluk üstlenir. İşte görüyorsunuz kadın her halükarda ekonomik yönden kurda kuşa yem olmamakta, yani İslam’ın tanıdığı tüm haklar sayesinde ömür boyu güvence altında hayatını idame eder. Faraza bir kadın çalışmak mı istiyor, bu isteğine engel konulmaz. Çalışsa da kazancına koca el koyamayacağı gibi evin iaşesi için harcamaya mecbur tutulmaz da. Bu demektir ki, harcama hakkı kadına ait bir haktır. Oldu ya koca kazanca müdahalede bulundu, bu durumda kadın kocası hakkında dava açma hakkına sahiptir. Görüldüğü üzere kadın gerçek kimliğini İslamiyet’te bulabiliyor. Maalesef kadına özgürlük diye ortalığı velveleye verip karıştıranlar, her ne hikmetse İslam’ın kadına tanıdığı hakları görmezlikten geliyorlar. Onlar bu hakları görmeye dursun, bakın İslam ibadet hususunda bile kadına kolaylıklar getirmiştir. Nasıl mı? Bir kere İslam kadını camiye mecbur tutmaz. Keza kadına cuma ve bayram namazlarını da mecbur tutmaz. Yani, İslam'da kadın asli görevini ihmal etmesin diye bir takım dini vecibeleri evin dışında eda etmesi şart koşulmaz. İyi ki de şart koşulmamış, böylece kadın hem kem gözlerden, hem haram bakışlardan korunmuş olur. Zira Peygamberimiz (s.a.v);
“Ey İnsanlar! Camilere gelmeleri zamanında kadınlarınızı (bu gibi) süs verici elbiseden men edin. Çünkü muhakkak, Ben-i İsrail hanımları camilerinde kibirlenip ziynetli elbiselerini giymekten başkası ile lanetlenmediler” beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiş bile. Yine bu hususta Peygamberimiz (s.a.v);
“Camiye gitmek için kendisine koku süren kadından koku belirtisi oluyorsa o kadın evine dönüp yıkanıncaya kadar Allah tarafından lanetlenir ve namazı kabul olmaz” diye beyan buyurmuşta.
Anlaşılan o ki; kadının asli görevi özünde var olan sevgi mayasıyla çocuklarını sarıp sarmalayıp eğitimini ve terbiyesini üstlenmek olmalıdır. Şöyle başımızı yastığa koyup kreşlerde, orda burada yetişen çocukların halini düşünelim, bir de ev annelerinin şefkatli ellerinde büyüyen çocukların halini düşünelim, Elbette ki her iki hal vaziyeti düşündüğümüzde, sıcak bir yuvada büyümenin kreş yuvalarında büyümekten çok daha sağlıklı olacağı muhakkak. Zaten bilinçli toplum ve sağlıklı nesil sıcak bir yuva ortamında iyi terbiye ve eğitim almış ailelerden kök salabiliyor. Bu yüzden Fransız sosyologu Frederic Le Play; sosyal hayatın merkezine
(atom yahut hücre mesabesinde) aileyi oturtmuştur. Haklı da, zira bir çocuk için aile ortamı eşi ve benzeri bulunmaz en ideal ortamdır. Hiç kuşkusuz, bu ortamın oluşmasında ya da ocağın tütmesinde en büyük pay sahibi anne yüreğidir. Öyle ki; anne aile içerisinde bulunduğu konum itibariyle sosyal hayatın yükünü alan büyük bir iş çıkarmışta olur. Düşünsenize her anne yuvasında evlat yetiştirmenin derdinde olsa bunca çocuk (kreş) yuvalarına gerek kalmazdı. İşte İslam, bu ve benzer nedenlere bağlı olarak kadına fiziki sorumluluk yüklememiş, bu sorumluluğu birinci derecede kocaya, ikinci derecede devletin omuzlarına vermiştir.
İslam’da karı koca arasında avret yoktur, ama yinede bir takım edebi muaşeret kurallara riayet etmek gerektiği vurgulanmıştır. Şöyle ki; İslam âlimleri kadın erkeğin birbirlerinin avret mahallerine bakmalarının unutkanlığa yol açacağını beyan etmişlerdir. Malum, erkeğin dışa karşı avret mahallisi diz ile göbek arasıdır, kadının ise el ve yüzü dışında kalan tüm vücut azalarıdır. Dolayısıyla edep hem iç âlemde, hem de dış âlemde geçerli akçe kuraldır. Kelimenin tam anlamıyla edep dışılık insan ruhunu çalıp fitneye meydan vereceğinden hiçbir şartta kabul görmez. Nasıl kabul görsün ki, bakınız evliyaullah bile bu hususlarda edebe mugayir herhangi bir durumla karşılaşmamak için gözünü haramdan sakınmakla yetinmemiş, ayağını kadın ve erkeklerin karışık bulunduğu ortamlardan çekmişlerde. İşte bu manada İmam-ı Azam; “Göz daima helal haram demez bakmak ister” diyerek bu hassas duruma dikkat çekmişte. Hatta bu kayda değer bilgilere ilaveten; değil karşı cinse bakmak, kendi cinsinden olana başka gözle bakmanın bile birçok edep dışı sakıncalarının varlığı artık bir sır değil. Zaten ensest vakalarından sıkça söz edilir hale gelmesi bunun tipik misalini teşkil eder.
Şu da var ki, bir takım malum çevreler beşeri ilişkilerde kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmayışını haremlik selamlık olarak değerlendirip sanki kendilerince eğlenecek bir malzeme bulmuşcasına konuyu habire sulandırmakla meşguller. Güya akıllarınca dinimize çağ dışı yaftasıyla karalayacaklarını sanıyorlar. Onlar hala ulu orta bir arada yaşamayı, çıplak ve yarı çıplak gezinmeyi modernliğin bir gereği algılıyorlar. Nasıl bir modernlik anlayışıysa, İslam’ın ortaya koyduğu o müthiş adap, erkân, yol yordamla ilgili ortaya koyduğu birçok usul ve esasları anlama özürlüler. Elbette adap, erkân, yol yordam bilmeyince bırakın İslam'ın ortaya koyduğu meşru helal daire içerisinde yaşamanın ne demek olduğunu, yine İslam’ın yasak kıldığı haram daire içerisinde yaşamanın zehirli bir ok misali insan ruhunda ne gibi onarılmaz yaralar açtığını anlayamayacak kadar aklı kıt evvellerdir. Her şeye rağmen onlar anlama özürlüsü de olsalar ve bu işi izah ettiğimizde bir sürü hakaretlere maruz kalsak ta yinede biz meşru helal daire içerisinde nasıl yaşanılır hususunu izah etmekten geri durmamamız icap eder. Evet, bu konu çok su götüren bir mesele olduğu o kadar besbelli ki; bir kere ne anlatan derdini tam anlatabiliyor, ne de dinleyen kafasındaki ön yargıyı yıkabiliyor. Dedik ya, olsun her şeye rağmen yine biz, ümidimizi koruyup edep erkân hususunda dilimizin döndüğünce karınca kaderince anlatmak gerekir. Anlatalım ki, olur ya bir gün bu çevreler erkek kadın bir arada karışık yaşanan bir hayat modelinin her geçen gün insan ruhunda gedik açtığını fark ettiklerinde, bir bakmışsın onlarda Saliha hatun ruh haline bürünmeleri an be an mümkündür. Hidayet Allah'tan elbet, neden olmasın ki. Madem öyle, durmak yok, yola devam deyip bıkmadan usanmadan anlatmakta yarar var. Bakın, Rasulullah (s.a.v); “Bir arada bulunan yabancı bir erkekle kadını üçüncüsü şeytandır” buyurmakta. İşte bu hadis-i şeriften hareketle Evliyaullah’ın kahır ekseriyeti; Rabia’tül Adeviyye dahi olsa kadınla sohbete girme diyor. Ve olur ki; şeytan seni kandırır bir tutum sergilemişlerdir. Dolayısıyla İslam’da kadın, yanında helali olmadan yabancı bir erkekle bir arada bulunmasını halvet olarak addeder. Nitekim Hz. İsa (a.s) mağaranın kapısına geldi, o an şiddetli bir fırtına vardı, oracıkta çadırı gözüne kestirdi. Ancak, içeride kadın olduğunu görünce orayı terk ediverdi. İşte kıssadan hisse misali bu kıssadan çıkan sonuç şu ki, peygamberler masum, günahtan arî oldukları halde
(ismet sıfatı) edeb erkân yolunda zerre miskal taviz vermedikleri gayet açık ve nettir. Hakeza Peygamberimiz (s.a.v)'de hiç bir kadına elini vermediği gibi tokalaşmamışta. Yani, kadınlarla beyatı musafahayla değil sözle almıştır. Derken asr-ı saadette erkekler elini uzatıp biat etmişler, kadınlarsa sözle beyat almışlardır.
Şu bir gerçek kadın erkek arasında, tıpkı mıknatısın eksi ve artı kutupları arasındaki çekime benzer bir çekim söz konusudur, ama bu demek değildir ki, çekim var diye edebe mugayir hareket edilsin. Evet, evren böyle yaratılmış, yani bir yandan zıt kutuplar arasında manyetik çekim gücü üzerine bir hayat tanzimi var, diğer taraftan ayni kutuplar arasında tam aksi istikamette geri itme üzerine kurulu bir hayat söz konusudur. Ancak insan diğer yaratılmışlardan farklı olarak akıl melekesine sahip olduğundan bu tanzim edilmiş nizamı âlem içerisinde iradesini Allah'ın emrettiği ölçüler içerisinde kullanmak zorundadır. Kaldı ki insan meşru daire içerisinde iradesini kullanmasa da evrenin çiftler üzerine yaratılış sırrı bize bir başka gerçeği gözler önüne seriyor. Nasıl mı? Düşünsenize bu sırrı âlem içerisinde çekim kanunu yaratılmış olmasaydı ne aşktan, ne sevgiden, ne de evlilikten söz edebilirdik. Hakeza içimizde taşıdığımız istek ve arzular bile zıt karakterlerde dizayn edilmiş çift örneklerdir. Nitekim Mevlana;
‘İnsan ruhunu emdiren iki kuvvet olduğunu, birinci kuvvetin şeytani ve nefsi, ikincinin ise melek-i kuvvetler’ olduğunu buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Böylece meleki ilhamlara kulak veren insanoğlunun iyiye yöneleceğini, şeytani telkinlere eğilim gösterenlerin ise kötülük bir mizaç sergileyeceğini idrak etmiş oluruz. Hatta şairin haykırarak dile getirdiği;
‘Oluklar çift, birinden nur diğerinden kir akar’ dizeleri bir başka anlam kazanır da.
Anlaşılan o ki; kullar olarak üzerimize düşen asıl vazife; mutluluğu gayri meşru işlerde değil, meşru aşk ve meşru evlilikte aramak esas olmalıdır. Bir kere İslam harama bakmayı kalbe atılan zehirli ok gibi tesir ettiğinden her türlü gayrimeşru flört hayat biçimi men edilmiştir. Gerçekten de haram bakışlar doğrudan kalbe sirayet ettiğinden dimağı sarıp kişinin ruh iklimi ansızın tarumar olur da. Kaldı ki harama bakış beyin fonksiyonlarını körelttiğinden aklıselim olmaya da manidir. Çünkü beynin sürekli haramla meşguliyeti insanın yaratılış gayesinden uzaklaştırmaya yetiyor. Madem öyle, küçük büyük günah demeden ne kadar haramlardan uzak kalınırsa bir o kadar Allah'a yakınlığımız artmış olacaktır. Zaten insanın Allah’a yakınlığı haramlardan uzaklığı ölçüsünce gelişme kaydeder. İyi ki de dinimiz harama giden yolları kapatmış, böylece nefsin esiri olmaktan kurtulma fırsatı yakalamış oluruz da.
Velhasıl; Dinimizde kadın hem madden, hem de ruhen korumaya alınmıştır. Yeter ki, kadın helal daire içerisinde Saliha hatunca yaşasın bak o zaman aradığı hürriyeti Allah’a abd
(kul) olmakta bulacaktır.
Vesselam.