Bakınız, Bilge âlimler aklı: ”Eşyanın hakikatini bilen akıl- İlmiyle amil kalp aklı-İdrak aklı" diye üç başlık altında ele almışlardır.
İşte bu üç başlık altında ele alınan aklı her kim ki bir arada buluşturmayı başarırsa bilin ki o insan ''Akl-ı Selim'' sahibi insan olmayı hak kazanmış demektir. Öyle anlaşılıyor ki, ''Akl-ı Selim'' sahibi özellik kazanabilmek için birkaç fakülte bitirmek veya çok kitap okumakla olmuyor. Tam aksine kalbi doğrudan Allah’a bağlayıp hikmet nurunu kalpte yeşertmekle oluyor. Hele bir insan sırrı hikmet pırıltısını kalpte yeşertmeye dursun bir bakmışsın içte ve dışta tüm sahte mabutlardan sıyrılıp aklı hür, vicdanı hür ve fikri hür bir insan hüviyetine bürüneceği muhakkak. Derken böylesi aklıselim bir insan sahibine ilimden sonra 'tevbe' ve ‘istikamet’ yolu açılıp melekler o insanı kâmile son nefesinde vuslata erdiğini müjdeler de. Anlaşılan o ki, akıl kemale ermeden vücut sarayımızdan kalb-i selim çıkmıyor. İşte bu noktada Mürşid-i kâmiller gerçek akl-ı selim sahibidirler dersek yeridir. Nitekim Muhammed Haşim-i Kişmi Hz.leri ''Mürşid-i Kâmil enbiyanın varisidir'' buyurmakla aslında aklı kemale erdirmek cihetiyle irşada varistir demektedir.
Peki ya sofiler ve fakihler? Malum, Şeyh Ebu'l Mevahib Muhammed eş Şazeli (k.s.) bu hususta ''Sofiler halleriyle görünürler, fakihler sözleriyle görünürler'' der. Böylece işin hakikatini ortaya koymuş olur. Nitekim sofilerde zahir olan bir takım safiyet hali mürşidinin irşad etmesinden kaynaklanan bir durumdur. O halde ruhumuzu nefsimize galip kılmak için:
- Bir Mürşidi kâmile teslimiyet,
- Salih amel etmek (helal - haramı bilmek),
- Allah için zikr etmek (Allah'ı anmak) gerekiyor. Zira Yunus (a.s.) kıssasına baktığımızda, onu bizatihi balığın karnından çıkaran zikri ilahidir. Şöyle ki; Yunus (a.s) balığın karnında “Allah’ım sen her şeyden münezzehsin, ben gerçekten zalimlerden oldum! (Lailahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin)” diye içten bir yalvarış ve yakarışla söylediği sözleri zikir haline getirmesiyle o zikir kurtuluşuna vesile oldu. Hatta Allah Teâlâ bu zikrin hatırına tövbesini kabul etmiş oldu. Balıkta emri ilahi gereği Yunus (a.s)’ı denizin kenarına bırakmak suretiyle vazifesini icra eder de.
Allah dostlarının kıssalarına baktığımızda ise zikir ehlinin pek çoğunun ilginç hallerine şahit oluyoruz. İşte Eşrefi Rumi’nin Hacı Bayram-ı Veli'nin dergâhında tuvalet temizleyip ''irşad'' olması bunun tipik misali olarak karşımıza çıkar. Yine Mevlânâ Hâlid-i Zülcenahayn (k.s.)’in, Şeyh Abdullah-ı Dihlevî (k.s)’in tekkesinde su taşıyıp ''çift kanatlı hikmet'' ehli olması da öyledir. Hakeza Alâeddin Attâr (k.s) ise Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in manevi tasarrufu altında elma satarak ''nefsini tezkiye'' edip kurtuluşa ermesi de öyledir. Anlaşılan o ki; Allah dostlarının hayatını incelendiğinde ''irşad'' gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Besbelli ki teslimiyet olmadan, Salih amel olmadan, zikir ehli olmadan irşad gerçekleşmiyor. Bu yüzden Şeyh Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (k.s) ''İrşad olmadan irşad edilemez'' deyip bu gerçeğe işaret etmiştir.
Kur'an-ı Muciz'ül Beyanda ''Allah'a vesile arayın'' (Maide 5/35) diye beyan buyrulduğuna göre, bizim üzerimize düşen ilk görev irşad olmak için vesile aramak olmalı. Buna mecburuz da. Çünkü Yüce Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de: ''Ey iman edenler, Allah'tan korkun, sadıklarla beraber olun'' (Tevbe 9/19) beyan-ı şeriflerinde geçen sadıklardan murad; Bahrül Hakaik tefsirinde ‘mürşitler’ olarak tefsir edilmekte. Hatta İmam-ı Rabbânî (k.s)’de bu manada Mürşid-i kâmil'in önemini şu sözlerle müjdeler: ''Mürşid kendinden geçirir, kendine getirir.''
Elbette ki, kendinden geçme ve kendine gelme halini yaşayan bilir, yaşamayan ne bilsin ki. Yine de anladığımız kadarıyla; irşad hadisesi müridin gönlünü ferini alacak derecede ötelere götüren bir iksir olmaktadır. Kaldı ki bir noktada veliyi görmekte iman nurunun kemalatına işarettir. Bundan dolayı bazı arifler şöyle der: ''Veli'yi gören de Veli gibidir.''
Cemalullah
Tarikat; kalbi aydınlatan yol demek, şeriat; kalbin ve bedenin süsü demek, marifetse bu unsurların müşahedesi demek, hakikat ise tüm bu unsurların melekiyet kazanması demektir. Hem nasıl ki; şeriat öğretisinin rehberi âlimler (mollalar) ise, tarikat idmanının rehberi de mürşid-i kâmil'lerdir. Şeriat zahir (dış) ilmi, tarikat ise batın (iç) ilmidir. Her kim ki ikisini birleştirir hayatına tatbik ederse biliniz ki ''hakikat'' meyvesinden tatmış demektir. Nasıl mı? İşte Resulûllah (s.a.v.)’in ''İhsan, Allah'ı görür gibi ibadet etmektir'' beyanı şerifindeki ‘İhsan’ kavramı tasavvufi amelin tamda tatbiki demektir. Nitekim Tasavvufta Cemalullah, yani Allah sevgisi esas olup, bu sevgiden gaye ise; ''İlahi ente maksudi ve rıdaike matlubi'' dir. Yani; Yarab! Maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmak düsturu tasavvufun özünü oluşturmakta. Nitekim İsmail Çetin Hoca; ‘Edeple Varış Lütufla Dönüş’ adlı eserinde Allah'a ulaşmak için;
-Müessirden esere,
-Eserden müessire denen iki metot takip edildiğini ve cümle meşayihin ise umumiyetle ''Müessirden esere bir yol'' izlediğini beyan etmişlerdir. Hatta Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri birinci metodu değil de ikinci metodu yani ''Eserden müessire'' bir yol takip etmesine rağmen, yaşadığı dönemde birçok meşayihle içli dışlı olması hasebiyle onun üzerine de bu manevi tasarrufatın sindiği bir gerçek. Her ne kadar Bediüzzaman manevi tasarruf iklimine tam doğrudan bağlanmadıysa da, zaman zaman karşılaştığı pek çok meşayıhın tesirinde kaldığı muhakkak. Nitekim Said Nursi Hz.leri talebelerine okumayı tavsiye ettiği ‘Cevşen-i kebir’ adlı diye bilinen dua risalesi aslında Abdülkadir Geylani ve İmam-ı Rabbânî (k.s) gibi birçok meşayihin Allah’a münacatta bulunduğu duaların yekûnundan ibaret olması bunun bariz bir göstergesidir.
Zaten Said-i Nursi Hz.lerinin hayat evrelerine bir göz attığımızda, ta küçük yaşlarda Hizan Şeyh'ine gittiğini, orada biraz soluklayıp kendisi için ilk eğitim ocağı diyebileceğimiz kardeşi Mehmed Efendi'nin Taği Medresesi'ne kapandığını, burayla da yetinmeyip Beyazıt tarafında Şeyh Mehmed Celâli adında bir zatın irşad dairesine girip burada üç ay kaldığını görürüz. Derken tekrar oradan Siirt’e yol alıp Molla Fethullah Efendi'nin medresesine kapanışı gerçekleşir. Sonrasında sırasıyla Nurşin, Hizan, kendi doğup büyüdüğü köyüne dönüş, medrese hayatı ve Beyazıt'a yol alma derken engin bir arayışa koyuluşuna şahit oluruz. İşte bu engin arayış içerisinde bir ara Bitlis'te Şeyh Mehmed Küfrevi ile de yolu kesişip, ancak kendisinden tek bir ders alabilmiştir. Tabii tüm bu koşuşturmalar bunlarla sınırlı değil, dahası var. Şöyle ki; sırasıyla Seyyid Nur, Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s), Şeyh Fehim gibi büyük zatlarla da buluşmuş, hatta meclislerinde kalmış ama solukladığı mekânlarda bir şeyhe doğrudan doğruya bağlanış nasip olmamıştır. Olsun doğrudan bağlanış olmasa da sonuçta şunu anlıyoruz ki aslında Bediüzzaman'ı Bediüzzaman yapan yukarıda da isimlerini andığımız şeyhlerin meclislerinde teneffüs ettiği manevi soluğun tesirinden başkası değildir. Anlaşılan meclislerinde kısa aralıklarla aldığı manevi soluklanmalar bir noktada eserden müessire bir yol izlemesine ışık saçmıştır. Dedik ya, olsun önemi yok, pekâlâ eserden müessire metoduyla da kalp kemal bulabiliyor. Birde şu var ki, Said Nursi Hazretleri; ''Zaman tarikat zamanı değildir'' demekle bu noktaya işaret etmiştir. Asla bu söylem kimilerin kasıtlı dillendirmek istediği tarikatı inkâr manasına değildir. Her ne kadar iki metod başlangıçta biri birinden ayrıymış gibi görünse de nihayette birleşirler. Ne var ki; derviş olmayan âlim, âlim olmayan sofi kavram kargaşalığından dolayı bu gerçeği idrak etmekten aciz bir görünüm sergiliyorlar. Netice itibariyle her iki metotta Allah'a ulaştırıcıdır diyebiliriz. Bakın, Şeyh Ebu Medyan (k.s.); ''Tarikatı inkâr eden meclisler mürit için öldürücü zehirdir. Bu zehirden korunmayan şeyhinden yararlanamaz'' diyor. O halde her iki metottan hangisi izlenirse izlenilsin, tarafların birbirlerinin arkalarından atıp tutmalarını doğru bulmuyoruz. Çünkü bu yolda Allah için çalışana destek olmak esastır. Resulûllah (s.a.v.) ''Bir veliye ikram eden, bana ikram etmiş olur. Bir veliye eza eden, bana eza etmiş olur'' buyurarak bu noktaya işaret etmişte.
Tasavvufun, beşeriyete pek çok yönlerden sayısız faydaları vardır. Hadi diyelim hiçbir faydası olmadığını varsayanlar böyle düşünseler bile en azından, dergâhlarda zikir halkası için bir araya gelmenin yansıması olan sosyalleşmeyi sağlaması önemini izah etmeye yeter artar da. Şu bir gerçek; her bir dergahda kurulan zikir halkasının “cemaat olunuz” hükmünün icrasına yardımcı olduğu bir aşikâr. Sadece zikir halkası mı? Elbette ki bu halkanın yanı sıra ilmin tatbikinin de icra edildiği aşikâr. Çünkü her mezhepten ve her meşrebten pek çok insan aynı halkada kesrette vahdet olmaktadır. Tüm bunlardan öte, yediden yetmişe her kesime aşkı ve sevgiyi tattırıyorlar. Nitekim ''Habibim eğer sen olmasaydın bunca felekleri yaratmazdım'' buyruğu sevgiye çağrıdır. İşte bu çağrıya uyan her bir aşk sahibi ve sevgi ocağı insanlığı irşad mayasıyla mayalamakta. Zira hayatın sırrı aşk üzerine kurulu, besbelli ki aşkın feri sönmedikçe dünyada zikrin hatırına kendi rotasında seyredecektir. Aksi takdirde kıyamet kaçınılmazdır.
''İnabe''
Evliya tövbesine ''İnabe'' denildiği malum. İşte İmam-ı Gazali Hz.leri inabenin önemine vurgu yaparaktan şöyle der: ''Sen tasavvuf ilminin bütün eserlerini yediden yetmişe okusan da, bir mürşidi-i kâmil eli tutmadıkça sana hidayet kapısı açılmaz.'' Madem İmam-ı Gazali Hz.leri böyle beyan buyurmuş, o halde tez elden tövbeyle ötelere yelken açmak gerekir Yelken açalım ki tövbe kapısı kurtuluşumuza vesile olsun.
Tasavvufta her hayrın başında ve sonunda 25, 33 ya da 75 kez estağfurullah demek esas olduğundan bu yola mürşid elinden intisap edilirken bile tövbe ile birlikte beyat olunmakta. Böylece tövbe eden salik nur dairesine girmiş olur. Yeter ki talipliler halis niyetle nur halkasına dâhil olsun, huzura erenlerden olacaktır. İşte bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v.) halis niyetin ehemmiyetini şöyle dile getirmişlerdir: ''Siz kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah'ın size olan muamelesi değişmez”. Keza bir seferinde ise şöyle buyurmuştur ''Ameller niyetlere göredir.'
Evet, öyle anlaşılıyor ki, bu yolda bir talipli halis niyetle tövbe edip yola girmekle Allah'ın azameti karşısında kendisini bir hiç görüp huzura erebiliyor. Zaten kendi nefsini gören isyandadır. İşte Hasan-ı Basri (r.anh)’ın; ''Kişi isyan sebebiyle gece ibadetten mahrum kalır'' beyan buyurması buna işarettir. O halde bize bu işaret doğrultusunda halis niyetle tevbe etmek düşer. Aksi takdirde nefsimizin kölesi oluruz. Kaldı ki tevbe etmeyi nefsine yediremeyen bir kul, bilsin ki Allah’a abd (köle) olmayı terk edip maazallah din istismarcılığına soyunacaktır. İşte İmam-ı Rabbânî (k.s) bu nedenle Din istismarcılarla konuşmayı yılan sokması bir tür zehirlenme olarak nitelediği gibi hangi fırkadan olursa olsun Allah'tan korkmayan ilim adamlarını da Din hırsızları olarak addetmiştir. Demek oluyor ki; insan kendini burnu kaf dağında üstün görmemeli, bilakis kendini toprak görmeli ki tevbe halkasına tereddütsüz katılabile. Anlaşılan o ki, Allah’a abd olmakla kurtuluşa erişebiliyor. Madem öyle, çokça istiğfar edip nübüvvet nurunu kalbe indirmek gerekir. İndirelim ki, şeytanın kalbe vesvese vermesinin önüne geçilebilsin. Bilindiği üzere şeytan da çok amel işlemesine rağmen, tevbe etmediği için kurtulamadı. Bakın Seyda (k.s.) ''Hiç biriniz şeytanın yaptığı kadar amel yapamazsınız ve hiçbiriniz amelinizin kuvvetiyle bir yere ulaşamazsınız. Ancak Saadatın (Allah’a köle olan Sadatların) himmetiyle ulaşılabilirsiniz'' diyerek meselenin özünü ortaya koymuştur.
Her kim, istikamet üzere bir yolda ilerlemek istiyorsa, Allah’ta fani olmuş bir Pir’in gölgesine girmeli. Bakınız Ebu Talip yıllarca Peygamberimizi himaye etti, O’nu korudu, elinden geldiği kadar amca şefkatini hiç esirgemedi. Nitekim bu yaptığı hizmetin karşılığında üzerine Peygamber gölgesi düşer bile. Ama ne var ki Ebu Talib, kendi isteği ve rızası doğrultusunda yeğenine teslim olmadığı için, o gölgeden faydalanamadı. O halde Hace Ali Râmîtenî (k.s)’ın sözüne kulak vermeli. Bakın ne diyor: ''En kolay yol bir Allah ehlinin gönlüne girmektir.'' İşte bu güzel sözden çıkan netice, mürşid-i kâmiller’in gerçek manada ''İnsan-ı Kâmiller'' olduğu gerçeğidir. Bakın üç yüz bin hadis ezberinde tutan Ebu Abdullah İsmail Herati Hazretleri de bu hususta şöyle der: ''Ben Ebu Hasan Rekani'den önce şeriatı bildim, ama hakikati ondan öğrendim.''
Hüccetül İslam
Peki, İmam-ı Gazali Hz.lerinin üzerine Pirin gölgesi nasıl düştü derseniz, bunun cevabını bizatihi kendisi şöyle açıklar: ''Şeyh aramak için Irak'ı terk ettim. Ama ne için terk ettiğimi nice âlimler anlayamazdı. Çünkü benim bulunduğum ilmi müktesep insanların nazarında son nokta idi."
Düşünebiliyor musunuz âlimler bile Gazali'nin o engin ilminin ötesinde ilim olabileceğinin tasavvur edemedikleri içindir onun eriştiği ilim seviyesini son mertebe olarak bilmişler. Zaten Gazali’de bunu hissettiği içindir şeyh aramak için Irak'ı terk ettiğini söylememiş. Öyle ya, söylese bir türlü söylemese bir türlü, çünkü dile getirse hiç kimse ne demek istediğini anlayamazdı. Nasıl anlasın ki, tasavvuf haldir, sözle (kal) anlatılacak gibi sarih bir yol değil ki. Bu yüzden “Tarikat kal değil hal’dir” sözü doğru bir tespittir. Nitekim Seyda Hz.leri Gavs-ı Hizani’nin dilinden şöyle der: ''İş lafın zahirinde değil manevi tasarruftadır.''
Anlaşılan tüm bu müthiş sözlerden insanlığın alacağı nice dersler vardır. Kaldı ki bu yolu sistemleştiren Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın; ''Zahirimiz halkla, batınımız Hak'ladır'' beyanı da altın değerde bir sözdür. Madem öyle ''Hiç ölmeyecek gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak'' düşer bize.
Mürşid-i Kâmiller, başta peygamberler olmak üzere ashab ve tabiinden sonra beşeriyetin en dikkate şayan rehber insanlar olup, bu manada onlara ''Gönül Sultanları'' gözüyle bakılması gayet tabii bir durumdur. Hele bu zamanda manevi önderler yok denecek kadar az olsa da, onları aramak ve bulmak bir vazife addedilmeli. İşte bu nedenle İmam-ı Rabbani (k.s) ''Ne mutlu murad bir mürşit bulana'' deyip hem mürşitleri kurtuluş rehberi olarak işaret etmiş hem de ''Bu zamanda rıza ve ihlâs nimetiyle şereflendirilenler binlerce kişiden belki bir kişidir'' diyerekten insanlığı uyarmayı da bir vazife bilmiştir. Üstelik İmam-ı Rabbani (k.s) bu sözü dört yüz seneyi aşkın öncesi bir zamanda dile getirmiş. Şimdi ise durum vaziyet daha da vahim bir hal aldığına göre bizim için ''Murad olanı'' aramak, bulmaya çalışmak daha da birinci önceliğimizdir diyebiliriz. İnsan yeter ki; can-ı gönülden aramaya koyulsun, Allah muhakkak bir kapı açacaktır. Malum aramayınca Hızır yetişmez. O halde daha ne duruyoruz enbiyanın ve evliyanın ervahıyla ünsiyet kurmaya çalışalım ki kurtuluşumuz gerçekleşebilsin. Zaten Allah rızasını kazanmak için onlarla hemhal olup himmet istediğimizde Allah katında geri çevrilmez de. Burada tek şart murad olanı canı gönülden arayışa koyulmak olup, elbet gerisi kendiliğinden gelecektir. Hakiki Ehlullah’ı (Allah dostlarını) arayıp bulduğumuzda biliniz ki gönlümüz yumuşayıp felaha kavuşması an meselesidir.
Evet, işin özü aramak ve bulmakta gizlidir. Bakın, Seyyid Eşrefi Rumi Hz.leri, hayatında on yedi Şeyhe hizmet etmiş ve bu yaşadığı süreci şöyle dile getirmiştir: ''On yedi şeyhe hizmet ettim. Bu on yedinin içerisinde ancak dördü Şeyhinel Kâmil Mükemmildi.'' Bir başka ifadeyle Öyle ya, Eşrefi Rumi Hz.leri 1469'da ahrete göç ettiğine göre, yaklaşık bundan beş yüz sene önceki şeyhlerin on yedi tanesinden sadece dördünün kâmil olduğuna kanaat getirmiş. Peki, günümüzde âlimlerin kaçı kâmil acaba? O halde vuslata ermek için illa da murad olanı aramak, aramak, aramak biricik derdimiz olmalı diyoruz. Dahası bu arayış içerisinde yollar dikenli olsa da arayan elbet Mevla’sını bulur diyoruz.
Hâsılı kelam, Hasan-ı Basri (r.anh.)’ın şu sözleri sanırım meramımızı anlatmaya yeter, artar da. Ve şöyle der: ''Evliyalar olmasaydı dünya yok olurdu. Salih kimseler olmasaydı günahkârlar helak olurdu. Âlimler olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurdu. Ahmaklar olmasaydı dünya ma'mur olmazdı. Rüzgâr olmasaydı her yeri fena koku kaplardı.''
Vesselam.