Aslında hümanizm Rönesans’la ortaya atılan, aynı zamanda çağdaş laisizm kılıfı altında bize yutturulmaya çalışılan bir kavramdır. Dahası insanlıktan nasibini almamış sözde insan sever insanların, insanı hayvan sever ölçüsüne indirgemenin adıdır hümanizm. Eeeh batılılar ne yapsın, yitirmiş oldukları inançlarının yerini dolduracak bir şeyler kalmayınca,  sonunda tutunacak dal olarak içi boş hümanizm kavramını buldular. Peki, bu kavrama tutundular da ne oldu,  sonuçta huylu huyundan vazgeçmez misali dünyanın değişik ülkelerinde döktükleri kanlarla tutundukları kavramın bir göz boyama niteliğinde kılıf olduğu ortaya çıktı. İspat mı?  İşte Bosna, işte Çeçenistan, işte Karabağ, işte Filistin, işte Afganistan, işte Irak ve Suriye’de mazlum insanlar üzerinden akıttıkları kanlar bunun en bariz ispatıdır zaten.  Şimdi sormak gerekir,  bugüne dek işledikleri cinayetlerle dosyaları bir hayli kabarık olmasına rağmen, nasıl olurda hiç utanmadan sıkılmadan bize insanlık (hümanistlikten) dersi vermeye kalkışırlar doğrusu şaşmamak elde değil.  Oysa buna kargalar bile güler.

Hem onlar kim bize insanlık dersi vermek kim. Bikere bizim insanlık anlayışımızı ölçecek şimdiye kadar daha henüz bir alet keşfedilemedi.  Hem kaldı ki bizimi insanlık anlayışımız batı tipi pragmatist menfaat ilişki ağına dayalı insanı meta gören anlayış değil,  bilakis karşılıksız sevgi üzerine dayalı insanı eşrefi mahlûkat gören bir insanlık anlayışıdır. İşte bu anlayışın gereğidir ki, insanı Allah’ın mukaddes emaneti olarak görürüz de. Çünkü Yüce Allah (c.c), yarattığı tüm mahlûkat içerisinde sadece insanı ‘eşref-i mahlûkat’ varlık olarak ilan etmiştir. Ama bu demek değildir ki, her insan baş tacımızdır. Malum beşeriyet içerisinde öyleleri de var ki, şeytana pabucu ters giydirecek türden insanlıktan nasibini almamış tiplerdir. Hele insanoğlu yaratılışındaki ki fıtri safiyetinden git gide uzaklaştıkça artık ruh kodlarındaki o safiyet şeytanlaşmış egemen güçler tarafından istila edebiliyor. Tabii burada egemen güç derken,  elbette ki kastımız onlara güç atfetmek değildir. Biz biliyoruz ki;  gerçek kudret ve güç sahibi sadece Yüce Allah’tır. Bunun dışındaki güçler her daim suni kalmaya mahkûmdur. Ki bu suni güçleri sahip oldukları silahlardan, haksız beslendikleri ekonomik kaynaklardan, bilgi kirliliğini pompalayan propaganda araçlarından ve küresel boyutta istihbarat ağlarına sahip olmalarından bilir ve tanırız.  Dolayısıyla bu satırlarda geçen ifadelerden sakın ola ki bu suni güçlere olağan üstü güç vehmettiğimiz anlaşılmasın,  tam aksine bu ifadelerden maksat onların korkak yürekli olduklarının delili diyebileceğimiz onca güç gösterisi donanım ve teknik şova ihtiyaç duyduklarını vurgulamaya yönelik ifadelerdir.  Malumunuz gerçek manada güç sahibi olanlar tüm bu göz boyayıcı ziynetlere ne tenezzül eder ne de ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyacağı tek şey insanı sömürmek değil, yaşatmaktır. İnsanı yaşatan gücün devleti de yaşar,  yaşatanı da. Yok, eğer böyle bir yaşatma ve yaşama diye bir dert tasa yoksa biliniz ki bu kafa yapısı sadece korkak yüreklilere has bir haslettir.  Bize ancak cesur yüreklilik yaraşır, dolayısıyla bizim korkak yüreklilerle işimiz olmaz da.  Ancak ne zamanki yiğitliğin ve mertliğin destanın yazan Köroğlu’nun dediği gibi  “Tüfek icad oldu mertlik bozuldu”  misali dünyada ivme kazanan teknik gelişmeler egemen güçler tarafından sömürü aracı hale getirildi işte o zaman cesur yüreklilikten bizim olan topraklarda da zafiyetler başladı diyebiliriz pekâlâ.

Evet, Köroğlu ne de güzel dile getirmiş  “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diye, aynen öyle de Vahşi Batı da teknolojik donanıma ulaştı ulaşmasına ama dünyanın hemen her karış toprağında kan dökmediği yer kalmadı maalesef. Bu nasıl teknolojik üstünlükse masum insanların üzerlerine acımasızca bomba yağdırabiliyorlar. Tabii yüreklerinde zerre miskal aşk ve sevgi taşımayan bu korkak yüreklilerden başka bir şey beklemek hayal olurdu. Bakmayın siz öyle Vahşi Batının üst perdeden ikide bir ahkâm kesip insan haklarından ve özgürlüklerden dem vurmalarına,  bu tamamen şimdiye kadar işledikleri insanlık cinayetlerini örtbas etmek için ileri sürdükleri içi boş sloganik söylemden başka bir şey değildir. Nitekim  ‘Yeni Dünya Düzeni’ sloganını irdelediğimizde altından kan ve gözyaşı çıkmakta hep. Vahşi Batı kan ve gözyaşı dökerek insanlığı hizaya getire dursun,  bize Yunuşçasına aşk ve sevgiyle insanlığın kurtuluşuna vesile olmak yaraşır.

Bakın, hayvan hayvanlığıyla kurtulurken, insan da ancak ilahi aşk ve sevgiyle yoğrularak kurtulabiliyor. Nasıl ki bir insanı öldürmek tüm insanlığı öldürmek demekse,  bir insanın kurtuluşuna vesile olmak da tüm insanlığı kurtarmak demektir.  Düşünsenize bir insanın kurtuluşuna vesile olduğumuzda aynı zamanda o insanın insanlığına kavuşmasına da vesile olunmakta. Madem öyle, sözde insanlıktan dem vuran hümanistlere bir çift sözümüz olmalı. Ve bu insan kasabı cellâtlara şöyle seslenmeli de:

-Ey insan avcısı karanlık güçler! Artık kirli ellerinizi insanlığın üzerinden çekin. Masum insanların yakasından düşünüz ki, tüm insanlık ruhunun susuzluğunu giderecek kaynaklara yönelebilsin. Daha hale gözünüz doymadı mı ki; bir yandan moda sektörü kanalıyla defileler tertipleyip kadını cinsel meta ve sömürü aracı hale getiriyorsunuz, diğer yandan da tüm insanları tüketim çılgınlığıyla sarhoş edip nefsinin esiri hale getirmeye devam ediyorsunuz. Bırakınız hayvan hayvanlığıyla kurtulsun, insan insanlığıyla. Ne hayvanı insanlaştırmaya çalışın ne de insanı hayvanlaştırmaya. Şayet bu uyarılarımızı dikkate almazsanız biliniz ki; er geç yüce Allah (c.c) ‘mazluma umut, zalime korku’ salacak gönüllü fedai kullarını her devirde çıkardığı gibi bu devirde de çıkarıp batıl zail olacaktır.” 

Evet, sakın ola ki sözde insanlıktan dem vuran hümanistlerin cilalı boyalı laflarının cazibesine kapılıp kurtuluşumuzu onların reçetelerinde aramayalım, zaten bizi kurtuluşa erdirecek reçete Müberra Dinimizin öğretilerinde ziyadesiyle mevcut. Dolayısıyla Batı kim bize reçete sunmak kim. Bikere Batılı filozoflar ne maddede ki mekanizmi, ne bitkideki tropizmi, ne hayvandaki içgüdüyü, ne de insandaki ruhi melekeyi kavrayabilmiştir. Dolayısıyla bu hal vaziyette nasıl olurda bize kalkıp yol gösterebilirler. Nitekim Seyyid Ahmet Arvasi bu hususta “Peygamber ve velilerin ellerindeki sıcaklığı filozofun soğuk ellerinde bulamazsınız. Filozoflar kesrette bunalırken, Peygamberler tevhit de mutlu olurlar” derken kurtuluşa ermenin ancak vahyin ışığında ve peygamber kavlinde olduğuna vurgu yapmıştır. Böylece batılı feylesoflar kesrette oyalanıp detaylarda boğulurken, peygamber kavlince hareket eden bu ümmetin bilge ulemaları da İslam’ın o engin deryasında çokluk içerisinde vahdete yol almakla kurtuluşa ermişlerdir. Maazallah bilge âlimlerimiz aksi istikamette bir yol takip etseydiler hiç kuşku yoktur ki kendi kafalarına göre suni bir din icad etmenin neticesi olarak kendileriyle birlikte tüm ümmetin helakine sebep olacaklardı.

Bakınız Auguste Comte kendi mantığından hareketle insan ruhunda var olan özgürlük tutkusunu kolektif ruhun bir ürünü olmasına bağlaması hem materyalistlerin ekmeğine yağ sürmesine hem de bu arada ‘İnsanlık dinin’den bahsedip suni din icad edicilerin değirmenine su taşımıştır. Allah aşkına, bu nasıl pozitivist akımsa, suni bir din icad edecek kadar basitleşebiliyorlar. Batılı filozoflar insan ruhunu hiçe sayıp türlü zırva tevil yollara sapa dursunlar, şunu iyi bilsinler ki bu tür sapkınlıklarla bizim akaidimizi bozamayacaklardır. Bizim İslam akaidimizde tek mutlak varlık ‘Yüce Allah’tır, Yüce Yaradanın dışında her şey masiva olarak addedilir. Dolayısıyla hiç boşa kürek sallamasınlar, bize masivayı asla ilah olarak yutturamazlar. Hele hümanizm ve hoşgörü kılıfı altında yutturacaklarını sanıyorlarsa büyük bir yanılgı içerisindelerdir. Bakınız Peygamberimiz (s.a.v) bu hususta  “(Feraset sahibi, akıllı, olgun) Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz” (Buhari, Edep, 83 Müslim, Zühd, 63)  beyan buyurmakla ümmetinin zihninini açıp böylece mü’min olanın gerçekten ısırıldığı delikten bir daha girmemesi gerektiğini idrak etmiş olduk. Ümmet şeş kaza o deliğe kandırılarak girmiş olsa da, o bir defaydı. İşte 15 Temmuz gecesinde hoşgörü-kandırmacılık maskeleri ümmetin iman dolu göğsüne tosladığında kâinat imamı sıfatı altında kendisine ulûhiyet isnad edilen FETÖ elebaşının yüzünde ki o sahte ağlamaklı vaaz gözyaşları yerle bir yeksan oldu da. Bu demektir ki;  her türden sahtelik bir yere kadar sürdürülebiliyormuş. Nitekim akaidi sağlam ehlisünnet çizgisini şiar edinmiş bu necip milletin derin irfanına tosladığında gerçek yüzünün ne olduğunu hep birlikte görmüş olduk, bir anda maskeleri düşüp kendilerini ele vermiş oldular. Hiç kuşkusuz bu beklenen kaçınılmaz akıbetti. Hem kaldı ki sahici hizmet hareketi olsalardı asla akıbetlerinde rezil rüsva olmayacaklardı. Öyle anlaşılıyor ki, Allah’ın rızası dışında faaliyet gösteren hangi akım olursa olsun, eninde sonunda tarihin harabelerine gömülmekten kendini kurtaramayacaktır. Malumunuz Allah rızasına dayalı hakikat yolu öyle değildir.  Hem nasıl ki güneş balçıkla sıvanamayacağı gibi hakikatte perdelenemiyor. Her ne kadar tarihte medeniyetimizle insanlığa ışık olup sonrasında düşüşler yaşasak da üzerimize yeniden hakikat güneşi doğduğunda bir bakıyorsun yeniden dirilişe geçebiliyoruz. Zira Yüce Allah’ın vaadi var: “Nurumu tamamlayacağım” diye. Dolayısıyla bizim düşüşümüz ile “her şey güzel olacak” sahte sloganla umut tacirliği yapanların, diyalog adı altında sahte kucaklayıcıların ve Vatikan sevdalılarının düşüşleri birebir aynı olmayacağı muhakkak. Birinde 15 Temmuz gecesi kıyama kalkıp Yenikapı ruhuyla yeniden diriliş vardır, diğerinde ise milletin irfanına ihanet etmenin ne demek olduğunun bedeli olarak tarihin harabelerine gömülmek vardır. Kökü dışarıda Batının kilise papazlarını, kardinallerini, fundamentalist sapkınları örnek alıp FETÖ ihanet şebekesi elebaşını kâinat imamı olarak ilahlaştırırlarsa olacağı buydu. İşte Yüce Allah’ın hikmeti bu ya, hele balonları şişmeye bir görsün hemen ucu sivri iğnede peşinden onu takip edecektir. Nitekim işi zıvanadan çıkarma noktasına geldiklerinde o balon ellerinde patlar da.

Peki, ellerinde patlayan bu balonu şeytani üst akıl allayıp pullayıp içimize attı da ne oldu,  en nihayetinde hevesleri kursaklarında kaldı ya, bu onlara büyük bir ibretlik ders olması açısından kara kara düşündürmeye ziyadesiyle yetmiştir zaten. Umarız bu ümmetin irfanını arkadan hançerlemeye bir daha kalkışmaya tevessül etmezler. Üst akıl artık anlamalı, işin nihayetinde kazanan şeytanın sahte gülen yüzü değil, hakikat güneşi Yusuf Yüzlüler kazanır hep. Ne diyelim,  işte görüyorsunuz kökü dışarıda ki akımlarla ‘al takke ver külah’ ilişkisine girip Batılı feylesoflarla, papazlarla dinler arası diyalog ilişkisine girenlerin acı akıbeti hep böyle sonlanmakta. Oysa biz biliyoruz ki,  FETÖ ele başısı gerçek âlim bir zat olsaydı asla bu tür karanlık işlerde rol almazdı. Allah’a şükürler olsun ki,  hala bu ümmetin içerisinde sayıları azda olsa gerçek ehlisünnet âlimlerimiz var da bu sayede ne A. Comte’nin insanlık dinine, ne Spinoza’nın panteizmine, ne de batının şusuna busuna kendimizi kaptırıp değirmenlerine su taşımıyoruz. Hem nasıl taşıyabiliriz ki, bikere ta baştan Batı düşüncesiyle doku uyuşmazlıklarımız söz konusudur. Kaldı ki, Peygamberimizin izini iz süren ulemamız vahyin ışığında teslim olmuş akılla insanlara rehber olurken filozoflar da sadece sırf kuru akılla rehber olmaktalar. Oysa akıl bir yere arkadaş,  aklında giremeyeceği sahalar var. Hele akıl melekemiz sahasının dışına at oynatmaya kalkıştığında rehber olmaktan çıkıp bizi şüphe girdabı içerisinde vehme sürükleyeceği an meselesidir diyebiliriz. Madem öyle, vehme düşmemek için neydik edip akıl melekemizi vahyin ışığında, yani Kur’an’ın ifadesiyle akl-ı selim hale getirmek gerekir. Öyle ya, kalbin kumandasında işleyen akıl melekesini vahyin ışığında akl-ı selim meleke hale getirmek varken, aklı positivizm kuşatması altında şüphe girdabında boğdurmak niye?

Hele aklımız akl-ı selim hale gelmeye bir görsün,  filozofların sıkça düştüğü şüphe bataklığında debelenmeyeceğimiz gibi her karşılaşacağımız vakıayı eşyanın dili ve gözüyle değil vahyin ışığıyla analiz ederiz elbet.

Peki, eşyanın diliyle analiz eden akıl bize bir gün yön vermeye kalkıştığında hal durumumuz ne olur? Olacak olan besbelli;  eşyanın donuk yüzünde her şeye şüpheci gözle bakıp psikolojimiz ve ruh sağlığımızın altüst olacağı muhakkak. Ruh sağlığı altüst olan bir insanın bir halini düşünün, ne sözü özüne uyar ne de özü sözüne. Bu tamamen denge ayarlarımız bozulacağından kendimiz olmaktan çıkacağız demektir.  Her ne kadar Sigmund Freud, İd (alt ben) ve süper ego (üst ben)  arasındaki çekişmeye son verecek ego (ben)  dengesinden söz etmiş olsa da onunda açmazı hakiki ruh gerçeğini idrak edememiş olmasıdır. Kaldı ki, Freud’un “İd, süper ego ve ego” diye ortaya attığı kavramlar bizim Ehlisünnet İslam âlimlerince izah edilen Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame ve Nefs-i Mutmainne denen kendini aşma mertebelerini ifade eden kavramlardan başkası değildir. Tabii kendisinin İslam tasavvufundan bihaber olması hasebiyle nefsin mertebelerini ve ruhun keyfiyetini bilmemesi son derece gayet tabii bir durumdur. Zaten İslam’dan haberdar olmuş olsaydı kendisinin insan egosunun, yani insan nefsinin üç değil yedi evrelik bir aşama olduğunu kavramış olacaktı. Ama bu demek değildir ki ego olgusunu kavramakla İd (alt ben) ve süper ego (üst ben)  arasındaki çekişme sona erip yeniden denge ayarımız sağlanacak. Oysa kavramak başka bir şey, kavradığını uygulamak başka bir şeydir. Dolayısıyla kavga ve çekişmeye son vermenin yolu bildiğini tatbik etmekle mümkün olabiliyor. Bu bir anlamda teori pratiğe dönüşürse ancak o zaman nefis ıslah olup ruh penceresinden idrakine açılan birtakım melekelerin nuraniyet kesb ettiğini şöyle müşahede eder de: 

-Allah'a bakıında bilinçlenme müşahedesi,
-Eşyaya bakışında bilinçlenme müşahedesi,
-Kendine bakışında bilinçlenme müşahedesi. 

İşte tüm bu türden bilinçlenmelerle birlikte Freud’un ego dediği, bizim ise adına nefis dediğimiz melekenin sırasıyla;  Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame, Nefs-i Mülheme, Nefs-i Mutmaine, Nefs-i Radiye, Nefs-i Mardiyye ve Nefs-i Kamile mertebelerinden aşıp hak ve hakikat yolunda vuslat hâsıl olur da. Yeter ki bir insan, canı gönülden Allah’ın ipine sımsıkı sarılsın, bak o zaman Allah adı anıldığında yüreğinde nurlar saçılacağı muhakkak.. Öyle ki nefsin ıslahı ile birlikte mutmaine ve huzura ermiş kalbin eşyaya bakışı değişeceği gibi donuk ve matlaşmış eşyanın sırlarını çözebilecek noktaya ulaşılıp böylece “ilim kendin bilmektir” gerçeği ile yüzleşilmiş olunacaktır.  Derken eşyaya köle olmaktan kendini kurtarmış olunur. Dahası kendini bilen burnu bir karış havadakiler gibi ego dünyasında yüzmeyip, Rabbini ‘kendini bilme’ ilmiyle (marifet ilmiyle) zikredecektir. Böylece marifet ilmi sayesinde yüzünü Allah’a çevirip gerçek hürriyeti eşyada değil Allah’a kul olmakta bulacaktır.  Madem kendini bilme yolunun nihayetinde vuslat var, o halde daha ne duruyoruz, şimdi tamda Allah’tan başka tüm iç ve dış sahte putlara meydan okuma zamanıdır. Allah korusun ha bugün ha yarın derken ertelemeye kalkışırsak ıslah olmamış nefsimiz ve kanımızda dolaşan şeytani kuvvetler boşluktan istifade edip hürriyetimizi elimizden almaya kalkışacaklardır.  Dolayısıyla her an uyanık olmaya mecburuz.

Evet, gerçek özgürlükten söz edebilmek için maddeye köle olmamamız icab eder. Nasıl ki, bir insanın onuru ayaklar altına alındığında hür olmanın kıymeti o an daha iyi idrak edilmiş olunuyorsa,  aynen öyle de bir insan kendi olmaktan çıkıp nefsinin kölesi olduğunda da iş işten geçmiş olsa da ancak o zaman ruhen özgür olmanın kıymetini idrak edilmiş olunmakta. Madem öyle neydik edip ruhen özgür olmanın kıymetini vaktinde bilmekte fayda vardır. Dolayısıyla iş işten geçtikten sonra ruhen özgür olmanın kıymetini bilsek ne bilmesek ne... Hem kaldı ki bizim liberalistler gibi bana dokunmayan bin yıl yaşasın çarpık pragmatist kafa anlayışıyla işi yarına bırakma gibi bir lüksümüzde olamaz. Bir başka ifadeyle kapitalistler gibi  ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ şeklinde bir vurdumduymazlık içerisine girme lüksümüz ve kaybedecek bir zamanımız bizim için asla söz konusu olamaz. Hem kaldı ki ‘Mevlam kayıra saldım çayıra’ anlayışından kim ne bulmuş ki bizde bulalım, bu anlayış düpedüz insanlığa başıboş sürü muamelesini reva görmek olur. Başıboş sürü olmamak için gerçek manada hürriyet arayışımızı mutlaka ve mutlaka Allah’a kul olmakta aramalı. Aman dikkat,  başıboşluk aynı zamanda anarşizme ve tüketime davetiye çıkarmak demektir. Umut edilir ki, insanlar vahşi kapitalizmin ürettiği başıboş düzene başkaldırıp tüketim çılgınlığından, maddi ihtiraslardan, sahte mabutlardan ve anarşizmden kurtulabilsin. Kurtulmalı da.  Çünkü insanoğlu gerçek hürriyetin tadını ancak Allah’a abd olmakta bulabiliyor. Böylesi bir hürriyette köleler sultan olur da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz köleyi halifeye eşit kılan gerçek özgürlük budur. Madem öyle gelin İlay-ı kelimetullah zikrini kalbimizde yüceltip tüm sahte putlara başkaldıralım ki, Yüce Allah’ın (c.c) beyan buyurduğu veçhiyle “Ben insanları bana ibadet etsinler diye yarattım” düsturunca yaşayalım ki hayatımızı gül bahçesine çevirmiş olalım.  Hakeza öyle ibadet edelim ki  “Onlar ne ticaret ne de alışverişin Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı insanlardır” ilahi fermanın gereği olarak hayatımızı zikirle donatmış olalım. Buna mecburuz da. Çünkü Bezm-i eleste “Elestü Bi Rabbikum” (Sen bizim Rabbimizsin)  sözünü vermiştik. O halde daha ne duruyoruz, vakit sözümüzü yerine getirme vaktidir.

Bilmem kendimize dönüp şunu hiç kendi kendimize sorduk mu: Acaba İmamı Gazali Hz.leri “İnsan dış gözü ile bakar, iç gözü ile görür” derken ne demeyi murad etmiştir diye.  Şayet böyle bir soruyu kendimize sormasak da bu özlü sözü iyiden iyiye düşündüğümüzde öyle anlaşılıyor ki;  eşyaya bağımlılık insanın iç gözünü karartmakta. Kimi zaman hani hep deriz ya ‘Dışı seni yakar, içi beni yakar’ diye,  aynen öyle de dış göz ve iç gözde bunun gibi bir şeydir. Madem öyle, eşyanın donuk yüzü bizi yakmaması için dış ve iç bakış tarzımızı müsbet yönde kullanmamız gerekir. Nasıl mı? Şayet hem eşyanın hem dünyanın peşinden koşmayıp dünya ve eşya bizim ardımızdan koşacak hale gelirse elbette ki hem dış gözümüz hem de iç gözümüz müsbet manada görür konuma gelecektir. Nitekim tasavvufi hayat yaşayanlarda bu durum fiili olarak zaten yaşanmakta.. Bu nedenledir ki tasavvuf ilmi ledün ilmi olarak karşılık bulur. Öyle ya, madem kâinatta zerreden kürreye her ne varsa kendi hal lisanıyla Allah’ı anmak için vardır, o halde biz ne güne duruyoruz, hazır önümüze ledün ilmide konulmuşken bu fırsatı niye kaçıralım ki. Hele insan denen varlık diğer mahlûkat arasında eşrefi mahlûkat olarak seçildiğine göre, bizim haydi haydi Esfeli Safilin mertebesine düşmemek için daha çok zikretmemiz gerekiyor ki, diğer varlıklardan farkımızı ortaya koyup kurtuluşa ve felaha erebilelim. Bakınız önümüze iki seçenek konulmuş,  ya nefsin hevasına kapılıp şeytana uyacağız ya da ruhun sesine kulak verip Allah’a itaat edeceğiz.  Çünkü insan yaratılış itibariyle bir yönüyle balçığa, diğer yönüyle de nur’a meyilli olarak yaratıldığından bu seçeneğin önümüze konulması gayet tabiidir. Eğer çamur mayamızı cilalayıp kalaylamak diye bir derdimiz varsa bu ancak Allah’a hakiki manada kul olmakla ruhen yükselebiliyoruz. Bunun dışında bir yol takip etmek ruhi çöküntüyü beraberinde getirecektir.

Evet, yaratılış mayamız iki eksen üzere kodlanmış ve bunlardan biri iyiliği telkin eden meleki kuvvet, diğeri ise kötülüğü telkin eden şeytani kuvvettir. İşte bu iki kuvvetten cüz-i irademizi melek-i kuvvetten yana kullandığımızda biliniz ki gerçek manada kurtuluşa ve felaha ereceğiz demektir, yok eğer tercihimizi şeytanı kuvvetten yana kullanacaksak bu durumda biliniz ki hayvandan da daha aşağı esfel-i safilin mertebesine düşeceğiz demektir.

Maalesef, iki kutup arasında gelgitlerimiz ve ikilemlerimiz sıkça tekrarladıkça ömrümüzü heder etmekteyiz, bu yüzden istikamet sahibi olamıyoruz. Yine de her şeye rağmen zararın neresinden dönersek fayda vardır düşüncesinden hareketle bir an evvel ‘Gün bugündür’ deyip gelgitlerimize son verme vaktidir. Son verelim ki, ömrümüzün geri kalan kısmında ecel kapıyı çaldığında son nefesimizi hüsnü hatime ile sonlandırabilelim. Dolayısıyla ümidimizi yitirmemek gerekir. Çünkü melekler son nefese dek insan ruhuna iyilik kuvveti emdirmek için vardır. Şeytan ise malum son nefeste imanımızı çalmak için vardır. Hatta şeytan son nefesi de beklemez, insanın kanında her daim dolaşmak suretiyle pusuya yatmış durumda.  Madem o kanımızda dolaşıp durmakta o halde en iyisi mi biz ‘Hiç ölmeyecekmişiz gibi dünya için, yarın ölecekmişiz gibi ahret için çalış’ hükmünce gayret edelim ki şeytanın tuzağına düşmemiş olalım.  Zira gayret edenden şeytan kaçar da.  Dahası kurtuluşumuzu İslam’ı yaşayıp Allah’a abd olmakta bulalım.  

Velhasıl-ı kelam;  Allah’a abd olalım ki, kalpler Allah’ın zikri ile huzur bulup kurtuluşa erebilelim.

Vesselam.