İmam-ı Gazali Hazretleri, “Benim ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail’in nebileri gibidir” hadisi şerifinin mana ve ruhuna haiz olan bir zattır. Bu yüzden onun gibi ilmiyle amil olmuş Allah dostları Peygamberimizden (s.a.v) günümüze kadar gelen irşad hareketini kıyamete kadar sürdüreceklerine inancımız tamdır.

İmam-ı Gazali Hazretleri, “Benim ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail’in nebileri gibidir” hadisi şerifinin mana ve ruhuna haiz olan bir zattır. Bu yüzden onun gibi ilmiyle amil olmuş Allah dostları Peygamberimizden (s.a.v) günümüze kadar gelen irşad hareketini kıyamete kadar sürdüreceklerine inancımız tamdır.

Malum İmam-ı Gazali Hazretleri doğum yeri Horasan’ın Tus şehrinde dünyaya şeref vermiştir (Hicri 450. Miladi 1058). Babası ilim ehlinden biri olmamasına rağmen, ilmin değerini bilen bir şahsiyettir. Nitekim oğullarını ilme teşvik etmişte. Ne var ki o,  oğullarından İmam-ı Gazali ve Ahmet'in mürüvvetlerini görmeden vefat etmişti. İlginçtir sanki öleceğini bilircesine daha öncesinden çocuklarının ilim yapmalarına yetebileceğini düşündüğü maddi birikimlerini bildiği ve güvendiği bir tekke şeyhine emanet edip öyle göç etmiştir. Fakat iki kardeş bir müddet ilim tahsil ettikten sonra ister istemez paraları tükenmiş, derken fakir fukaranın öğrenim gördükleri bir medresede tahsil hayatlarına devam etmişlerdir. Aslında İmamı Gazali için bu medrese taklit yönünden ilk basamaktır. Yani İmam-ı Gazali Hazretleri’nde tahkik ve marifet bu yıllarda pek bariz bir şekilde görünmez. Hatta o,  bu durumu şöyle itiraf eder:

“Medreseye girişim sırf Allah rızası için ilim tahsil etmek olmayıp maişetimi temin için olmasına mukabil, Allah’ın lütuf ve keremi ile beni yüce rızasını tahsile muvaffak kıldı.”

Talebeliğinin ilk yıllarında fıkıh hocası Ahmed İbni Muhammed er Radegani’den ders almış olması onun için büyük bir kazançtır. İşte Tus’da kazandığı ilmin ilk temel basamaklarını aştıktan sonra Cürcan şehrine gidecektir. Burada İmam Ebu Nasr el-İsmailiye’nin dizinin dibine diz çöküp ilim dairesine katılıp,  bir müddet sonra tekrar Tus’a dönecektir. Bundan sonraki durağı ise Nişabur olup, burada İmam-ül Haremeyn El-Cüveyni Hazretleri’nin tasarrufunda eğitimini yürütür.  İyi ki de buraya gelmiş, Nişabur gerçekten İmam-ı Gazali Hazretlerinin dış dünyaya karşı tanınmasını sağlayacak durak olacaktır. Nasıl tanınmasın ki, Nişabur Medresesinde kısa zamanda arkadaşlarının seviyesini aşacak şekilde ilimde ilerlediği yıllar olarak adından söz ettirir de. Şüphesiz bu yıllarda kendisinin yetişmesinde ve ilminin kemale ermesinde İmam-ül Haremeyn'in, çok büyük katkısı olup ondan geniş çaplı bir ilim terbiyesi alır. Gerçekten de o devirde ilim o kadar zirve yapmıştı ki, en dikkat çeken iki gözde büyük zat çıkabilmiştir. Bunlardan biri Bağdat’ta İshak Şirazi, diğeri ise Nişabur’da ün salmış İmam’ül Haremeyn El-Cüveyni’dir(İmam-ı Gazali Hazretleri’nin Hocası).

İşte İmam-ı Gazali Hazretleri 28 yaşına kadar ilim atmosferinin yoğun olduğu Nişabur Medresesi’nde ilim tahsil etmekle kalmamış bu süreç içerisinde hocasının sağlığında telif eser çıkarmayı da ihmal etmemiştir. Derken İmam-ül Haremeyn el Cüveyni aralarında İmam-ı Gazali Hazretlerinin de bulunduğu 400 civarında talebeyi yetiştirip, bu dünyadan öyle göç etmiştir. Tabii Hocasının ölümüyle birlikte İmam-ı Gazali Hazretleri Nişabur’da kalmaz. Artık onun yeri devlet erkanının yanıdır. Böylece Selçuklu veziri Nizamül Mülk’ün yanında kendini hizmete adayacaktır.

Nizamül Mülk, Selçuklu Devleti’nin ilk veziri olup ilme önem veren büyük bir  devlet adamıdır. Malum Nizamiye Medreseleri onun eseridir. Dolayısıyla bu büyük vezirin işaretiyle İmam-ı Gazali Hazretleri Nizamiye Medresesi’nin Baş Müderrisliği’ne layık görülür. Öyle ki; Baş Müderrislik devresinde Nizamül Mülk’ün telkinlerini görev bilip  münazaralara girer ve her defasında tartıştığı alimleri alt etmesi ona büyük ihtişam kazandırır. Böylece yediden yetmişe herkesin büyük ilgisini çekip  kendisinden istifade  için çevre illerden ziyaret akınına uğrar. Hatta kafileler halinde sohbetine ve vaazına katılanların sayısı günbe gün artar da.

İmam-ı Gazali Hazretleri bu kadar meşhur olmasına rağmen, tıpkı her beşer gibi onunda eksik yönleri vardı elbet. Nitekim o,  daha önceleri  sahip olduğu bilgi seviyesine sonsuz güveninden kaynaklanan bir durum olsa gerek  tarikati kabul etmezmiş, yani bu yola münkirmiş. Neyse ki zahiri ilmin en yüksek mertebesine yükselen Gazali, batıni ilme de ihtiyaç olduğunu fark eder ve bir şeyhe gitmeye karar verir, der ki:

“İçimde Şam’a gitmek isteği vardı, ama halifenin ve arkadaşlarımın yerleşip kalmama karşı çıkacaklarından çekinerek, Mekke’ye gitmek arzusunda olduğumu söyledim. Bağdat’ı terk etmek için böyle bir hileye başvurmak zorunda kaldım. Zira onlar için de, benim herşeyimi terk edip, uzaklaşma kararımın dini bir sebepten ileri geldiğini kabul edecek  kimse yoktu. Onlar benim mevkimin dinde varılacak en yüksek makam olduğunu zannediyorlardı. Onlar ilimden bunu anlıyorlardı çünkü.

Herkes bana:

“Müslümanlara ve alimler zümresine göz değdi, diyorlardı. Nihayet Bağdat’tan ayrıldım. Kendim ve çoluk çocuğumun nafakasına yetecek kısmından maada mallarımı dağıttım. Sonra Şam’a gittim.”

Yukarıda geçen ifadelerden de anlaşıldığı üzere, şimdi o Şam yolunda bir derviştir. Dört yıllık Bağdat’taki o ihtişamlı hayattan sonra,  tüm benliğini nefis terbiyesi bir yola koyulma azmi ve kararı  sarar. O artık bundan böyle sofiliği tercih ettiğini beyan etmekten geri durmazda.
Ve nihai kararını şöyle beyan eder:

“...Sufilerin, Allah yolunda kimseler olduklarını, onların hayat tarzlarının en güzel yaşama tarzı, yollarının en doğru yol olduğunu, ahlaklarının en güzel ahlakı bulunduğunu yakinen anladım... Onların dış ve içlerindeki hareket ve duygularının hepsi Nübüvvet kandilinin nurundan almıştır. Nübüvvet nurundan  başka kendisiyle aydınlanacak bir ışık yoktur.”

İmam-ı Gazali Hazretleri medreseyi bırakarak Şeyh Ebu Ali Faremidi'nin (k.s.) elinden tutup biat etmesi, gerçekten kayda değer bir hadisedir. Demek ki; insan zahiri ilimleri bitirip,  ilmin zirvesine de çıksa iç terbiye için bir Mürşid-i Kâmilin elinden tutmak gerektiğini İmam-ı Gazali’nin ruh dünyasında yaşadığı iklimden anlayabiliyoruz. Şöyle ki; Şeyh Ali Faremidi Tursi Hazretleri (k.s) Nakşi silsilesinin halkalarında yer alan büyük bir zattı. O da Şeyh Ebu’l Hasan Harakani’den nispet almıştır. Dahası Ali Faremidi Tursi Hazretleri bir çok şeyhin de piri olup,  bu tarikatı Nakşibendiyye nisbetini Yusuf Hemedani’ye (k.s) devretmiştir. Şah-ı Nakşibendi (k.s), Ali Faremidi (k.s)’yi çok över ve şöyle metheder:

-O’nun ruhuna nazar ettim, ruhunda ne renk ne de şekil vardı.

Malum, Ali Faremidi Tursi (k.s) bu tarikatı aliyyenin nisbetini devr etmeden önce  İmam-ı Gazali Hazretleri’nin nefis terbiyesine vesile olup eskisinden daha bir bambaşka  Gazali’yi ortaya çıkarmıştır. Nasıl çıkmasın ki,  baksanıza nefis terbiyesine yönelik ona camii hizmeti yanısıra  tuvaletleri bile temizletmiş. Meğer nefsi  ıslah etmek sadece zahiri ilimlerle olmuyor, tatbikat da gerekliymiş. Çünkü  nefis terbiyesi uygulamaları İmam-ı Gazali’yi zamanın Gavs’ı yapmıştır.

İmamı Gazali  Şam’da 2 sene kaldıktan sonra Kudüs’e geçti. İlk iş Kubbetu’s Sahra’yı ziyaret ve  ardından  o mübarek eşiğe yüz sürmek olmuş. Hem madde, hem mana bakımından Beyt-i Makdis ve Halilürrahman’a varıp  İbrahim (a.s) ve diğer peygamberlerin huzurunda  şöyle ahd etti:

“-Padişahların ayağına gitmeyeceğim,

Zira Peygamberimiz (s.a.v.); “Alimlerin en kötüleri, devlet yöneticilerinin ayağına giden, devlet yöneticilerininde en iyisi  alimlerin ayağına gidendir” buyurmuşlardır.

- Onların hediye ve ihsanlarını kabul etmeyeceğim.

- Hiç bir kimse ile tartışmayacağım (Münakaşa kalbi karartır).”

Bu arada Nizamü’l Mülk’ün oğlu Fahrü’l Mülk İmam-ı Gazali Hazretleri’ne tekrar medrese hayatına dönmesi için ricada bulunur. Zira o dönem, tam bir fetret devridir. Bir yandan  iç kargaşa, dünyevi ihtiraslar ve  Haçlı seferleriyle ortalık çalkalanıyor, öte yandan  Batıniler, Rafiziler, feylesoflar ortalıkta kol geziyordu. Kelimenin tam anlamıyla hem iç, hemde dış  gaileler müslümanları içten içe kemiriyordu. İşte bu elim vaziyette İmam-ı Gazali Hazretleri sofi kimliğini yitirmeden, eskisinden farklı bir tavır sergileyerekten  medrese hayatına yeniden başlayıp şöyle itirafta bulunur:

“Ben eskiden kendisiyle mevki elde edilen ilmi, yayıyordum... Kasıt ve niyetim bu idi . Fakat şimdi , mevki ve rütbeyi terk ettiren ilme davet ediyorum. Şimdiki maksat ve arzum budur...”

Öyle anlaşılıyor ki, birzaman arifleri, salihleri ve mürşitleri inkâr eden İmam-ı Gazali Hazretleri,  tekrar medreseye döndüğünde bambaşka bir hal içinde, arifleri, salihleri ve mürşitleri baştacı yaparak dönüyor. Fakat bu ikinci medrese hayatı Fahrü’l Mülk’ün Batınilerce şehid edilmesiyle sona erer. Derken tekrar eğitimi bırakıp Tus’da hem zahir, hem de batın ilimleri öğretmekle ömrünü geçirir.

İmam-ı Gazali Hazretlerini tüm hayatına baktığımızda genel hatlarıyla iki ömür devresi geçirmiştir:

- Eski İmam-ı Gazali dönemi.  

- Yeni İmam-ı Gazali dönemi.

Eskisinde tasavvuftan yoksun, şöhretiyle ün salmış bir hayat, yenisinde ise; şöhretin bir afet olabileceğinin idrakiyle nefis terbiyesi okulu diyebileceğimiz tasavvufa yöneliş sözkonusudur. İşte bu iki net çizgi, İmam-ı Gazali Hazretleri’nin hayatını ortaya koymanın ötesinde Allah’a ulaşmasının cehdi ve çabası olarak bize ders veriyor. Derken o; Tus’da 505 (1111) senesinde Allah’a yürüyüp  Şeb-i Arus’a erer.

Velhasıl; İmam-ı Gazali Hazretleri’nin hayatı incelendiğinde, ilmin zirvesine  çıksak bile, nefis terbiyesi için tasavvuf hayatı yaşamamız gerektiğini idrak ediyoruz.

Vesselam.

Eylül 2013